Dün Hasdal Askeri Cezaevi’nden, Balyoz Davası’nın 35 nolu sanığı Tümgeneral Ahmet Yavuz’un mektubunu yayınladım. Bugün kendisine ve onun üzerinden diğer cezaevi arkadaşlarına bir cevap yazmak istiyorum.Ahmet Bey,Siz de birçok kişi gibi, Ergenekon ve Balyoz süreçleri 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte yaşananları kıyaslamamdan rahatsız olmuşsunuz. “Bir dönemi zihinsel düzeyde sorgulamak, yermek ve hatta mahkum etmek başka bir şeydir. Bugün yaratılan hukuksuzluğu sergileme gayreti ile o dönem arasında bağ kurmak başka bir şeydir” diyorsunuz ama bence çok kötü yanılıyorsunuz.Neden yanıldığınızı izah etmeye çalışmadan önce birkaç basit karşılaştırma yapmak isterim. Aynı bina mı söz konusu bilmiyorum ama benim de hapislik maceram 1981 Nisan sonunda Hasdal Askeri Cezaevi’nde başladı, yaklaşık bir yıl sonra Metris’e sevk edildim. Keşke binaların dili olsa da sizlere bundan 30 yıl önce oralarda ne zulümlerin yaşandığını, bazı subayların bunları nasıl normal karşıladığını, hatta kimi zaman zevk aldığını anlatsa.Bir tutuklu için en heyecan verici günler ziyaret günleridir. Daha haftanız dolmadan helikopterlerle Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları sizleri ziyaret etti. Ne güzel! Ama benim aklıma, bir ziyaret günü, görüş alanına giderken sırf bana el salladı diye tartaklanan annem ve bunun hemen ardından cezaevi müdürü binbaşının beni kendi makam odasında bizzat dövüp hücreye atması geldi.Aramızda çok ama çok fark var. Bizlere 30 yıl önce, gardiyanlar başta olmak üzere karşımıza çıkan her asker kişiye “komutanım” diye hitap etmemiz dayatıldı. İstanbul askeri cezaevleri buna direndi, hatta sırf bu yüzden birçok arkadaşımızı kaybettik. Bugünse gardiyanlara, sizlere “Paşam” demeleri emrediliyormuş.12 Eylül döneminde askeri rejiminin nice adaletsizliğine, insanlıkdışı işkencesine, zulmüne maruz kalmış bir kuşağın bir ferdi olarak kimsenin ama kimsenin adaletsizliğe, işkenceye, zulme maruz kalmasını istemem; bu uğurda elimden gelen her şeyi de yaparım. Bu noktada sizlerin durumunuza bakacak olursak, “Bize adaletsizlik yapılıyor. Deliller uyduruluyor. Komploya kurban edilmek isteniyoruz” diyorsunuz. Özetle Türkiye’de “suçluyu suçsuz, suçsuzu suçlu gösteren mekanizmalar”ın varlığından şikayet ediyorsunuz. Şikayetinizde haklı olabilirsiniz ama şunu aklınızdan hiç çıkarmayın: Bugün ülkede yargı kimseye güven vermiyorsa bunun birinci sorumlusu askeri rejimler ve ordunun siyaset ve yargıya müdahale etmesidir.Eğer 12 Eylül’de yargılamalar evrensel normlara uygun yapılmış olsaydı, eğer 28 Şubat sürecinde ordu, yargı mensuplarını ayağına çağırıp onlara irtica brifingleri vermemiş olsaydı, günümüzde asker kökenli sanıkların adalet taleplerine kamuoyu daha fazla kulak kesilirdi.İntikam değilKimseden intikam alma peşinde değilim, değiliz. Hele 12 Eylül’ün faşizminin yükünü günümüzün subaylarına yüklemenin de bir başka zulüm olduğunu biliyorum. Ama aradan geçen onca yıla rağmen TSK’dan hiçbir şekilde bir özeleştiri çabası gelmemesi son derece anlamlıdır.İşte Ergenekon, Balyoz gibi davalar bu noktada birer fırsat olabilir. Mahkeme salonlarını, savunma kürsülerini, Türkiye’nin çok ihtiyacı olan bu yüzleşme için kullanmaya ne dersiniz? Sizlerden, 11 nolu CD konusuna ek olarak, Türkiye’nin yakın tarihi ve ordunun siyasi yaşama müdahaleleri hakkında ne düşündüğünüzü de duymak isteriz.Şayet bu ülkenin ordusunun, değişik dönemlerde, şu ya da bu bahaneyle kendi halkına reva gördüğü zulümlerden şahsen üzüntü duyduğunuzu belirtirseniz, hem siz, hem TSK, hem de Türkiye için seviniriz.Üzülmeseniz de biz yine sizin için üzülürüz.Son olarak, sizi üzen yazımın son cümlesini tekrarlayarak sizlere geçmiş olsun diyorum:Demek ki adalet her zaman ve herkes için lazımmış!
