El Kaide’nin İslam dünyasına ettiği iyilikler

2 Şubat 2011

Tunus ile başlayıp Mısır’la süren ve kolay kolay da dineceğe benzemeyen Ortadoğu, Arap dünyası, hatta tüm İslam alemindeki altüst oluş ve değişim uzun zamandır ihmal edilen bir siyasi hareketi, İslamcıları yeniden gündeme getirdi. Bu da son derece normal çünkü İslami hareket bu coğrafyada en güçlü siyasal, sosyal, kültürel ve hatta ekonomik güç olarak sivriliyor. Öyle ki en zayıf oldukları Tunus’ta bile İslamcıların yeni oluşacak iktidar yapısında yer alması kimseyi şaşırtmayacak. Dolayısıyla otoriter/totaliter rejimlerin yıkılması durumunda yapılacak ilk özgür seçimlerden birçok ülkede İslamcıların birinci parti olarak çıkması, bazı yerlerde tek başına iktidara gelip, bazılarında da koalisyon hükümetlerinin büyük ortağı olmaları şaşırtıcı olmayacaktır.Bununla birlikte, bazılarının hayal ettiği ve bazılarının da çok korktuğu gibi, önce Ortadoğu’da ve giderek tüm İslam dünyasında “küresel bir İslam devrimi” yaşandığı yok, yaşanacağı da yok. Bunun birçok nedeni var. Öncelikle her ne kadar bazı ülkelerde Müslüman Kardeşler gibi kimi gruplar çok öne çıkıyor gözükse de hiçbir yerde yekpare bir İslami hareketten söz edilemez. Kimi ülkelerde bazı İslamcı gruplar birbirleriyle kanlı-bıçaklı olup normalde kendilerinden çok farklı gruplarla ittifaka gidebiliyorlar.İkinci olarak, her ne kadar “İslam ümmeti” veya “Arap milleti” gibi kavramlar sık sık tekrarlansa da ülkesel farklar kimi durumda belirleyici olabiliyor. Yani aralarında belli bir dayanışma söz konusu olsa bile hep birlikte hareket edecek bir “İslamcı enternasyonal”in hayali bile kurulamaz. Hatta son yıllarda Latin Amerika’da yeni işbaşına gelen bazı solcu liderlerin kurduğu türden bölgesel işbirliklerinin de çok kolay olamayacağını söyleyebiliriz.Çünkü her ne kadar on yıllardır varlık gösterseler de İslami hareketlerin tam anlamıyla kurumsallaşabildikleri söylenemez. Hiç kuşkusuz bunun birinci nedeni yaşadıkları ülkelerde temek hak ve özgürlüklerin son derece kısıtlı olması, demokrasiden eser bulunmamasıdır. Fakat buna ek olarak İslami hareketlerin de birçok kritik süreçte hiç de iyi sınav verememiş olmalarını da hatırlatmalıyız. Örneğin birçok ülkede sol ve/veya mlliyetçi hareketlere karşı mevcut rejime payanda olmaktan çekinmeyen İslamcılar, daha sonra sıra kendilerine geldiğinde genellikle yalnız kalmışlardır. Bu arada kimi İslami grupların kendi ülkelerinde rejimle aralarına mesafe koymalarına rağmen, mali nedenlerle Suudi Arabistan başta olmak üzere zengin Körfez ülkelerine bağımlı hale gelmiş olduklarını da hatırlatalım. İslamcıların bir bölümünün bir diğer vahim yanlışı da, özellikle İran Devrimi’nin ardından “silahlı mücadele”nin büyüsüne kapılıp bir tür “taşeron” haline gelmeleridir.Post-İslamcılıkÖte yandan özellikle son 10 yılda İslamcılığın çok büyük ölçüde değişip dönüştüğünü de hatırda tutmakta yarar var. Hiç kuşkusuz burada milat 11 Eylül 2001 terör saldırıları olmuştur. Şöyle ki 11 Eylül’le başta İslami hareketler olmak üzere İslam dünyasını daha radikal bir çizgiye çekmeyi hedefleyen El Kaide amacına kısmen ulaştı, ama büyük ölçüde hiç de beklemediği ve tasvip etmediği sonuçlara yol açtı, kısaca söyleyecek olursak 11 Eylül süreç içinde Müslümanları ve hatta İslamcıları daha ılımlı bir noktaya sürükledi.Bunun bir nedeni hiç tartışmasız, ABD başta olmak üzere Batı dünyasının “ya bizdensiniz ya onlardan” dayatmasıdır. Ama ikinci bir neden El Kaide çizgisinin tam da onun hitap etmek istediği kesimlerin büyük çoğunluğu tarafından benimsenmemesi, sindirilememesidir. Bunlara üçüncü bir noktayı daha eklemek istiyorum: El Kaide İslami radikalizmin çıtasını o kadar yukarı çekti ki birçok kişi radikal olmaktansa (ya da kalmaktansa) “ılımlı” olarak damgalanmayı bile göze aldı.Bu tespitimi şöyle açıklamaya çalışayım: 11 Eylül’den önce “cihad” kavramını uluorta kullanmak, “radikal” takılmak son derece kolay ve bedelsiz bir şeydi. Lise çağlarında kendisini “radikal İslamcı” hissetmeye başlayan biri eline bıçak bile almadan, kimseye fiziki bir zarar vermeden ve kendisi de hiçbir mağduriyet yaşamadan ölene kadar “radikal” kalabilirdi. Fakat El Kaide’nin radikalizmin tekelini ele geçirmesiyle birlikte durum kökten değişti. Çünkü artık radikal olduğunuz andan itibaren “intihar eylemcisi” olmayı da kabul etmiş oluyordunuz.İşte son günlerdeki altüst oluşlar, kısaca tarif etmeye çalıştığımız bu “post-İslamcı” zemin üzerinde yaşanıyor. Eğer yaşanmakta olan ve yaşanacak olanlara önkabul ve önyargılarımızdan olabildiğince uzak bir şekilde bakmaya çalışırsak korkacak bir şey olmadığını görür, tam tersine bütün bunlardan insanlık ve insanlar adına sevinmemiz gerektiğini çıkarabiliriz.

