Dün Galatasaray Lisesi’nin önünde gözaltında kaybedilen yakınları için 300. kez toplanan “Cumartesi Anneleri”nin arasındayken aklıma Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nun, AKP’nin en temel paradokslarından birini “AKP yönetimi ‘vermeyi’ seviyor ama ‘istenmesi’nden aşırı ve tepkisel bir tedirginlik duyuyor” şeklinde özetlemiş olması geldi. Malum, Başbakan Erdoğan, kendisine yöneltilen bir soru üzerine Cumartesi Anneleri hakkında “ne iş yaptıklarını bilmiyorum. Birileri tarafından kullanılıyorlar” demişti. Ama eğer dün Galatasaray Lisesi’nin önünde bulunsaydı veya güvendiği birini oraya yollamış olsaydı çok ama çok fena yanıldığını, diğer bir deyişle o içleri yaralı insanların taleplerinden aşırı ve tepkisel bir tedirginlik duymasının son derece saçma olduğunu görürdü. “Neden?” diye sorulacak olursa, öncelikle Cumartesi Anneleri’nin Erdoğan’la veya onun hükümetiyle herhangi bir alıp veremedikleri yok. Yani 12 Eylül’e ve Güneydoğu’daki OHAL uygulamasına kurban verdikleri yakınlarını bahane edip hükümeti devirmek, hatta zayıflatmak gibi bir arayış içinde oldukları kesinlikle söylenemez. Hatta tam tersine gözaltında kayıp olaylarından sorumlu tuttukları bazı isimlerin, Ergenekon başta olmak üzere, son dönemdeki bazı davalarda yargılanmaları nedeniyle AKP’yi takdir ettiklerini de görüyoruz. Peki Cumartesi Anneleri ne istiyor? Bir kayıp yakını taleplerini şöyle özetledi dün: “En azından kemiklerine kavuşmak, onlara birer mezar yapmak, başlarında dua etmek, mevlit okutturmak istiyoruz.”Bir de tabii ki, bütün bu kayıp olaylarının sorumlularının bulunup cezalandırılmasını bekliyorlar.İçten seslenişGözaltında kaybolan kişilerin bir şekilde devrimci hareket veya Kürt siyasi hareketiyle ilişkili olduklarını biliyoruz. Başbakan sırf bu yüzden Cumartesi Anneleri ile arasına mesafe koyuyor olabilir. Çünkü daha önce birçok vesileyle karşımıza çıktığı gibi Erdoğan, beklenmedik anlarda “sağcı” refleksler verebiliyor. İşin içine bir de “devletin sürekliliği” denen o saçma ilke gelince, normal şartlarda yanında durması gerektiği insanları karşısına alıp, hiç hoşlanmadığı kişileri korumak durumunda kalabiliyor. Kendisini yıllardır yakından izlemeye çalışan bir gazeteci olarak gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: Sağcılık Erdoğan’a hiç yakışmıyor. Ama tekrar ediyorum: Başbakan Erdoğan eğer dün Galatasaray Lisesi’nin önünde bulunsaydı veya güvendiği birini oraya yollamış olsaydı o insanlara çok büyük bir haksızlık yapmış olduğunu anında fark ederdi.Sadece bir örnek vermek istiyorum: Dün sırayla konuşma yapan kayıp yakınlarının hemen hepsi Erdoğan’dan “Başbakanım” veya “Başbakanımız” diye söz etti. Bu kadar sol ve Kürt ağırlıklı bir eylemde Başbakan Erdoğan’dan bu kadar içtenlikle söz edilmesi kimilerini şaşırtıyor olabilir. Ben onlardan değilim.Cumartesi Anneleri Recep Tayyip Erdoğan’ı “kendi başbakanları” olarak görüyorlar. Şimdi sıra Erdoğan’ın onları “kendi yurttaşları” olarak görmesinde ve bunun gereğini yerine getirmesinde.
Onunla tanıştığımda 15 yaşındaydım. Benden epey büyüktü. Ama kendisine “abi” dediğimi hiç hatırlamıyorum. Çünkü o çevresindeki herkes için “Hoca“ idi, yani “Hayri Hoca“. Aramızda sadece yaş farkı yoktu: Ben o tarihte, sol hareketler için “egemen sınıf”ı temsil eden Galatasaray Lisesi’nde okuyordum, yani “burjuva“ydım; oysa İstanbul’un o dönemde “kenar mahalle” olarak bilinen semtlerinden Hasköylü’ydü, yani “halk çocuğu“ydu. Ama Hayri Hoca, romanlardaki gibi bir devrimciydi, insanlar arasındaki eşitsizlikleri önemsemez, bunları ortadan kaldırmak için samimi olarak çaba sarfederdi. Benim gibi Galatasaray Liseli “burjuva”larla dalga geçtiği doğrudur ama Hasköy, Okmeydanı, Kasımpaşa gibi mahallelerde bizlerin önünü en fazla açan kişilerden biri de o olmuştur.Sizleri kendi hikâyemle daha fazla meşgul etmek istemem, çünkü Hayri Hoca’nın hikâyesi çok ama çok önemli ve hepimizin bir şekilde bu hikâyeden haberdar olması gerekiyor.