Bugün bir Balyoz sanığının Hasdal Cezaevi’nden yolladığı mektubu olduğu gibi yayınlamak istiyorum. Tümgeneral Ahmet Yavuz, göreceğiniz gibi, Balyoz sanığı askerlere 12 Eylül 1980 darbesi sonrası yaşadığımız zulüm ve adaletsizlikleri, gördüğümüz işkenceleri hatırlatmam üzerine bu mektubu yazma ihtiyacı hisstemiş. Yavuz’un mektubu hakkındaki görüşlerimi yarın kaleme alacağımı belirtip sizi mektupla baş başa bırakmak istiyorum:15 Şubat 2011 tarihli yazınızı okurken nasıl bir düşünce anaforuna kapıldığımı size tamamen anlatamam. Ancak “sivil” bir insan olarak “netice” alabilir miyim bilmiyorum. Ama denemeye karar verdim.Şöyle yazmışsınız: “Yıllarca kendilerini bu ülkenin ilk ve tek sahibi görmüş, buradan hareketle her türlü hak arayışını en sert yöntemlerle bastırmış, defalarca Türkiye’yi bir ‘açık hava hapishanesi’ ve daha acısı ‘işkencehanesi’ne çevirmiş olanların da sıra bir şekilde kendilerine geldiğinde hak ve hukuklarını aramaları son derece doğal ve doğrudur.”Kendisini bu ülkenin sahipleri arasında ve hizmetkarı olarak gören, her türlü hak arayışını saygıyla karşılayan ve hak arayanın yanında olan, hayatının hiçbir döneminde şiddete başvurmamış, Güneydoğu’daki 4 yıllık hizmetini bölge halkı ile kardeşçe kucak kucağa geçirmiş, kendi askerine kendi çocuğundan öte bir özen göstermiş bir insan olarak; hak aramanın benim içinde doğal olduğunu ifade etmiş olmanızı ve bu cümleyi bir ünlem ile bitirmenizi, doğrusu sizin hak anlayışınız konusunda beni şüpheye düşürdü. Oysa başta tv programınız olmak üzere sizi zevkle izlemiştim.Bir dönemi zihinsel düzeyde sorgulamak, yermek ve hatta mahkum etmek başka bir şeydir. Bugün yaratılan hukuksuzluğu sergileme gayreti ile o dönem arasında bağ kurmak başka bir şeydir. Bu yapılan doğruları içerdiği gibi yanlışları da kapsayabilir.Ben 35 nolu “Balyoz” sanığıyım. 11 Şubat günü, mahkemede, mealen şunu ifade ettim: “Sayın başkanım, ben delil yetersizliğinden beraat eden bir darbe sanığı olmak istemiyorum. Sizden dileğim, 11 nolu CD’yi itibar sahibi ve uluslararası üne sahip bir kurma emanet etmenizdir. Oradan çıkacak sonuçlara rıza gösterelim. Eğer bu CD’nin içinden çıkanlar delil mahiyetinde ise müdahillerin müdahil olma taleplerini ben kabul ediyorum ve darbeci olarak yargılanmak istiyorum.”Karşılığında tutuklandık. Bu hukuk mudur?Bugüne kadar bu CD’nin imajı bize verilmemiştir. Sanıklar lehine olan yüzlerce delil mahiyetindeki bilgi iddianameye dahil edilmeden adli emanete kaldırılmış ve ancak bir ay önce bize verilmiştir. Bu hukuksuzluk ile mücadele etmek yersiz, faydasız ve gereksiz midir?Hukuksuzluğu hiçbir zaman savunmayız. Haksızlıkları da savunmamalıyız. Geçmişte yapılan haksız ve hukuksuz uygulamalardan gurur duyacak değiliz. Akıllı insanlar öğrenen, ders çıkaran insanlardır. Bizim de hayattan çıkardığımız bir sürü ders vardır. Olması gereken de budur. Ancak geçmişte sözünü ettiğiniz olumsuz gelişmelere vesile olanları kişisel olarak mahkum etmek yerine; bir dönemi karalayarak, bugün bir iftira (Balyoz Planı) olarak gündeme getirilen ve yargıya taşınan bu konunun mağdurlarının hak aramasını müstehzi bir tarzda yazı konusu etmenizi size yakıştıramadım.Bir gün yüzyüze gelebilirsek, bu sahteciliği, bütün boyutları ile size anlatabilirim.Yarın çok büyük mahcubiyet yaşamak istemiyorsanız, lütfen tamamen dijital montaj ürünü suni delillere dayalı olarak ortaya konulan dosyayı inceleyiniz, tutarsızlıkları rahatlıkla saptayabilirsiniz. Arzu ederseniz sizi daha fazla bilgilendirebilirim.Selamlarımla,Tümgeneral Ahmet YavuzHasdal, 15 Şubat 2011***12 Eylülzede subayların beklentisiİktidar partisi Yüksek Askeri Şura kararıyla ordudan atılanlara bazı haklar tanımak için bir yasa hazırlığı içinde. İsabetli bir düşünce. Ne var ki 12 Eylül darbesinin ardından, 1980-1983 arası dönemde o tarihte YAŞ olmadığı için yaklaşık 300 civarında subay üçlü kararnameyle ordudan atıldı. Astsubay ve askeri öğrencilerle bu sayının 1000 civarında olduğu tahmin ediliyor. CHP Edirne Milletvekili Rasim Çakır’ın, 12 Eylülzede subay ve astsubaylar için de “özlük haklarının iadesi” önerisi nedense komisyonda dikkate alınmadı. Eğer AKP, son referandumda söz verdiği gibi 12 Eylül ile hesaplaşmak, o dönemin mağdurlarının haklarını iade etmek istiyorsa işe pekala buradan başlayabilir.