Devamını Oku

Türkiye Mısır’a benzer mi?

1 Şubat 2011

Aslında başlıktaki soruyu sormak bile ayıp olmalı. Ama önce Tunus, ardından Mısır’da yaşananlar üzerine öyle akıl almaz yorumlar yapılıyor ki Ortadoğu’nun ve dolayısıyla tüm dünyanın yeniden şekillenmesine kapı aralayabilecek olan altüst oluşlar hakkında sahici ve derin analizler yapmaya çalışmak yerine iç politikanın kısır çekişmelerine boyun eğmek, sığ sularda nafile bir şekilde kulaç atmak zorunda kalıyoruz.Soruya dönelim: Tabii ki benzemez. Hem de hiç benzemez. Hatta birbirlerine zıt iki ülkeden bile söz edilebilir. En basitinden iki ülkenin son 30 yılını katşılaştırdığımızda, Türkiye’nin bütün sancılarına, askeri darbelere, temel hak ve özgürlükler ihlallerine rağmen Mısır’ın fersah fersah ilerisinde olduğunu görürüz. Basitleştirip şunu bile söyleyebiliriz: Mısır’da sokağa dökülen yüzbinlerce insana sorulsa herhalde ezici bir çoğunluğu Türkiye gibi olma ihtimaline dudak bükmeyecektir.Hal böyle olunca Türkiye’de, bir Tunus, bir Mısır gibi sokak hareketleri için kampanya yürütmek ne anlama geliyor? Aslına bakılacak olursa “sokak” ve “meydanlar” bizim gibi demokrasiyle yönetilme iddiasındaki ülkelerde hiç de korkulacak şeyler değillerdir. Parti siyasetinin sıkıştığı, çözümden çok sorun ürettiği anlarda sokağa dökülen kitlelerin ülkeyi yönetenleri uyarması, onlara ayar vermesi demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Ama Türkiye’de “sokak” siyasi iktidarları hep korkutmuştur. Bunun son örneklerini de AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan sergilemektedir. Değişik toplum kesimlerinin her türlü hak arayışının ardında “provokasyon” arama ısrarı AKP ve Erdoğan’ın demokrasiye bağlılıkları konusunda haklı şüphelere neden olmaktadır.Öte yandan bugün Türkiye’den bir Tunus ya da Mısır çıkarmak isteyenlerin hatırı sayılır bir bölümünün de demokrasiye bağlılıklarından ciddi bir şekilde kuşkuluyum. Bazılarının yazıp söylediklerine baktığımda onların, Türkiye’nin Zeynel Abidin bin Alisini ya da Hüsnü Mübarek’ini devirip ülkeye demokrasi getirmeyi değil de seçimle işbaşına gelmiş hükümeti sokakta, hiç kuşkusuz askerin desteğiyle devirip, ülkenin başına, muhtemelen yine ordunun içinden çıkartacakları bir Bin Ali ya da Mübarek’i getirmeyi hedeflediklerini görüyorum.Yanlış anlamalara sebep olmamak için CHP’li üyelerin TBMM Adalet Komisyonu’ndan çekilip halkı “direniş”e çağırmalarıyla yukarda sözünü ettiğim arayışlar arasında epey bir fark bulunduğuna inanıyorum. Zira demokrasilerde “sivil itaatsizlik” yöntemleri son derece meşrudur, fakat 27 Mayıs 1967’dekine benzer darbelere günümüzde zemin hazırlamaya çalışmanın demokrasiyle en ufak bir ilgisi bulunmuyor. AKP hükümetinden memnun olmayanların yapması gereken, bu tür nafile girişimlerle vakit kaybetmek yerine Haziran ayındaki genel seçimler için kolları sıvamak ve iktidarı sandıkta değiştirmek için ellerinden geleni yapmak olmalıdır.Hama’yı unutmayalımİslamcı hareketler üzerine ilk çalışmaya başladığımda kaçınılmaz olarak Mısır merkezli Müslüman Kardeşler (İhvan) ile karşılaştım. İhvan hakkında ilk olarak GÈrard Michaud’nun Suriye İhvan’ı hakkında kaleme aldığı uzun bir makale okumuş ve çok etkilenmiştim. Gerçek adı Michel Seurat olan ve 1985 yılında Lübnan’da rehin alındıktan sonra hayatını kaybeden Fransız araştırmacı 1981 Şubat ayında Suriye’nin Hama kentinde yaşanan insanlık trajedisini çok çarpıcı bir şekilde tasvir etmişti. Dünya kamuoyunun nedense pek haberdar olmadığı Hama katliamı bundan tam 29 yıl önce, 2 Şubat 1981’de başladı. Edönemin Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat Esad’a bağlı askerler, İhvan’ın kalesi sayılan bu kenti kuşattı ve belli bir yaş grubundaki bütün erkekeri tutukladı; kent bobmalar ve buldozerlerle yerle bir edildi. Onbinlerce kişinin katledildiği ve yaklaşık 20 bin kişinin durumunun hâlâ belirsiz olduğu söylenir. Eğer Mısır’da Mübarek düşerse, iktidara gelir gelmez söz verdiği reformları bir türlü hayata geçiremeyen, Hafız’ın oğlu, Rıfat’ın yeğeni Başar Esad’ın da bu rüzgara kapılması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.Hiç de fena bir fikir değil.