Çünkü o, tam adıyla Hayrettin Eren, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından gözaltında kaybedilen ilk isimlerden biri. Kendisi Devrimci Sol operasyonu kapsamında 21 Kasım 1980 günü İstanbul‘da Haşim İşçan Geçidi‘nde gözaltına alındı. Onunla beraber yakalan 8 kişinin tanıklığına rağmen devlet Hayrettin Eren’in gözaltına alındığını asla kabul etmedi. Annesi Gayrettepe’de Siyasi Şube‘ye (günümüzün Terörle Mücadele Şubesi) gittiğinde otoparkta oğlunun Murat 124 marka arabasını gördü, fakat kendisine “Hayrettin Eren diye biri buraya kesinlikle gelmedi“ cevabı verildi.Eren ailesi o günden beri oğullarını, daha açık konuşmak gerekirse onun bedeninden geri kalanları arıyor. Çünkü onun işkenceye karşı müthiş bir direnç gösterdiğine, bu yüzden işkenceciler tarafından öldürülüp belirsiz bir yere gömüldüğüne inanıyorlar ki birçok tanıklık da bu inancı doğruluyor. Biraz ilgililer Hayri Hoca’nın Türkiye’de “gözaltında kaybolanlar“ın en simge isimlerinden biri olduğunu bilir, onu kalın çerçeveli gözlüklü ve kalın bıyıklı (biz ona Mahir Çayan bıyığı derdik) fotoğrafından hatırlar. İşte o fotoğraf 1995 yılından itibaren cumartesi günleri Galatasaray Lisesi’nin önünde ailesi ve arkadaşları tarafından taşınır. Diğer bir deyişle Hayrettin Eren “Cumartesi Anneleri“ denince de ilk akla gelen isimlerden biridir.Bugün Cumartesi Anneleri 300’üncü kez yine aynı yerde, bir dönem devrimcilerinin “egemen sınıflar”la özdeşleştirdiği Galatasaray Lisesi önünde bir araya geliyorlar.Başbakan Erdoğan, bir soru üzerine Cumartesi Anneleri’nin “kullanıldığını“ söylemişti. Onun bu sözlerini dün NTV Yazı İşleri programında Hayri Hoca’nın kardeşi, Vatan Gazetesi editörlerinden Faruk Eren‘e hatırlattığımda “Tek istediği oğlunun, çiçek bırakabileceği bir mezarı olan annemi kim kullanabilir ki!“ dedi.Evet Hayri Hoca’nın ailesi, dostları aradan 30 yıl da geçse onun mezarı etrafında bir araya gelmek istiyorlar. Tabii bu arada ona (ve dolayısıyla hepimize) bu kötülüğü yapanların bulunup cezalandırılmasını da bekliyorlar, tıpkı tüm diğer kayıp yakınları gibi.
İslam dinine ve dindarlara bakış konusunda Türkiye’de sol hareketin oldum olası sorunları vardır ve kısa vadede bunun üstesinden gelebileceğine dair fazla bir emare de gözükmüyor. Solun geneli gibi başta CHP olmak üzere sosyal demokrat partiler de aynı dertten muzdariptir. Bülent Ecevit’in liderliği dönemindeki “inançlara saygılı laiklik” perspektifiyle bir ölçüde hafiflemiş olan bu dert asla tam olarak ortadan kalkmamış ve sol partilerin dindar kitlelere ulaşması hep çok zor olmuştur.Tarihe çok fazla saplanıp kalmadan yakın dönemin CHP’sine odaklanacak olursak, gerek liderliğinin son dönemlerinde Deniz Baykal, gerekse Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’yi daha geniş kitlelelere açabilmek için öncelikle muhafazakâr kesimlere yönelmenin gerekli olduğunu gördüler ama bunu açık açık telaffuz etmekten kaçınıp, oldukça mütevazı ve ürkek adımlar attılar. Baykal’ın bu konudaki “utangaçlığında” pek de haksız olmadığını, o son derece embolik “çarşaf açılımı”nın parti içi ve dışında doğurmuş olduğu fırtınlarda gördük. İki -üç çarşaflı kadına parti rozeti takmakla ne CHP katı laiklik çizgisinden vazgeçer, ne de muhafazakârlar CHP’ye yönelik önyargılarından sıyrılırdı. Fakat olmadı, kıyamet koptu ve CHP yönetimi hemen geri adım atmak durumunda kaldı.Cemaatlerle ilişkiKılıçdaroğlu’nun, muhafazakâr kesime