ABD’nin çiçeği burnunda Ankara Büyükelçisi Frank Ricciardone önceki gün öyle bir çıkış yaptı ki, tıpkı Cem Yılmaz’ın Türktelekom Arena reklam filinde olduğu gibi, aynı anda iki ayrı kaleye birden gol attı. İlk golü yiyen hükümettir. Ve bu golün birçok açıdan anlamı bulunuyor. Sıralamaya çalışalım:1) Ricciardone, AKP hükümetinin Ankara’ya atanmasını dört gözle beklediği bir isimdir. Daha önce görev yapmış olduğu için Türkiye’yi çok iyi tanıyan Ricciardone’nin AKP’ye yönelik bir önyargısı olmadığı söyleniyordu. Hatta Amerikan Kongresi’nin onamasını geciktirmesinin ardında onun iktidarla arasına gereken mesafeyi koyamayacağı, buna karşılık muhalefetle arasını hayli açacağı yolundaki kaygıların etkili olduğu söyleniyordu. Bülent Arınç, Hüseyin Çelik ve Beşir Atalay’ın peş peşe yaptıkları “sert” olarak tanımlayabileceğimiz açıklamalar onun iktidar partisi saflarında açık bir hayal kırıklığı yaratmış olduğunu gösteriyor.2) Başbakan Erdoğan, daha Mübarek bırakıp gitmeden, Mısır başta olmak üzere bölge ülkelerinde halkların özgürlük ve demokrasi taleplerine ilgisiz kalamayacaklarını, bu ülkelerde yaşanan sıcak gelişmeleri “tribün”den izleyemeyeceklerini söylediğinde belli bir kesim “başka ülkelerin içişlerine karışma” olacağı gerekçesiyle kendisine karşı çıkmıştı. Buna karşılık, “demokrasi, temel hak ve özgürlükler” gibi konuların artık hiçbir ülkenin içişleri sayılamayacağına inananlar (bunlara kendimi de dahil edebilirim) kendisine destek vermişti. Bu tartışmaların hemen ardından Ricciardone’nin “basın özgürlüğü” gibi çok hassas ve temel bir konuda Türkiye’de yaşananlardan kaygı duyduğunu belirtmesi her şeyin altüst olmasına yol açtı. AKP yetkililerinin Amerikan Büyükelçisi’ni “Türkiye’nin içişlerine karışmak” ile suçlamalarının en azından ciddi bir tutarsızlık olduğu oratadadır.3) Başbakan Erdoğan, Ortadoğu’daki son gelişmeler üzerine Amerikan Başkanı Obama ile bir zamanlar Turgut Özal’ın Baba Bush ile yaptığı gibi düzenli görüşüyor ve bu ilişkiyi bir halkla ilişkiler unsuru olarak kullanıyor. Ama Ricciardone’nin Washington tarafından anında arkalanan (zaten yönetimden bağımsız yapılmamış olduğu hemen sezilmiş olan) çıkışı, ortada resmedilmeye çalışıldığı gibi “eşit” bir ilişki olmadığını gözler önüne serdi.Ulusalcıların yediği golRicciardone yaptığı çıkışla ikinci golü ulusalcıların kalesine atmış oldu. Malum ulusalcı çevreler Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmaların arkasında bir şekilde Washington’un bulunduğunu düşünüyor. Hatta bunları salt bir “Amerikan komplosu” olarak görenlerin çoğunlukta olduğunu bile tahmin edebiliriz. Bu bakış açısı polisin bastığı Odatv internet sitesinde baskındı. Hatta baskının, Ergenekon sürecine Amerikan ajanlarının dahil olduğunu kanıtladığını iddia ettikleri videoyu yüklemelerinin hemen ardından yapılmasının kesinlikle raslantı olmadığını iddia ettiler.Her ne kadar dünkü ikinci açıklamasında bir ölçüde geri adım atmış olsa da Ricciardone’nin Odatv baskınından duydukları rahatsızlığı ifade etmiş olması ulusalcı saflarda önce şaşkınlık, ardından rahatsızlık ve sonuç olarak tam bir kafa karışıklığı yaratmış durumda. Kuşkusuz çoğunluk Amerikalıların samimiyetini ciddi olarak sorguluyor, fakat bu tür beklenmedik bir çıkışın altında neyin yattığını ve daha önemlisi bunun ne tür siyasi sonuçlara yol açacağını; bütün bunlardan Ergenekon ve benzeri süreçlerin nasıl etkileneceğini çok merak ediyorlar. Gerçekten merak edilmeyecek gibi değil!