Devamını Oku

Hiçbir ülke bu dalgadan kendini kurtaramaz

31 Ocak 2011

Hüsnü Mübarek’in ikisi de asker kökenli olan Ömer Süleyman’ı kendi yardımcısı, Ahmet Şefik’i de Başbakan olarak atamış olması, onun en acil derdinin, başta ordu olmak üzere güvenlik güçlerini kendi yanında tutabilmek olduğunu gösteriyor. Çünkü daha önce değişik zamanlarda dünyanın dört bir tarafında yaşandığı gibi, bir ülkenin güvenlik güçlerinin sokaklara dökülen kendi halkına kurşun sıkmayı reddetmesi söz konusu ülkedeki otoriter/totaliter rejimin ve onun başındaki liderin sonunun geldiğine işaret eder. Mübarek şimdilik “şiddet tekeli” üzerindeki kontrolünü koruyora benziyor ama bunun aldatıcı bir görünüm olduğu, Süleyman, Şefik ve rejimin diğer ağır isimlerini de peşine takarak Mısır’ı terk edeceği günler yakındır.İki kritik soruHal böyle olunca hemen akla iki soru geliyor: 1) Mısır’da yeni iktidar yapısı nasıl şekillenir; 2) Mısır’ı hangi ülkeler, nasıl takip eder? Birinci sorunun yanıtını daha önceki bir yazımda vermeye çalışmış ve özetle “bu aşamadan sonra Mısır’da İslamcıları dışlamanın imkanı yok” demiştim. Her ne kadar isyan hareketinin liderliğini Muhammed el Baradey yapıyor gözükse de Mısır’da rejimi farklı siyasi ve toplumsal hareketlerin bir tür koalisyonunun sarstığını ve bunda da Müslüman Kardeşler’in kritik bir rol oynadığını görüyoruz. Bu konuya ilerki yazılarda tekrar döneceğimizi belirtip bugün ikinci soruya yoğunlaşmaya çalışalım. Sahi Mısır’ı kim takip eder?Bu sorunun cevabını aramadan önce Mısır’ın bir şekilde Tunus’u takip etmiş olduğunu hatırlayalım ve şöyle devam edelim: Eğer İslam ve Arap dünyasında hayli sınırlı bir yeri olan Tunus bile (Mısır dahil) başka ülkelere ilham verebiliyorsa, Mısır gibi her iki alemin (ve dolayısıyla Ortadoğu’nun) en merkezi ülkelerinden birinde esmeye başlayan özgürlük rüzgarı diğer ülkelerde nice kasırga doğurmaya adaydır. Bunların hangi ülkeler olduğu sorulduğunda verilecek cevap, “toplumların özgürlüğe susamış olduğu ülkeler” olacaktır, yani daha açık konuşursak “hepsi”.İran dahilEvet ayrımsız bütün ülkeler: Saltanatla yönetilenler (Ürdün, Fas, Suudi Arabistan, Kuveyt...), cumhuriyetler (Suriye, Cezayir, İran...), askeri rejimler (Sudan, Libya...) Laik görünümlüler (Suriye, Cezayir, Fas...), şeriatla yönetildikleri söylenenler de (Sudan, İran, Suudi Arabistan...)Farkındayım, Tunus ve Mısır’ın ardından sıranın kimde olduğu sorulurken sıklıkla Ürdün, Fas, Yemen ve bir ölçüde de Suriye’nin adları anılıyor, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri ve hele İran’ın sözü pek edilmiyor. Fakat Tunus ve Mısır’da halkların ortak arayışlarından biri yoksulluk ve yolsuzlukla mücadeleyse, belki de dünyanın toplumsal adalet ve eşitlikten en uzak yerleri olan Körfez ülkelerinin bu rüzgardan etkilenmemesi mümkün olabilir mi?Yine aynı şekilde Tunus ve Mısır’da sokaklara dökülenlerin ortak sloganları özgürlük ve demokrasiyse, bu dalganın, daha yakın zamanda sokakları nice gösteri ve çatışmaya sahne olan İran’ı vurmaması düşünülebilir mi? Bazıları İran’ı bu listeye asla dahil etmiyor. Çünkü onlar Tunus, Mısır, Cezayir, Fas, Suriye ve aklınıza hangi ülke gelirse gelsin hemen tümünde rejimlerin karşısındaki en güçlü toplumsal ve siyasal gücün İslamcı hareketler olmasından yola çıkarak, bütün yaşananları bir tür “birleşik İslam devrimi” olarak görüyor veya görmek istiyorlar. İşin garibi bunu yapanlar sadece İslamcı olduğu iddia edilen kişiler değil, İslami hareketlere düşman olanlar içinde de yaşananları böyle okuma eğilimi hayli yaygın. Dolayısıyla dünyada ilk “İslami devrim”i gerçekleştirmiş ve “İslam cumhuriyeti”ni inşa etmiş olan İran’ın kesinlikle bu yaşananlardan etkilenmeyeceğine inanıyorlar. Hatta daha ileri gidip bunların arkasında “Tahran parmağı” arayanlar da olabilir.Yanılıyorlar. Ama bu tür düşünenleri çok fazla suçlamak da doğru olmaz. Çünkü son yaşananlar bildiğimiz bütün ezberleri bozmaya aday. Belki şöyle bir özet yapabiliriz: İslam dini, bundan türetilen kimi ideolojiler ve bunların etrafında şekillenen kimi örgütlenmeler hâlâ son derece güçlü, etkili ve kimi durumda belirleyici olsa da söz konusu ülkelerdeki temek çelişkiyi din ekseninde tarif etmek veya anlamaya çalışmak yanlış olacaktır. Toplumların esas arayışının ekonomik refah, eşitlik, özgürlük ve demokrasi olduğu görülüyor. İslami hareketler bu arayışlara katkıda bulunduğu ölçüde destekleniyor, zarar verdiği ölçüde de karşısında duruluyor.