ulaşma kaygısını Baykal’dan daha fazla taşıdığını ileri sürebiliriz. CHP’nin başına geldiği andan itibaren değişik vesilelerle yaptığı konuşmalarda laiklik eksenli tartışmalara fazla girmemesi, üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşı beklenmedik ölçüde özgürlükçü yaklaşımı bu iddiamızın kanıtlarıdır. Bir önceki kurultayda eski müftü İlhan Özkes’in Parti Meclisi’ne alınmış olması da benzer bir arayışın sonucu olsa gerek. Son kongrede Özkes’in yerini koruması, artı olarak din sosyoluğu Doç. Muhammed Çakmak’ın da PM’ye alınması Kılıçdaroğlu’nun din konusunda yeni bir söylem hazırlığı içinde olduğunu kanıtlıyor olsa gerek. Fakat Doç. Çakmak’ın değişik yayın organlarına verdiği mülakatlarda dillendirdiği kimi tezlerin bazı CHP ileri gelenlerinde ve bir ölçüde de parti tabanında yol açtığı itirazlar Kılıçdaroğlu’nun işinin hiç de kolay olmadığını düşündürtüyor.Açıkçası CHP’nin dindarlara ulaşamama sıkıntısını, Doç. Çakmak’ın yaptığı gibi şu veya bu cemaate/cemaat liderine övgüler sıralayarak aşabileceğini düşünmüyorum. CHP eğer sol iddialı bir partiyse, tabii ki dini cemaatlerin meşruiyetini kabullenmeli, fakat dindar yurttaşlara onların üzerinden değil doğrudan seslenmenin üslup ve mekanizmalarını geliştirmelidir. Aksi takdirde işin ucu, seçim önceleri cemaatlerle oy pazarlığı yapmaya kadar varır ki bunun CHP’ye hiçbir hayrı dokunmaz.Aleviler unutuluyorSol ile İslam ilişkisi üzerine Vatan’da daha önce bir dizi makale kaleme aldım. Tekrara düşmemek için, CHP’ye, eğer dindarlarla arasını iyileştirmek istiyorsa şunu önermekle yetineyim: Önyargılarınızı, önkabullerinizi bir kenara koyun; dindarların yaşam tarzına saygı gösterin, asla müdahale etmeyin; başörtüsü yasağı gibi, yaşam tarzlarına yönelik baskıları aşmalarında onlara yardımcı olun ve en önemlisi dindarlarla din tartışmayın; “gerçek İslam” vb. gibi iddialarla İslamiyetin herhangi bir yorumunun en doğru, hatta tek doğru olduğunu iddia etmeyin ve bunu dindarlara dayatmayın; diğer bir deyişle İslamiyetin farklı yorumlarının olmasını doğal kabul edin, hatta yorum çoğulluğunu teşvik edin.Tabii bu arada CHP’nin unuttuğu çok önemli bir kitle var: Aleviler. İslam ve dindarlık denince Türkiye’de akla ilk olarak Sünnilik ve Sünni dindarların gelmesi doğaldır ama Alevilik ve Alevilerin unutulması çok vahim bir hatadır. CHP artık Aleviliği “cepte” görmekten vazgeçmeli ve Alevilerin sorunlarına, taleplerine kulak kesilmeli, bunların çözümü için herkesten fazla çaba sarf etmelidir.Kılıçdaroğlu, kendisinin Alevi olmasının Alevilere ulaşmada yeterli olacağını sanıyorsa yanılıyor. Yine Kılıçdaroğlu, Alevilerin taleplerine sahip çıkarsa Sünniler tarafından dışlanacağını düşünüyorsa da yanılıyor demektir. Eğer Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP, Sünnisi, Alevisi, gayri müslimi ve tanrıtanımazıyla tüm inanç gruplarının tümüne sahip çıkarsa, oylarını ne kadar artırır veya azaltır mı bilemem ama Türkiye’de barış içinde birarada yaşama hedefine çok ciddi katkıda bulunmuş olur.
“Demokratik özerklik” tanımının Abdullah Öcalan tarafından ilk ortaya atıldığı günleri hatırlıyorum da Türkiye’nin o kadar kısa bir zamanda gelmiş olduğu nokta hem şaşırtıcı, hem ürkütücü. Şöyle ki Öcalan’ın bu önermesi başlangıçta kendi takipçileri tarafından tam olarak kavranamamış ve buna bağlı olarak doğru düzgün anlatılamamış; öte yandan Öcalan’a mesafeli kişi ve kesimler tarafından önemsenmemiş, hatta dalga konusu yapılmıştı. Şu tür bir mantık yürütülüyordu: “Öcalan, bağımsız devlet fikrinden vazgeçmiş olduğu için mecburen bir şeyler söylemek zorundaydı. Sonunda bula bula bunu bulmuş. İçi boş bir kavram. Bundan bir şey çıkmaz!” Ama çıktı. İçinin ne derece doldurulmuş olduğu ayrı bir tartışma konusu ancak “demokratik özerklik” kavramı son günlerde Türkiye’nin siyasi gündemini kasıp kavuruyor ve daha uzun bir süre de bu durumun değişeceğine dair herhangi bir işaret yok. Kürt hareketini sindirmek mümkün mü?