Başlığa bakıp, Soner Yalçın ve arkadaşlarından sonra hangi gazetecilerin Ergenekon soruşturmasına dahil edileceği üzerine spekülasyon yapacağımı sananları hayal kırıklığına uğratacağım. Neredeyse eli kalem tutan herkesin, sevmedikleri, nefret ettikleri ve şu ya da bu şekilde susturmak istedikleri gazetecilerin listesini yaptığı bir ülkede yaşamanın utancı yeter de artar bile. Biz uç kutupların kara liste yazıcılarını kendi ayıplarıyla başbaşa bırakıp gözlerimizi Ortadoğu’ya çevirelim. Malum Tunus’tan sonra Mısır’da da yılların otoriter rejimi yerle bir oldu ve gözler diğer ülkelere çevrildi. Yemen, Bahreyn, Libya ve İran’dan peş peşe gösteri haberleri geliyor. Bu arada birçok bölge ülkesinde otoriter/totaliter yöneticilerin ömürlerini daha da uzatabilmek için çeşitli manevralara başvurduklarını da gözlemliyoruz. Fakat onların bu hayli utangaç reform kırıntılarının Ortadoğu’da yükselen özgürlük ve demokrasi taleplerini bastırabilmesi mümkün gözükmüyor.İran’daki muhalif ruhPeki sırada hangi ülke var? Daha Mübarek gitmeden, 1 Şubat günü, “hiçbir ülke bu dalgadan kendini kurtaramaz” diyerek gerek saltanatla yönetilenler (Ürdün, Fas, Suudi Arabistan, Kuveyt...), gerek cumhuriyetler (Suriye, Cezayir, İran...), gerekse askeri rejimler in (Sudan, Libya...); bu arada hem laik görünümlüler in (Suriye, Cezayir, Fas...), hem de şeriatla yönetildikleri söylenenler in (Sudan, İran, Suudi Arabistan...) potada olduğunu yazmıştım.O yazıda da belirttiğim gibi, genel kanının aksine Ürdün, Fas, Yemen , Suriye gibi ülkelerden önce Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri yle İran’ın sıralamada öne çıkacağını düşünüyorum.Evet İran! Tam da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Tahran’da, İran’ı yönetenlere “protesto gösterilerinden korkmayın. Onlara izin verin” dediği sırada bu ülkenin sokakları yeniden karıştı ve gösteriler sırasında yer yer çatışmalar yaşandı. Göstericilerin güvenlik güçleri dışında rejim yanlılarının da saldırılarına maruz kalması tabii ki akla Mısır’ı getiriyor. Mübarek yandaşlarının Tahrir Meydanı’nda estirdiği kısa süreli dehşetin rejimin yıkılışını hızlandırdığı ortada. Bakalım İran’da süreç nasıl gelişecek.Yine de elimizde çok sayıda ipucu mevcut. Muhammed Hatemi’yi üstüste iki kez cumhurbaşkanlığına seçerek reform beklentilerini dile getirmiş olan İranlılar, Hatemi ve ekibinin, toplumun beklentisinden ziyade rejimin bekasını gözetmesi nedeniyle çok büyük bir hayalkırıklığına uğradılar. Ama özellikle genç kuşakların başını çektiği özgürlük ve demokrasi mücadelesi sona ermedi. Hatta İran’ın bölgede bu anlamda başı çektiğini, daha çevre ülkelerde yaptak bile kımıldamazken seçimlere hile karıştırıldığı iddiasıyla sokaklara dökülen binlerce İranlı kanıtlamıştı.İslamcı domino teorisiMısır’dan sonra sıranın İran’da olup olmadığı sorusu, Ortadoğu’daki ayaklanmaların asıl hedefinin ne olduğu yolundaki tartışmaları aydınlatması bakımından da son derece önemli. Malum bazı çevreler, Tunus, Mısır ve diğer bölge ülkelerindeki ayaklanmaların eninde sonunda İslamcıların ellerini güçlendireceğini ve bunun da doğrudan İran’ın nüfuzunu artıracağını ileri sürüyorlar. Mısır başta olmak üzere bölge ülkelerinin çoğunda İslami yapıların en güçlü hareketleri oluşturduğu ve yeni inşa edilecek rejimlerde İslamcıları dışlamanın mümkün olmadığı bir gerçek olmakla birlikte, bu ülkelerin neredeyse tümünün er ya da geç “şeriat düzeni”ne geçeceği iddiası hayli abartılı. Eğer İran da Tunus ve Mısır’ın ardından giderse, “İslamcı domino teorisi” anında çökmüş olacak ve bölge halklarının ortak arayışının, din temelli bir rejim değil, kendilerine daha fazla hak, özgürlük ve refah vadeden demokratik yönetimler olduğu ortaya çıkacak. Böylesi bir durumda Ortadoğu’da daha önce benzeri pek görülmemiş demokrasi deneyleriyle karşılaşacağımız aşikârdır. Evet çok zor, farkındayım. Ama Türkiye, Mısır ve İsrail’le birlikte bölgenin en kilit ülkesi olan İran’da da demokrasi yolu açılırsa gerisi nispeten daha kolay olacaktır.