Devamını Oku

Mısır’da İslamcıları dışlamanın imkanı yok

28 Ocak 2011

Mısır’da Hüsnü Mübarek rejiminin sallanması dünyanın dört bir tarafındaki özgürlük ve demokrasi savunucularını memnun ederken birçok devleti de son derece rahatsız ediyor. Rahatsızlar, çünkü Mısır’da yaşanacak herhangi bir köklü değişimin gerek Ortadoğu’da, gerek Arap dünyasında, gerekse İslam dünyasında çok esaslı altüst oluşları tetikleyeceğinin kesin olduğunu ve bundan birinci derecede zarar görebileceklerini biliyorlar. Rahatsızlar çünkü Mısır’daki sokak gösterilerinin nasıl bir seyir izleyeceğini, Mübarek devrilirse yerine nasıl bir rejimin inşa edileceğini kestiremiyorlar. Rahatsızlar çünkü Mısır’da rejimin devrilmesinin bölgede ve İslam dünyasında en az İran Devrimi kadar güçlü etkileri olacağını ve küresel anlamda yeni bir siyasal İslamcı dalganın kabarmasına vesile olacağını biliyorlar.Mısır’ın özellikleriHiç de haksız sayılmazlar, zira bölgede iyi kötü bir devlet geleneğine sahip ender ülkelerden olan Mısır, Arap dünyasının “merkezi” olmasının dışında, dünya çapında siyasal İslamcılığın doğduğu ya da en azından örgütlü bir şekilde boyverdiği ilk ülke olma özelliğine sahip. Mısır’da ortaya çıkan Müslüman Kardeşler uzun bir süredir, tıpkı birçok diğer Arap ülkesinde olduğu gibi Mısır’da da en güçlü ve örgütlü siyasal hareket olarak dikkatleri çekiyor.Bu iki özelliği nedeniyle Mısır’daki halk hareketi şu iki soruyu gündeme getiriyor: 1) Mısır’ın etkisiyle diğer Arap ülkelerinde de halk sokaklara dökülüp otoriter ve totaliter rejimleri devirir mi? 2) Mübarek’in iktidarını kaybetmesi durumunda, Müslüman Kardeşler başta olmak üzere İslamcılar yeni yönetimde yer alır mı? Aslında olası bir rejim değişikliğinden sonra İslamcıları dışlamak pek mümkün olmadığı için esas soru “İslamcılar tek başına iktidara gelir mi, gelemezlerse kimlerle nasıl bir koalisyon yaparlar?” olmalıdır. Diğer bir deyişle, Mübarek’in devrilmesi durumunda İslamcıların devre dışı kalacağı yeni bir rejim formülü söz konusu olamaz, olsa bile ömrü uzun olamaz.Sadece İslamcılar yokBununla birlikte Mısır’da İslami hareketin gücünü çok da abartmamak gerekiyor. Her şeyden önce bu hareketin tekparça olmadığını, içinde bir dizi farklılık ve çekişme barındırdığını bilmek şart. Örneğin Mısır, en acımasız radikal İslamcı grupların doğuşuna tanık olmuştur olmasına ama ana eğilimin “ılımlılık” olduğunu söyleyebiliriz. Son olarak Kıptilere yönelik terör eylemlerine karşı dindar Müslümanların çoğunun net bir duruş sergilemiş olduklarını gördük.Öte yandan Mısır’da İslamcılık yer yer Arap milliyetçiliğiyle, yer yer sol hareketlerle yakın ilişki içinde olabilmiştir, diğer bir deyişle barış içinde birarada yaşama ve ülkeyi birlikte yönetme ihtimali hayli yüksektir. Kaldı ki İslamcılık dışı akımlar, onun kadar olmasa da belli bir güce ve tarihsel geçmişe sahiptirler. Bu arada ülke nüfusunda Müslüman olmayanların oranının hayli yüksek olduğunu da akılda tutmalıyız.Baradey formülüPeki bundan sonra ne olur? Hiç kuşkusuz Mübarek iktidarını vermemek için elinden geleni yapacak ve yıkılmasından endişe duyan ABD, İsrail, Suudi Arabistan başta olmak üzere dış güçlerden her türlü yardım ve desteği talep edecektir. Fakat Mübarek artık kendisine yatırım yapılabilecek bir lider olma özelliğine sahip değil. Dolayısıyla Mısır’da çıkarları olan güçler, Mübarek’i gözden çıkarıp, ama onun rejimini büyük ölçüde muhafaza edebilmenin yollarını arayacaklardır. Bu bağlamda Muhammed el Baradey çok cazip bir isim olarak dikkat çekiyor. Ancak onun sokaktaki Mısırlıların talep ve beklentilerini karşılayabilme potansiyelinin fazla olduğu söylenemez. Yine de Batı’nın desteğini alması halinde Baradey Mısır’ın “geçici lideri” olabilir.