“Neden böyle oldu?” sorusuna farklı cevaplar verilebilir. Bana göre iki temel dinamik bu noktaya gelmemizde belirleyici oldu: 1) Kürt siyasi hareketinin, güçlü bir kitle desteğiyle birlikte bu konuda son derece kararlı olması; 2) Buna karşılık devleti yönetenler ile Türk siyasetçileri ve kamuoyunun olayın ciddiyetini kavramayıp, sorunları halının altına süpürmede ısrar etmeleri. (Kuşkusuz bu noktada MHP’yi ve onun çizgisine yakın kişi ve kurumları ayrı tutmak gerekir)O zaman krizin aşılması için ya Kürt hareketinin kararlılığında bir esneme veya kırılma olması ya da karşı tarafın silkinip olayın ciddiyetine uygun somut öneri ve projelerle sürece müdahil olması gerekiyor. TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in birkaç kez tekrarladığı uyarıları, Diyarbakır Başsavcılığı ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın girişimlerini Kürt hareketinin kararlılığını kırma yolundaki adımlar olarak görebiliriz, fakat bunlardan hiçbir şey çıkmayacağı açıktır, tıpkı daha önce siyasi partilerin kapatılması, yüzelerce kişinin içeri atılmasının hiçbir şeyi değiştirmediği gibi. TSK’nın uzun bir suskunluktan sonra kaleme aldığı sert açıklamanın da Kürt hareketine geri adım attırmadığı, tam tersine daha da bilediği, hatta ona dışardan destekçiler kazandırdığı da ortada. Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kürt siyasi hareketini “demokratik özerklik” ısrarından, en azından bu tartışmayı sürekli gündemde tutmak ısrarından zorla vazgeçirmek mümkün değil. Bununla birlikte daha önce başka olaylarda olduğu gibi, yalnızca Öcalan’ın böylesi bir süreçte frene basabileceğini de akılda tutmak lazım.Hükümet neden sessiz?Geriye tek seçenek olarak hükümetin, TBMM’nin ve genel olarak siyaset kurumunun, bütün bunlara paralel bir şekilde sivil toplum ve medyanın pozitif anlamda, yani çözüm üretmeye yönelik olarak devreye girmesi kalıyor. Şahin’in medya üzerinden o sert atışmaların ardından BDP yöneticilerini kabul etmesi, ardından tarafların eskisine kıyasla yumuşak mesajlar verip diyaloğu sürdüreceklerini söylemeleri bu bakımdan bir başlangıç olarak görülebilir.Bir diğer dikkat çekici adımın Çankaya’dan geldiğini görüyoruz. Cumhurbaşkanı Gül’ün onca sıcak tartışmaya rağmen 30 ve 31 Aralık günlerinde Diyarbakır’da bulunacak ve belediye, sivil toplum kuruluşları temsilcileriyle görüşecek olmasının sembolik değeri epey yüksek.Hükümetse bütün bu tartışmaları dışarıdan ve sessiz bir şekilde izliyor. Aslında bu normal çünkü AKP bütün bu tartışma ve gerilimlerin genel seçimlerin sonrasına ertelenmesini arzu ediyor. Ne var ki Kürt hareketi de, bu temennisini çok iyi bildiği için iktidar partisinin üstüne üstüne gidiyor. Sonuç itibariyle cinin şişeden çıktığını, son derece hassas ve kırılgan bir sürecin başlamış olduğunu, tarafların dikkatsizliği, özensizliği vs. gibi nedenlerle “tartışma”nın çok kolay bir şekilde “çatışma”ya dönüşebileceğini söyleyebiliriz.