12 Eylül 1980 askeri darbesinden kısa bir süre sonra, 9 Şubat 1981 günü gözaltına alındım ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü 1. Şubesi’nde (şimdiki Terörle Mücadele’ye denk geliyor) diğer yüzlerce kişi gibi yoğun bir şekilde işkence gördüm. İşkence aralarında alt kattaki hücrelere indirildiğimizde aramızdaki sohbetlerin büyük kısmı, eğer ileride bir gün işkencecilerimizi ele geçirirsek ne yapacağımız üzerineydi. Orada dile getirilen “intikam fantezileri”nin hiçbir önemi yok, önemli olan o şartlar altında bile içimizden bazılarının, her ne şart altında olursa olsun asla kimseye işkence yapmayacaklarını oldukça açık ve kararlı bir şekilde dile getirmeleriydi.Bizler, sürekli olarak, farklı farklı konularda “hesap soracağız” sloganlarının atıldığı faaliyetler içinde yoğrulmuş bir kuşağız, ama zaman geçtikçe, tabii eski gücümüzden de uzaklaştıkça, içimizdeki intikam duyguları, hesap sorma heyecanı giderek köreldi. İyi mi oldu bilmiyorum ama çoğumuz birer “makul insan” haline geldik. Fakat 12 Eylülcüler makul olandan o kadar uzak, o kadar acımasız ve insanlık onuruna o kadar saygısızdılar ki yaşadıklarımızı istesek bile unutabilecek durumda değiliz.Bütün bunları niye mi yazıyorum? Dünkü yazımı 12 Eylül’ün intikamını bugünkü subaylardan almak istediğim ve dolayısıyla son Balyoz tutuklamalarından memnun olduğum şeklinde okuyanlar olmuş. Yanılıyorlar. Benim yaptığım, günümüzde tutuklanan subaylara “aramıza hoşgeldiniz” demekten ibaret. Bu arada zamanında bir askeri cezaevinden diğerine nakledildiğimizde, görevli subayların büyük bir şehvetle bize reva gördükleri “hoşgeldin dayağı” gibi sadist bir uygulamaya tevessül edecek de değilim. Evet, aramıza hoşgeldiniz! İçinizden bazıları 12 Eylül döneminde de görev yapıyordu ve hiçbirinizden o tarihteki adaletsizlikler ve zulümler konusunda üzgün ya da pişman olduğunuzu duymadık.Şahsen intikam peşinde değilim. Birçok arkadaşımın da bu duyguyu çoktan aşmış olduğunu biliyorum. Ama bizden o dönem hiç yaşanmamış gibi yapmamızı, bütün ülkeyi bir açıkhava cezaevine, hatta işkencehaneye çevirmiş olduğunuzu unutmamızı da beklemeyin. Sizler geçmişin özeleştirisini ciddi ve inandırıcı bir şekilde yapmadıkça, bizler de size bu utancı her vesileyle hatırlatacağız. Eğer buna da “intikam” diyorsanız, varsın adı “intikam” olsun!Odatv olayıDün NTV’deki Yazı İşleri programında da söylediğim gibi, Odatv adlı internet sitesinin polis tarafından basılması ve sahibi Soner Yalçın ile üç çalışanının gözaltına alınması basın ve ifade özgürlüğüne indirilmiş çok ağır bir darbedir. Odatv ve Yalçın’ın muhalif duruşları yüzünden bu operasyonun yapıldığı yolundaki, her geçen gün daha da güçlenen kanaatin savcılar (ve polisler) tarafından nasıl bertaraf edilebileceğini açıkçası kestiremiyorum. Hemen hemen aynı zamanlarda gazeteciliğe başladığımız Soner Yalçın ile kelimenin gerçek anlamıyla “ayrı dünyaların insanları”yız. Yıllar boyunca temel birçok meselede zıt görüş açılarına sahip olduk. Son olarak Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalara da çok farklı açılardan baktık. Gazetecilik yapış tarzlarımızın da farklı olduğunu, ilgilisi bilir. Bu noktada, Odatv’yi düzenli olarak izlediğimi, başarılı bulduğumu ama beğenmediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Ama bir insan sadece kendisi gibi olanların değil, kendisinden farklı düşünenlerin, hatta düşmanlarının da hak ve hukukunu gözetmesi halinde demokrat olabilir. Maalesef Türkiye ve Türk medyası “kendine demokratlar” ile dolu. Nitekim Odatv baskınından sonra “geç bile kalındı”, “sonra da şunları alın” diye sevinç çığlığı atanları da gördük. Bu “leş kargaları”nın içinde yolları bir ara Odatv ile kesişmiş olanların da bulunması kafaları daha da karıştırıyor.Medyada kendisi gibi düşünmeyenlere her şeyi mübah görenler sadece tek bir kutupta yer almıyor. Daha geçenlerde bir meslektaşımız, aralarında benim de bulunduğum 25 kişilik bir “kin tutulması” gerekenler listesi yayınladı. Ne diyeyim, Allah sonumuzu hayır etsin!Üzülmez üzdüSon bir not İbrahim Üzülmez için. Beşiktaşlı değilim ama sırf onun hatırına olabilirdim. “Temiz” olduğu her halinden belli olan “Deli İbo”nun dünkü basın toplantısını izlerken çok üzüldüm. Detaylara girmeye gerek yok, her halinden pis bir provokasyona kurban gittiği anlaşılan hemşerime sevgilerimi iletiyorum.