Devamını Oku

MHP barajın altında kalır mı?

27 Ocak 2011

Başlığa çıkartmış olmama aldanmayın, MHP’nin önümüzdeki genel seçimlerde yüzde 10 barajına takılıp takılmayacağını çok fazla merak etmiyorum. Çünkü böyle bir ihtimali son derece düşük görüyorum. Ama benim kişisel görüşüm, son günlerdeki siyasi tartışmaların dönüp dolaşıp bu soruda odaklandığı ve seçimlere kadar da büyük ölçüde böyle olacağı gerçeğini değiştirmiyor. Bu sorunun kaynağında iktidar partisinin bulunduğu muhakkak. Zira AKP çok basit ve anlaşılabilir bir nedenle önümüzdeki seçimlerde stratejilerini MHP’yi barajın altına çekme hedefi üzerine inşa etmiş durumda. AKP’liler şöyle bir mantık yürütüyorlar: “Eğer MHP barajın altında kalırsa, bu partinin 2007’de milletvekili çıkartmış olduğu İç ve Doğu Anadolu’da, hatta Karadeniz’de, buralarda CHP fazla etkili olamadığı için, en fazla, hatta tek kârlı çıkan biz oluruz. Bu da bizim, anayasayı tek başımıza değiştirmeye yetecek 367 milletvekili kazanmamızı sağlayabilir.”Burada bir parantez açıp, AKP’nin 367 milletvekili hedefine ulaşabilmek için, bağımsız adaylarla seçime girmesine kesin gözüyle bakılan BDP’nin Güneydoğu’dan ve Adana, Mersin, İstanbul gibi büyük illerden olabildiğince az milletvekili çıkarması için de çaba göstereceğini vurgulamalıyız. Çünkü daha önceki deneyimlerden çok iyi biliyoruz ki, Kürt kökenli seçmenler BDP ve AKP dışında partilere pek yönelmiyorlar.Asıl soruTekrar MHP’ye dönecek olursak: Önümüzdeki seçimlerin ana sorusunun aslında şu olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini düşünüyorum: “MHP’siz bir Meclis Türkiye için iyi mi olur, kötü mü?” Daha da açarsak: BDP’nin, 2007’de olduğu gibi, en azından grup kuracak kadar milletvekiliyle yer alacağı bir TBMM’de MHP’nin sözcülüğünü yaptığı hassasiyetleri kim temsil edecektir? TBMM’deki AKP grubu içinde yer alması muhtemel olan, “ülkücü” kimliklerinin önüne “eski” veya “bağımsız” sıfatları eklenmiş bazı şahsiyetler bu boşluğu doldurabilir mi? Hiç sanmıyorum.O zaman şu hayati soru önümüzde duracaktır: MHP ve ülkücü hareketin varlığını “sokak”ta sürdürmek durumunda kaldığı bir Türkiye’de, yeni, sivil bir anayasa nasıl yapılır ve daha önemlisi Kürt sorunu nasıl çözülebilir? Birbirlerini beslediğini çok iyi bildiğimiz Türk ve Kürt milliyetçilikleri arasında sağlam bir denge tutturamayan ve bunu cumhuriyet ve demokrasinin kalbi TBMM’ye taşıyamayan Türkiye’de istikrar ve barış nasıl mümkün olabilir?Yeni gerginliklerin eşiğindeBaşlığından itibaren, büyük ölçüde soru cümleleriyle dolu bir yazı kaleme aldığımın farkındayım. Bence bunun hiçbir sakıncası yok. Çünkü son derece hassas bir konuyu tartışıyoruz ve sorularımızın sayısının cevaplarımızdan fazla olması bu tartışmanın verimli gelişmesinin temel şartı gibi gözüküyor.MHP’nin yüzde 10’un altına düşmesine pek ihtimal vermediğimi söylediğimden hareket edip “O zaman sorun nerede?” diye soranlar çıkacaktır. Bu soruyu şöyle yanıtlayabilirim: AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın MHP’yi barajın altına çekme gayretleri bu partiyi daha da hırçınlaştırabilir ve seçim kampanyasının beklenmedik ve istenmeyen bir şekilde gergin geçmesine neden olabilir. Ve bu gerginliğin ardından oluşacak yeni TBMM (içinde ister MHP’liler de olsun, ister olmasın) ülkenin en ciddi sorunlarının çözümü için, mesela yeni, sivil bir anayasa yapmak için birlikte hareket etme şansına kolay kolay sahip olamaz.