CHP Kurultayı sırasında onlarca partiliyle sohbet etme, tartışma imkanım oldu. Daha doğrusu çok sayıda CHP’li, Mirgün Cabas ile birlikte NTV’de canlı yayın yaptığımız bölüme gelip, aralarda bizimle sohbet ettiler. CHP’lilerle yaptığım konuşmaların ekseninde Vatan’daki yazılarım, ama esas olarak da NTV’deki Yazı İşleri ve Basın Odası programları vardı. Az övgü, bol sitem ve yine az öfkeyle karşılaştım ama bütün sohbetler dostane bir ortamda, samimi bir şekilde geçti. CHP’liler medyanın kendilerini fazla yalnız bıraktığını, hatta kendilerine haddinden fazla saldırdığını, buna karşılık iktidar partisinden korktuğunu, onun hatalarını gizleyip başarılarını fazlasıyla parlattığını düşünüyorlar. Bu şikayetlerinde bütünüyle haksız oldukları söylenemez zira demokrasiyle yönetilen hiçbir ülkede medyanın iktidar ve muhalefet partilerine yönelik eleştiri/övgü dengesi bu kadar muhalefet aleyhine kurulamaz.Şaşırtıcı bir dengesizlikAslına bakılacak olursa CHP’ye ve onun yeni lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik eleştiriler (kayıtsız şartsız AKP taraftarı olan medya kuruluşları ve gazetecileri bir yana bırakırsak) çok da abartılı değil, ama bu eleştirilerin geldiği kaynaklardan AKP’ye eşit sertlikte (ki normalde iktidar olduğu için dozu biraz daha fazla olmalı) eleştiri yöneltilmeyince CHP tabanı haklı bir şekilde medyaya güvenmiyor. Fakat onların dile getirdiği “madem iktidarı eleştirmiyorsunuz, o zaman bize de dokunmayın” önerisi son derece anlamsız. Bunun yerine “niye bize gösterdiğiniz acımasızlığı AKP’ye de göstermiyorsunuz?” diye sormaları daha isabetli olurdu ki birçok partilinin böyle yaptığına tanık oldum; tıpkı zaman zaman Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi.CHP’lilerin medyaya yönelik eleştirilerine neden bu kadar geniş yer ayırdığımı şöyle açıklayabilirim: CHP, tabanı ne kadar güçlü ve sadık olursa olsun, yıllardır bir “profesyoneller partisi” olarak varlığını sürdürdü ve kendi tabanıyla iletişimini de medya üzerinden kurmayı tercih etti. Bunun sonucunda tabanı partisini medyanın aynasından gördü ve o aynanın gösterdiğinden hoşlanmadığında, parti yönetiminden çok aynayı (yani medyayı) suçladı, suçluyor. Eğer Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal’ın yaptığının aksine kendi tabanıyla medya üzerinden değil de birtakım mekanizmalar yaratıp onlar aracılığıyla iletişim kurmayı becerebilirse, bundan hem CHP, hem medya kârlı çıkacaktır.Formula 1 seyreder gibiKurultay’da doğal olarak çok sayıda meslektaşımız da görev yaptı. Tabii ki ağırlık Ankaralı gazetecilerdeydi ama İstanbul’dan az sayıda yazar da gelmişti. Yazacak bir gazetesi olmamasına rağmen Oktay Ekşi, “ihtiyar delikanlı” Tarhan Erdem, Derya Sazak, Mehmet Tezkan, Yalçın Doğan, Yalçın Bayer, Aslı Aydıntaşbaş gözüme çarpanlardandı. Tabii biri de Hürriyet’ten Kanat Atkaya ordaydı. Kanat ender olarak siyaset yazar ve yazdığı zaman da olayı esprili yönlerinden yakalamaya çalışır ve yakalar. Dün de, “Kurultay denen hadise Formula 1 gibi; televizyondan izlemek daha güzel” diye yazmış. Herhalde onun bu tespiti, bolca siyaset yazan, bu arada sık sık CHP’ye de eleştiri okları yönelten, ona yol yordam göstermeye çalışan bazı meslektaşlarımıza ilaç gibi gelmiştir!
CHP Kurultayı sahiden bu partinin “iktidara yürüyüş”ünün başlangıcı olarak kabul edilebilir mi? Bu sorunun cevabını verebilmek için üç ayrı noktaya yoğunlaşabiliriz: 1) Kurultayın organizasyonu; 2) Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşması; 3) Yeni Parti Meclisi (PM).Organizasyona söylenebilecek herhangi bir kötü söz olabileceğini sanmıyorum. Bu kadar kısa bir sürede bu kadar başarılı bir kurultayı gerçekleştiren CHP yöneticilerini tebrik etmek lazım. Parti teşkilatının kurultaya sonuna kadar sahip çıktığı da salondaki coşkudan çok iyi anlaşılıyordu. Sonuç olarak bunun kesilikle iddialı bir kurultay olduğunu düşünmemiz için pek çok neden vardı.Konuşma bildiğimiz gibiFakat Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının kurultay organizasyonu kadar başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Daha çok bir önceki kurultay için alelacele hazırlamış olduğu konuşmanın bir tekrarıyla karşılaştık. Hatta o konuşmadaki “Recep Bey” buluşuna denk gelebilecek yaratıcı bir çıkış da yoktu. Konuşmanın daha önceki Kılıçdaroğlu konuşmalarında olduğu gibi iki ana ekseni vardı: 1) AKP’ye yönelik eleştiriler; 2) Vaatler. Şurası bir gerçek ki kurultay salonu AKP eleştirileriyle coştu. Özellikle öğrencilere sahip çıktığı, 12 Eylül rejimini hedef tahtasına oturttuğu, özgürlükler ve demokrasiyi geliştirmekten söz ettiği, kısacası “solculuk yaptığı” anlarda tabandan gördüğü destek son derece anlamlıydı.Kılıçdaroğlu’nun vaatlerini dile getirdiği zaman aynı ilgiyi görmemesinin kuşkusuz temel nedeni, tabanın “aşırı politize” olmasıdır. Bununla birlikte bir dizi çözüm önerisinin peş peşe, hızlı ve ayrıntılarına girilmeden sıralanmış olduğunu da akılda tutmak lazım.Gidenler ve gelenlerPM listesine gelince, bu konuda söylenecek çok şey var. Ankaralı deneyimli meslektaşlarımız Kılıçdaroğlu’nun Deniz Baykal ve Önder Sav‘a yakınlıklarıyla bilinen ama fazla öne çıkmamış, yani “sivri olmayan” bazı isimlere de yer vermiş olduğunu söylüyorlar. Evet listede parti içi dengeleri gözetme kaygısı bulunduğu kesin ama bu haliyle iç tartışmaların biteceğini sanmak hiç gerçekçi olmayacaktır.İlk tepkilerden, parti içi muhaliflerin listeden memnun olmadıklarını ama müdahale etme güçleri olmadığı için bunu şimdilik sineye çektiklerini ve ilk fırsatta, daha doğrusu genel seçimlerde yaşanabilecek muhtemel bir başarısızlığın ardından bunun sorumluluğunu bu listeye ve onu hazırlayanlara yükleyeceklerini anlıyoruz.O zaman şu soru önümüzde duruyor: Bu PM ve ondan çıkacak MYK ile CHP seçimlerde nasıl bir performans gösterebilir? Bu PM’de “siyaset kurtları”nın sayısının hayli az olduğu ortada ama bu tek başına seçimleri riske atma anlamına kesinlikle gelmez. Yıllardır en kurt siyasiler tarafından yönetilen CHP’nin muhalefete mahkum olması bunun kanıtı değil mi zaten?Çarpıcı yeni isimlerO zaman yeni isimlere bakmak gerekiyor. Bir önceki kurultayda PM’ye girip daha sonraki ayrışmada Sav değil de Kılıçdaroğlu ile birlikte hareket eden herkesin yine yönetime girdiğini görüyoruz. Onlara ek olarak siyasetbilimci Binnaz Toprak, ilahiyatçı Muhammed Çakmak, Kürt sorununun çözümü konusundaki faaliyetleriyle tanıdığımız Sezgin Tanrıkulu, deprem uzmanı Haluk Eyidoğan, emekli büyükelçiler Osman Korutürk ve Faruk Loğoğlu, gazeteci Veli Özdemir gibi dikkat çekici isimler PM’ye girdi, hatta bunlardan bazıları MYK’ya bile taşınabilir.Tek tek isimler üzerinde tartışmak için erken olabilir. Ancak önce PM’deki gençlerin ve kadınların sayısının epey yüksek olduğunun altını olumlu anlamda çizelim ve bazı kişiler hakkında birkaç söz edelim:Hiç tartışmasız biçimde yeni isimlerin en çarpıcısı Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Binnaz Toprak’tır. Prof. Şerif Mardin’in hayatımıza soktuğu “mahalle baskısı” kavramının gerçek hayattaki karşılıklarını yönettiği araştırmayla gözler önüne seren ve bu yüzden gerek iktidar partisi, gerekse de muhafazakâr kesimlerinin tepkisini üzerine çeken Prof. Toprak kısa süre önce Radikal Gazetesi’nde yazı yazmaya başladı ve bir bakıma kendisi gibi “endişeli modernler”in sözcülüğünü üstlendi.Daha önce de yazmış olduğum gibi Diyarbakır Barosu eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nun PM’ye girmesi CHP için son derece önemli bir gelişmedir, hele Kılıçdaroğlu’nun bu seferki konuşmasında da “Kürt” sözcüğünü telaffuz etmediği düşünülürse! Geçen kurultayda PM’ye Kürt sorunu üzerine araştırmalarıyla tanına gazeteci Mehmet Faraç girmişti. Bu kez Faraç’ın liste dışı kalıp Kürt sorununda ondan tamamıyla farklı düşünen Tanrıkulu’nun PM’ye girmiş olması muhakkak anlamlıdır ve bence olumlu bir gelişmedir.Daha söylenecek çok şey var, bunları sonraki yazılara erteleyip hızlı bir değerlendirmeyle kurultay ve yeni CHP hakkındaki fikrimi söylemk isterim: Bu kurultayla Kılıçdaroğlu’nun ellerinin, kollarının bağları çözüldü, buna bağlı olarak hiçbir mazereti kalmadı. Artık CHP’yi Baykal döneminden çok ileri noktalara taşımak zorunda. Fakat kurultay konuşması ve yeni PM yapılanması, Kılıçdaroğlu’nun işinin hiç ama hiç kolay olmadığını bizlere gösteriyor.