Gerek Türkiye’de, gerek Ortadoğu’da üst üste yaşanan gelişmeleri serinkanlı bir şekilde takip etmek giderek zorlaşıyor. Her şeyden önce olup bitenleri anlama ve anlamlandırabilme için gerekli olan en temel kavramlarda anlaşamıyoruz. Örneğin Mısır’da yaşananlar ucunun nereye varacağı belli olmayan bir “halk ayaklanması” mıdır, Nasır’la başlayıp Sedat ve Mübarek’le süren otoriter bir rejimi sonlandıran bir “devrim” mi, yoksa devlet aygıtı içinde iktidarın el değiştirmesi anlamında bir “darbe” mi?Mısır’da yaşananları bir “devrim” olarak görmeyen, görmek istemeyenlerin birden fazla gerekçesi var. Bazılarını, kendi ağızlarından sıralamaya çalışalım:* 21. yüzyılla birlikte “devrimler çağı” da sona erdi. Bu tespiti tekzip edercesine değişik coğrafyalarda yaşanan ve genellikle renklerle tanımlanan “devrim”ler kısa süre içinde fiyaskoyla sonuçlandı ve birçok durumda gelen sahiden gideni atarır oldu.* Mısır çok büyük, yönetilmesi çok zor ve jeopolitik açıdan son derece değerli bir ülkedir. Bu ülkede köklü bir devrime, önde gelen iç ve dış dinamikler kesinlikle izin vermezler.* Onyıllardır süren otoriter rejim nedeniyle Mısır’da sivil toplum yeterince güçlenememiştir. Her ne kadar Müslüman Kardeşler başta olmak üzere İslamcılar belli bir etkinliğe sahip olsalar da ülkeyi yönetme kapasitesinden hayli uzaklar.* Kaldı ki İslamcıların iktidarı ele geçirme ihtimali hem içerde, hem de dışarda ciddi kaygılara yol açmaktadır.Devrimlerin kaderiMısır’da bir “devrim”in söz konusu olmadığını ileri sürenler, ordunun Mübarek’ten sonraki geçiş sürecinin sorumluluğunu üstlenmiş olmasının kendilerini haklı çıkardığını söylüyorlar. Eğer bu “geçiş” süreci yıllarca sürecekse dedikleri doğru olabilir. Ama ordunun ilk günden itibaren göstericilerin en hayati taleplerini kabul etmesi, örneğin Mübarek döneminin parlamentosunu feshetmesi, burada bir “iktidar darbesi” yaşandığı yolundaki yorumların fazlasıyla aceleye gelmiş olduğunu bize gösteriyor.Evet Mısır’da yaşananlar bildiğimiz devrimlerden çok farklı özellikler sergiliyor olabilir, ama yeni olanların ne olduğu ve ne anlama geldiği üzerine kafa yormak yerine daha işin başında “buradan bir şey çıkmak” diye kestirip atmak, en azından yüzbinler, hatta milyonlarca Mısırlının kendilerini riske atarak gösterdikleri direnişe ve yürüttükleri mücadeleye saygısızlık etmek anlamına gelir.Mısır’da demokratik bir sistemin geleceği tabii ki garanti değil. Hatta Mübarek’i aratacak yeni bir otoriter, hatta totaliter yönetim ihtimali hayli düşük olsa da vardır. Nitekim yakın tarihte yaşanan neredeyse bütün devrimlerden, bir süre sonra devrimin başlangıç ilkelerine ihanet eden devletler türemiştir. Fakat ihtimal hesaplarını hep olumsuz bir şekilde yapıp kötümser senaryoları bir kader gibi dayatmanın bir manası yok. Hatta şöyle bir iyimserlik de geliştirebiliriz: Günümüzde önce kendi çocuklarını yiyen devrimler devri kapanıyor.Balyoz’un balyozuTekrar gerçekçi olalım ve Mübarek’in gittiği gün Türkiye’de yaşananlara bakalım: Balyoz Davası kapsamında çoğu muvazzaf 163 subaya tutuklama kararı çıkmış olmasına ne ad vereceğiz: Demokratikleşmede bir devrim mi, yoksa bir karşı-devrim mi yaşıyoruz? Ergenekon süreciyle birlikte ülkemizde yaşanan kutuplaşmanın dozu her geçen gün artıyor, saflar iyice ayrışıyor ve kızışıyor ama şurası da çok açık: Taraflardan biri hep kaybediyor.Ergenekon sürecinin ilk dönemlerinde, her operasyonun ardından gözler TSK’ya çevrilir ve “asker ne yapacak?” sorusunun cevabı aranırdı. Artık bu soru sorulmuyor. Öyle ki daha önce bazı sanıkların yakınlarının (Dursun Çiçek’in kızı, Çetin Doğan’ın kızı ve damadı gibi) tek tek çaba göstermelerine tanık olurken bu sefer sanık ailelerinin ortak inisiyatif geliştirme çabalarına tanık oluyoruz. Hayli geç kalmış ve sonuç alma ihtimali hayli düşük bir çaba. Ama en azından bu vesileyle bir nebze “sivil” olmayı da öğrenebilirler.Yıllardır kendilerini bu ülkenin ilk ve çoğu durumda da tek sahibi görmüş, buradan hareketle her türlü hak arayışını en sert yöntemlerle bastırmış, defalarca Türkiye’yi bir “açık hava hapishanesi” ve daha acısı “işkencehanesi”ne çevirmiş olanların da sıra bir şekilde kendilerine geldiğinde hak ve hukuklarını aramaları son derece doğal ve doğrudur.Demek ki adalet her zaman ve herkes için lazımmış!