Devamını Oku

Peki Hizbullah bu işe ne diyor?

24 Ocak 2011

CHP ile AKP, Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasındaki Hizbullah polemiği tırmanarak sürüyor ve ucunda adliye koridorları gözüküyor. Önce polemiği kısaca hatırlayalım: Başbakan Batman’da adını vermeden Hizbullah’ı eleştirdikten çok kısa bir süre sonra CHP Lideri AKP’yi Güneydoğu’da Hizbullah ile işbirliği yapmakla suçladı. Bunun üzerine Erdoğan ana muhalefet liderini “densiz, terbiyesiz ve namert” olarak niteledi.Peki tartışmada kim haklı? Hizbullah’ı uzun süredir yakından takip etmeye çalışan bir gazeteci olarak örgütün siyasi partilere ve yasal siyasi faaliyet konusuna bakışı hakkında birçok kez değerlendirmeler yapmıştım. Bunların üzerinden geçmeden önce, bilgilerimi kontrol etmek için Hizbullah hareketine yakın bir isimle sohbet ettim ve başlıktaki soruyu sordum: Peki Hizbullah bu işe ne diyor?Muhatabımın cevabı “Hizbullah bu tartışmanın hiçbir yerinde yer almıyor” şeklinde özetlemek mümkün. Ona göre Hizbullah’ın acil gündeminde siyasi partilere karşı nasıl tavır alınması, yaklaşan genel seçimlerde nasıl bir strateji izlenmesi gerektiği tartışmaları yer almıyor. Muhatabım, bazı yayın organlarında Hizbullah’ın önümüzdeki seçimlerde bağımsız adaylar çıkartacağının kesin bir dille ilan edilmesini, hatta daha ileri gidip, seçilecek Hizbullah yanlısı isimler nedeniyle TBMM’de yemin krizi yaşanacağından söz edilmesini hayretle izlediklerini vurguladı. Normalde “reklamın iyisi kötüsü olmaz” mantığıyla Hizbullah’ın bu son tartışmadan son derece memnun olması beklenebilir ama gözlemlerime göre örgüt bu durumdan epey rahatsız. Rahatsızlığın temelinde de Hizbullah’ın, şu ya da bu partinin (şu anki tartışmalarda AKP’nin) kuyruğunda sürüklenen, kendi bağımsız çizgisi olmayan bir hareket olarak betimlenmesi yatıyor.Üç eğilim“Peki Hizbullah yaklaşan seçimlerde ne yapacak?” sorusuna dönecek olursak, örgütün şu anki temel meselesi bu soru etrafında şekillenmediği için, bunu “ne yapabilir?” diye değiştirirsek bazı değerlendirme ve öngörülerde bulunabiliriz. Şöyle ki, Hüseyin Velioğlu’nun ölümünden sonra yeni bir evreye giren Hizbullah (ki ben bu dönemi “İkinci Hizbullah” olarak adalndırıyorum) içinde her seçim ve halk oylaması öncesi bu soru gündeme gelmiş ve kabaca üç eğilim ortaya çıkmıştı: 1) Eski dönemde olduğu gibi yasal siyasete zinhar dokunmamada ısrar; 2) Varolan siyasi partiler ya da ortaya çıkan bazı adaylar arasında tercih; 3) Kendi bağımsız adaylarını çıkarma. Sonuncu seçeneğin hep dile getirilip şu ana kadar hiç benimsenmediğini biliyoruz, fakat dernek, vakıf, gazete, dergi vb. çalışmalarında hayli mesafe kateden ve geldiği noktadan memnun da olan Hizbullah’ın kendi bağımsız çizgisini seçimlere de bağımsız adaylar aracılığıyla taşıması hiç de hayal değil. Fakat içinden geçtiğimiz sürecin şartları nedeniyle Hizbullah’ın Haziran seçimlerinde bu yola başvurmasını çok düşük bir ihtimal olarak görüyorum.“Seçimleri (ve dolayısıyla yasal siyaseti) boykot” tavrının yine kimilerince dillendirilmekle birlikte fazla benimseneceğini sanmıyorum. Fakat sorulduğunda “seçimleri tabii ki boykot edeceğiz” cevabını Hizbullahçılardan sıklıkla duyacağımız da kesindir. Sonuç olarak önümüzdeki seçimlerde Hizbullahçıların kendi adaylarını çıkarmayacaklarını, buna rağmen, çok heyecanla olmasa da sandığa gideceklerini tahmin ediyorum. Ancak örgütün taraftarlarına herhangi bir siyasi partiyi veya adayı işaret edeceğini de düşünmüyorum. Bunun yerine Hizbullah’ın birtakım ilkeler belirleyip, bunların ışığında tabanını seçimlerde serbest bırakmasını yüksek ihtimal olarak görüyorum. BDP’ye de oy çıkabilirBu bağlamda Hizbullah-AKP ilişkisine gelecek olursak: Yerel düzeyde kimi AKP yöneticisi ve/veya adayının Hizbullah ile temasa geçmesi veya geçmek istemesi mümkün, fakat iktidar partisinin Hizbullah oylarını kazanmak için genel bir strateji belirlemesi diye bir şey asla söz konusu olamaz. Her şey bir yana, AKP ile BDP arasında tereddütlü olan hatırı sayılır bir seçmen kitlesi, Hizbullah ile işbirliği içinde olduğunu düşünürse kolay kolay iktidar partisine oy vermez. Son olarak şöyle bir öngörüde bulunabilirim: Hizbullah tabanında Kürt kimliğini hayli ön plana çıkaran kişiler pekala BDP’nin göstereceği adaylara da yönelebilir. Çoğunluğu oluşturan İslami duyarlığı önceleyenlerse AKP ve SP arasında, adaylara göre tercih yapabilirler.