Türkiye’de “bütün sorunların anası”nın Kürt sorunu olduğu yolunda belli bir asgari müşterek olduğunu söyleyebiliriz. Hükümetin, birçok riskine rağmen “Kürt açılımı”na yönelmesinin ardında da esas olarak bu olgu yatıyordu. Diğer bir deyişle AKP’liler, ülkenin diğer sorunlarını çözmek için ne kadar gayret sarf ederlerse etsinler, Kürt sorununa dokunmadıkları müddetçe pek bir başarı kaydedemeyeceklerini kavradıkları andan itibaren bu açılım için kolları sıvadılar.“Peki Kürt sorununun ‘anası’, belki daha uygun tabirle ‘kalbi’ nedir?” diye sorulacak olursa, hiç tereddütsüz, “dil sorunu” cevabını veririm. Açılımın ilanından sonra gerek devlette, gerekse Kürt siyasi hareketinin farklı kademelerinde görev üstlenmiş çok sayıda kişiyle görüştüm. Tartışmalar ne zaman “dil sorunu”na gelse bariz bir tıkanma yaşanıyordu. Özellikle devleti yönetenlerin “dil sorunu”ndan hayli ürktüklerini, bunu çözüme kavuşturabilecek herhangi bir formüle sahip olmadıklarını, dolayısıyla bu konunun olabildiğince ötelenmesini tercih ettiklerini ve bunun için çaba harcadıklarını gözlemledim. Ama görüyoruz ki bu çabalar bir işe yaramadı ve BDP’liler dil sorununu, “ikidillilik” ya da “çokdillilik” gibi kavramlar etrafında ülkenin gündemine, galiba bir daha çıkmayacak bir şekilde soktular.Somut adım atılmayıncaÖncelikle “dil sorunu”nun neden beklenenden erken gündeme geldiğini ele almakta yarar var. Burada birinci derecede sorumluluğun hükümette olduğu kanısındayım. Açılımı ilan edip Kürt sorununun çözümünü arzulayan kesimlerde belli bir heyecan yaratan hükümet, özellikle Habur olayından sonra açık bir şekilde frene bastı ve somut herhangi bir adım atmadı. Buna bir de KCK operasyonları eklenince, Kürt hareketinde “aldatıldık, bizi tasfiye etmek istiyorlar” algısı öne çıkmaya başladı. Nitekim ilk ciddi “dil sorunu” KCK davasının başlamasıyla yaşandı. Sanıkların Kürtçe savunma yapma talebini mahkeme heyetinin inanılmaz bir gerekçeyle reddetmesi üzerine Kürt hareketi beklenmedik bir koz ele geçirmiş oldu.Şunu söylemeye çalışıyorum: Eğer hükümet “açılım”ı ciddi bir şekilde ileriye doğru yürütseydi, KCK operasyonlarıyla onlarca, hatta yüzlerce Kürt siyasetçisi hapislere doldurulmasaydı bu krizi bugün ve bu şiddette yaşamazdık. Çok geçmeden muhakkak bu konu gündemimize gelirdi fakat o ana kadar yaşanmış olumlu gelişmeler sayesinde Türkiye bu sorunu serinkanlı bir şekilde ve tüm tarafların belli ölçülerde mutabık kalacağı bir formül etrafında çözebilirdi.Elverişsiz atmosferBugünkü atmosferin, bu son derece hassas ve kırılgan sorunu özgür ve pozitif bir şekilde tartışmaya elvermediği ayan beyan ortada. Baksanıza TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in, peş peşe soyadına uygun açıklamalar yapmasının şaşkınlığını atlatamadan Genelkurmay Başkanlığı’nın yazılı açıklamasıyla karşılaştık. Kuşkusuz TSK’nın açıklamalarının etkisi eskisiyle kıyaslanamayacak kadar az, bununla birlikte Org. Işık Koşaner’in göreve gelmesiyle kamuoyunun karşısına çıkmamayı tercih eden TSK’nın “dil sorunu” söz konusu olduğunda sessiz kalmaması anlamlıdır.Hükümetin BDP’nin ikidillilik dayatmasına karşı ne yapacağını henüz net olarak bilmiyoruz fakat bundan son derece rahatsız olduğunu kestirmemiz zor değil. Bu bakımdan Cumhurbaşkanı Gül’ün dün dile getirdiği ve herkesi “daha dikkatli ve daha sorumlu” davranmaya davet etme şeklinde özetlenebilecek yaklaşımın hükümet tarafından da paylaşıldığını düşünebiliriz. Ancak Kürt siyasi hareketinin, karşılığında bir şey almadan bu türden “itidal” çağrılarına pek itibar etmesi beklenemez. Sonuç olarak “dil sorunu”nun her geçen gün daha da büyüyeceğini ve ortamın iyice gerileceğini düşünmemiz için çok sayıda neden mevcut.