Sonunda Mübarek çekip gitti. Mübarek de gittiğine göre, özellikle Batı’da dillerde olan o meşhur soru bundan böyle daha sık ve vurgulu bir şekilde karşımıza çıkacak: İslam demokrasiyle bağdaşır mı? Peki bu soru neden soruluyor? Kuşkusuz ilkin, İslam dünyasının demokrasi konusunda tam anlamıyla fakir olması nedeniyle. Türkiye başta olmak üzere bir-iki istisna sayılmazsa, İslam ülkelerinin otoriter ve totaliter rejimler tarafından yönetiliyor olması yüzünden kimileri “yoksa kusur İslam dininin kendisinde mi?” diye soruyorlar. Bu yaklaşım tarzının son derece yanlış, önyargılı ve ayrımcı olduğunu; kökeninde de yıllarca İslam toplumlarını ezip sömüren sömürgecilik ve yeni-sömürgeciliğin olduğunu düşünüyorum. Bu sorunun Mısır’daki olaylarla birlikte yeniden gündeme gelmesinin ikinci nedeni, Mısırlı isyancıların demokrasi istediklerini hiç tartışmaya yer bırakmayacak şekilde haykırmaları. Onlar demokrasi istedikçe özellikle Batı’da şu tarz dudak bükmelerle karşılaşıyoruz: “Göstericiler demokrasi istiyor ama bakalım Mısır gibi halkın çoğu Müslüman olan bir ülkede bu mümkün mü?”Son olarak, birçok İslam ülkesinde olduğu gibi Mısır’ın da en güçlü toplumsal, kültürel ve siyasi hareketinin İslami hareket olması bu soruyu tekrar tekrar sorduruyor. Sünni dünyanın en eski ve en köklü İslami hareketi olan Müslüman Kardeşler (İhvan), bilindiği gibi 1928 yılında Mısır’da kuruldu ve oradan tüm Arap dünyasına yayıldı. İhvan’ın Arap olmayan topluluklarda da belli bir etkisi olduğunu biliyoruz. Günümüzde İhvan’ın en güçlü olduğu yerin yine Mısır olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. (Tabii bu arada Hamas adını alan Filistin Müslüman Kardeşlerini de akılda tutalım)İslamcılar ve demokrasiEğer Mısır’da özgür seçimler olursa İhvan’ın sandıktan birinci parti çıkması hiç şaşırtıcı olmaz. Hatta Müslüman Kardeşler eğer isterlerse, yapılacak genel seçimlerden tek başına iktidar bile çıkarabilirler. İşte bu ihtimaller baştaki soruyu bugünlerde yeniden popüler kıldı. Halbuki Mısır’da yaşananların da çok net olarak gösterdiği gibi soru yanlış soruluyor. Eğer bir soru sorulacaksa bu “İslam demokrasiyle bağdaşır mı?” değil “İslami hareketler ve İslamcılar demokrasiyle bağdaşır mı? Onu benimseyip içselleştirebilirler mi?” olmalıdır. Çünkü daha önce değişik ülkelerde de söz konusu olduğu gibi Mısır’da da İslamcıların sandık yoluyla iktidara gelme ihtimali ortaya çıkınca hemen “sandıkla gelirler ama yapacakları ilk iş sandığı kaldırmak olur” şeklindeki itirazlar hemen ortalığı kapladı. Siyasetbilimi terminolojisinde “demokrasiyi rehin alma” olarak tanımlanan bu öngörü ne derece gerçekçidir? İtiraz sahiplerinin verdiği ilk ve belki de son örnek İran’dır. Şah rejimini İslamcıların başını çektiği, ama farklı sol grupların da hayli etkin olduğu bir ittifakın devirdiği, ama bir süre sonra Humeyni’nin bütün otoriteyi kendi elinde toplayıp eski müttefiklerini sırayla tasfiye ettiği gerçeği hafızalardan kolay kolay silinemeyeceği için “demokrasinin rehin alınması” riskini dile getirenlere burun kıvırmak o kadar kolay değil.Yine de İran’ın çok özel bir örnek olduğuna (öyle özeldi ki İran rejimi onca uğraşmasına rağmen devrimini hiçbir yere ihraç edemedi) ve onun İslam dünyasının demokratikleşmesinin engellenmesinde bir bahane olarak kullanıldığına inanıyorum.İhvan’ın gösterdiği dikkatİslam-demokrasi ilişki hakkındaki şüphe ve kaygılar o kadar yaygın ve etkili ki Mısır’da İhvan’ın son derece dikkatli hareket ettiğini gözlüyoruz. Öyle ki en azından belli bir geçiş süreci için iktidarı diğer muhalif gruplarla, hatta Mübarek rejiminin bazı artıklarıyla paylaşmaya hazır ve niyetli bir İhvan var karşımızda.Ama Müslüman Kardeşler ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu soru Demokles’in kılıcı gibi tepelerinde sallanacak ve onların hareket kabiliyetini epey sınırlandıracaktır.