Devamını Oku

Hani bitaraf olan bertaraf olacaktı?

20 Ocak 2011

Başbakan Erdoğan, 12 Eylül referandumu öncesinde “Bitaraf olan bertaraf olur” diye TÜSİAD’ı uyardığında onu en çok alkışlayanlar arasında “liberal aydınlar” diye bilinen kesim dikkat çekiyordu. Bu bağlamda Taraf Gazetesi’nin TÜSİAD’a karşı Erdoğan’dan yana açıkça taraf tuttuğunu da çok iyi hatırlıyoruz.Dün ise Erdoğan ilk kez TÜSİAD Genel Kurulu’na katıldı, bu arada iş dünyasının önde gelen temsilcileri tarafından çok sıcak karşılandı ve son derece önemli mesajlarla yüklü uzun bir konuşma yaptı. Medya da haklı olarak olup bitenleri “buzlar eridi” diye yorumladı.Hükümetle iş alemi arasında buzların erimesinin, yine hükümetle “liberal” aydınların arasının bozulmasının hemen ardından gelmesi acaba sıradan bir raslantı mıdır? Acaba dün herhangi bir patron Başbakan’a, Ahmet Altan’a hem tazminat davası açıp hem hakkında suç duyurusunda bulunmuş olmasının yanlış olduğunu söylemiş midir? Eğer söylemişse Erdoğan’ın buna cevabı ne olmuştur?Bu sorular uzar gider ama asıl hayati soru “taraf olmak-bertaraf olmak” ilişkisinden hareketle sorulmalıdır. Yani şöyle: Hani bitaraf olan bertaraf olacaktı? Peki bu sorunun asıl muhatabı kimdir? Başbakan mı, yoksa onun bu çıkışını hararetle alkışlamış olanlar mı? Benim cevabım ikincisi olacaktır, zira Erdoğan’ın son derece pragmatist bir lider olduğunu biliyoruz. Kaldı ki referandum öncesi TÜSİAD’a aba altından sopa göstermiş olması yanlıştı, dün de yanlıştan dönmüş oldu diyenler de çıkacaktır. Ama Başbakan’ın sözlerini her şeyin önüne koyan “liberal” ve “demokrat” iddialı kişilerin bugün yine onun tarafından yalnızlaştırılmış olmalarını nasıl izah edeceklerini kestirmek zordur.Aslında işin başında yanlış yapılmıştı. “Bitaraf olan bertaraf olur” sözünün çoğulcu demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı hayli tartışmalı bir konuydu. Özellikle medyanın ve gazetecilerin ülkede yaşanan her kutuplaşmada bir taraf seçmeye zorlanması akıl alır bir şey değildi. Bu tespitten hareketle, tam tersine “taraf olan bertaraf olur” önermesinden hareket etmemiz gerektiğini defalarca savunmuş ve her seferinde taraf tutarak Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıda bulunduklarını ileri süren kişi ve çevrelerin küçümsemeleriyle karşılaşmıştım. Türkiye’de yaşanan onca çatışma, sancı ve tedirginliğin altında esas olarak “demokratikleşme” çabalarının değil, kıyasıya bir iktidar mücadelesinin sonucu olduğuna inanıyorum. Bana göre eski iktidar sahipleri yerlerini yenilere bırakmamak için direnirken, merkeze yeni taşınmış olanlarsa iktidarı eskilerle paylaşmaya yanaşmadıkları için onca gürültü ve sorunu yaşıyoruz. Biz gazeteciler, aydınlar vb. kendimizi ne kadar önemsersek önemseyelim, istesek de bu iktidar mücadelesinin bir parçası olamayız, zaten istememiz de son derece yanlıştır. İçimizden, kendini ülkede yaşanan o büyük değişim ve dönüşümün aktörlerinden biri, hatta başrol oyuncusu olarak görenler, kavga edenler aralarında belli mutabakatlara vardıklarında kolaylıkla bir kenara atılabiliyorlar. Hele çatışan taraflardan herhangi biri onları “lüzumsuz”dan öte “tehlikeli” gördüğü anda sert bir şekilde tasfiye bile edilebiliyorlar. Özetle çatışan taraflar aralarında anlaştığında olan iyiniyetli taraftarlara oluyor.