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki’ye yönelik yolsuzluk iddiaları konusundaki ilgili sessizliğini sonunda bozdu ve kendisine “sonuna kadar kefil” olduğunu söyledi. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Ahmet Sever’in Vatan’a aktardığına göre, Cumhurbaşkanı Gül şöyle konuştu: “Özhaseki’yi çok yakından ve iyi tanırım. Kendisi son derece çalışkan, temiz, dürüst ve şeffaf bir belediye başkanıdır. Kendisine sonuna kadar kefilim.” Sever’e Gül’ün önceki gün gazetecilere “Bir şey söylersem taraf olurum. Siyasetçi olsam çok şey söylerim ama kendimi tutayım” demiş olduğunu hatırlatıp neden bir gün sonra karar değiştirdiğini sordum. Kendisinden şu cevabı aldım: “Sayın Cumhurbaşkanı’nın, CHP lideri Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘Sayın Cumhurbaşkanı bildiğini açıklayabilir. Bence hiçbir sakıncası yok’ demesi üzerine fikrini değiştirdiğini söyleyebilirim.”Bu haberin öyküsüCumhurbaşkanı Gül’ün yolsuzluk tartışmalarına yepyeni bir boyut katacağı kesin olan bu açıklamasının neden sadece Vatan’da yer aldığını merak edenlere şunları söyleyebilirim. Dün NTV’de Yazı İşleri programında konuğum Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan Bursalı’ydı. Kendisiyle tam Kayseri konusunu tartışırken, Kılıçdaroğlu’nun ‘Sayın Cumhurbaşkanı bildiğini açıklayabilir” sözlerinden haberdar olduk. Bunun üzerine Bursalı, Gül’ün konuşmasının çok isabetli olacağını, hatta AKP içinde bazı karışıklıklara neden olabileceğini söyledi. Ben de “Eğer Gül bu konuda sessizliğini bozarsa, mutlaka Özhaseki’ye kefil olur. Başka türlüsü söz konusu olamaz” diye kendi görüşümü söyledim. Böyle düşünüyordum çünkü gerek Gül, gerek Özhaseki’yi 1991 genel seçimlerinden beri tanıyorum. O tarihten bu yana Kayseri’de beş ayrı seçim kampanyasını izledim ve Gül ile Özhaseki’nin RP-FP ve daha sonra da AKP saflarında çok uyumlu bir ikili oluşturduklarına defalarca tanık oldum. Yayının ardından Cumhurbaşkanı Gül’ün basınla ilişkilerden sorumlu başdanışmanı Ahmet Sever’i aradım. Ahmet çok yakın arkadaşımdır. Daha kendisine Köşk’teki atmosferi soramadan bana “yayında söylediklerinde haklısın, Sayın Cumhurbaşkanı, Mehmet Bey’e sonuna kadar kefil olduğunu bize söyledi” dedi. Ben de kendisine doğal olarak “Peki bunu kendisinin ağzından yazabilir miyim?” diye sordum. Bir müddet sonra Ahmet beni aradı ve Cumhurbaşkanı Gül’ün, haberin başındaki sözlerini aktardı ve “aynen yazabilirsin” diye ekledi.Evet Cumhurbaşkanı Abdullah Gül sonunda “taraf” olma riskini göze alarak çok eski bir dostuna tereddütsüz bir şekilde sahip çıktı. Kuşkusuz ana muhalefet partisi söz konusu yolsuzluk iddialarının peşini, Gül’ün bu açıklaması nedeniyle bırakmayacaktır. Hatta bundan böyle Özhaseki’yle birlikte sadece iktidar partisini değil, Cumhurbaşkanı’nı da hedef alacaklarını tahmin edebiliriz.Fakat cepheyi böylece genişletmenin CHP’nin lehine mi aleyhine mi olduğu epey tartışılır. Benim bu konuda ne düşündüğümü merak edenler varsa şimdilik şu kadarını söylemekle yetineyim: Cumhurbaşkanı Gül’ün sırf “arkadaş hatırı” için konumunu riske atmış olması bana hiç makul gözükmüyor. Yani CHP yöneticilerinin, Gül’ün kefaletinin ardından ellerindeki dosyaları eleştirel bir şekilde yeniden incelemeleri hiç de yanlış olmaz.