Devamını Oku

Hrant sahipsiz değil

19 Ocak 2011

Hayatım boyunca çok sayıda siyasi toplantı, miting, gösteri yürüyüşüne katıldım veya gazeteci olarak izledim. Onca tecrübeme rağmen bir toplantıya kaç kişinin katılmış olduğunu asla tahmin edemem, etmeye de çalışmam. Ama katıldığım veya izlediğim bu türden siyasi faaliyetlerin anlam ve önemini değerlendirme konusunda iddialı olduğumu söyleyebilirim. Bu girişten hareketle dün Agos Gazetesi önündeki Hrant Dink’i öldürülüşünün dördüncü yılında anma toplantısını son derece önemli ve anlamlı bulduğumu söylemek istiyorum.Hrant katledildiğinde ailecek ABD’de, Washington’da yaşıyorduk. Milyonlarca kişi gibi biz de kahrolduk ve uzaktan takip etmeye çalıştığımız cenaze töreniyle de bir nebze teselli bulduk. Daha sonraki anma toplantılarının hiçbirine katılma şansım olamadı. Ancak medyadan, bunlara katılan eşimden (Müge İplikçi) ve diğer tanıdıklarımdan bu ülkenin hâlâ Hrant’a sahip çıktığını duydum ve gördüm. İşte dün ilk kez kendi gözlerimle, olay yerinde bu sahiplenişe tanık oldum ve bu ülkede umudun kolay kolay tükenmeyeceğini bir kez daha memnuniyetle gözledim ve hissettim. Dün ayrıca, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının neden o kadar isabetli ve bir o kadar da rahatsız edici olduğunu bir kez daha anlamış oldum.Hükümet neden tutuk?Hrant’ın adı ne zaman geçse hep aklıma şu soru takılır: Neden Türkiye’deki “derin” yapılanmalara karşı cansiperane bir mücadele yürüten AKP hükümeti (ve onun değişik kesimlerden destekçileri) Hrant suikasti konusunda bu kadar pasif, ilgisiz ve hatta engelleyici bir tavır takınıyor? Bu soruyu daha da açabiliriz: Ergenekon, Balyoz, Kafes vb. davalarda Danıştay baskınını saymazsak hep birtakım “girişimler” veya “planlar”dan hareketle devlet içinde oldukça geniş kapsamlı bir ayıklama ve temizlemeye giden hükümet neden Dink davasında sonuna kadar gidip, günümüzde hâlâ aktif ve işbitirici oldukları kanıtlanmış bulunan derin yapılanmalardan kurtulmamızı sağlamıyorlar? Neden Dink suikastinin aydınlatılması için çabalayan bir avuç gazeteciye her türlü engel çıkartılırken, onların çabalarını sabote etmek için başka meslektaşlarına servis yapılır? Ve tabii şu soruyu da unutmamak lazım: Son günlerde heykel, alkol, tarihi dizi vb. tartışmalarıyla birlikte hükümetle iplerini koparma noktasına gelmiş olan bazı aydınlar, neden dört yıl boyunca, o kadar sahip çıktıkları Dink davası nedeniyle AKP’ye ve Başbakan Erdoğan’a açık, net ve sarsıcı eleştiriler getirmediler?Tutarsız görüntülerEğer Türkiye’nin daha özgür, demokratik ve çoğulcu bir ülke olmasında ısrarlıysak Hrant Dink suikastini sürekli olarak gündemde tutmamız ve yukarıdaki soruları ısrarla sormamız gerekiyor. Dink davasında ihmal, kusur veya sorumlulukları bulunduğu iddia edilen bazı devlet görevlilerinin, diğer yanda Ergenekon, Balyoz vb. davalarda “çok iyi işler çıkardıkları” gibi bir açıklamanın hiçbir anlamı yok, olamaz. Dink suikastinin aydınlatılmasına şu ya da bu şekilde, bilerek veya bilmeyerek engel olan herhangi bir şahsın, diğer davalarda, Türkiye’nin demokratikleşmesi için fedakârca gayret sarfediyor olması, bana hiç ama hiç inandırıcı gelmiyor. Bu nedenle Dink ailesinin yaptığı son başvuruya sonuna kadar destek verip suikastte olumsuz anlamda adı geçen herkesin şeffaf ve adil bir şekilde soruşturulması ve gerekiyorsa yargılanması için elimizden geleni yapmamız şart.Toprağın bol olsun HaykoDün konuştuğum Agos Gazetesi’nin genç Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş’tan, Hayko Manuel Eldemir’in Belçika’da ölmüş olduğunu öğrendim. Bilmeyenler için hatırlatayım: Eldemir bir Ermeni rahipti ve Atatürk ile Türklüğe hakaret ettiği iddiasıyla 12 Eylül askeri rejimi tarafından yargılandı. Hayko ile Hasdal Askeri Cezaevi’nde uzun bir süre aynı koğuşta yattık ve aynı “komün”de bulunduk. Bir buçuk yıllık cezaevi hayatımda tanıştığım en renkli kişinin Hayko olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Birçok arkadaşımın da aynı fikirde olduğunu biliyorum. Herhalde onlar da benim kadar üzülmüşlerdir. Toprağı bol olsun.

Devamını Oku