Süheyl Batum’u yıllardır tanırım. Çok sayıda destekçisi olduğunu bilip tahmin etmeme rağmen son birkaç yıldır yazıp söylediklerinin beni epey şaşırttığını itiraf etmeliyim. Bunu kendisine de söylemişimdir. Onun da benim yazıp söylediğim birçok şeyi yadırgadığını, sevmediğini biliyor ve tahmin ediyorum. Bütün bunlar son derece normal. Eninde sonunda Türkiye’de demokrasi ve fikir özgürlüğü var veya en azından varolduğu iddia ediliyor. Ama Batum’un “Yeni CHP”de üst düzey görevler üstlendikten sonra aynı üslubunu sürdürüyor olması işin rengini değiştiriyor. Hiç kuşkusuz Batum’u o görevler için uygun görenler, onun yazıp söylediklerini biliyor, hatta muhtemelen bunları beğeniyorlardı. Yine hiç kuşkusuz, “parti içi demokrasi” maalesef bizde çok az olan, ama sonuna kadar iyi bir şeydir. Yine de bunların hiçbiri, Batum’un, birbirinden farklı konularda, öncelikle parti içindeki diğer yöneticileri, daha sonra parti tabanının hatırı sayılır bir bölümünü, en nihayet, toplumun belli kesimlerini rahatsız edecek, zor durumda bırakacak çıkışlar yapmasını açıklamıyor, doğrulamıyor.Eski günler özlemiÖrnek olarak Batum’un son sözlerine bakalım: “Koca bir askeri yıktılar, meğer kağıttan kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz, meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı hop diye yıktılar. Ancak CHP’yi yıkamadılar.”Batum bu sözlerinden “darbe tahrikçiliği” yorumu türetilmesine karşı çıkıyor. Kusura bakmasın ama genel olarak CHP’ye sempatik bakan birçok aklı başında tanıdığım, tıpkı benim gibi, bu sözlerin “eski günlere bir özlem”i ifade ettiğini düşünüyor ve o “eski günler”in pek de “güzel günler” olmadığını biliyor.Batum’un askeri eleştirirken sorumluluğu ABD’ye atması da apayrı bir konu. Türkiye’deki tüm askeri darbelerin arkasında, içinde ve hatta bir şekilde önünde olduğunu bildiğimiz ABD’nin, şimdi TSK’nın içinin boşaltılmasını gerçekleştirdiğini ileri sürmek ne derece “bilimsel”dir? Bir de tabii şu var: “ABD ordumuzun içini oymuş” basitliğinden ne derece akılcı ve etkili bir anti-emperyalizm çıkartılabilir?TSK’nın özenli diliBereket Batum’un TSK’yı eleştirirken gösterdiği özensizliği, TSK yaptığı açıklamada sergilemedi. Açıklamanın son bölümündeki “Kendi görüşleri doğrultusunda kamuoyu oluşturmak isteyen siyasilerin, Türk Silahlı Kuvvetleri’yle ilgili söylemlerinde daha özenli olmaları ve asker üzerinden siyaset yapmamaları beklenmektedir” sözleri, TSK’nın son yıllarda yaşananlardan olumlu anlamda ders çıkartmış olduğunu da kanıtlıyordu.Batum ise bu açıklamanın kendisine yönelik olmadığını savunup, “Sözlerim TSK’yı üzerse ben de üzülürüm” dedi ki burada da bir başka vahim hatayla karşı karşıyayız. Ana muhalefet partisinin genel başkan yardımcısı, neden öncelikle sivil topluma değil de askere bakar? Kamuoyunda farklı kesimlerden sözlerine eleştiri geldiğinde üzülmeyen Batum neden “asker üzülürse üzülür”? İçerden sarsılan CHPBuradan Batum’un Zonguldak’taki çıkışının son cümlesine gelmek istiyorum. Yani “Ancak CHP’yi yıkamadılar” sözlerine. Baykal’ın beklenmedik istifasıyla Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde yeni bir yola giren CHP çok kritik eşiklerden geçti ve daha da geçmek durumunda. Bu nedenle, özellikle parti üst yönetimine dışardan katılan yeni isimlere çok büyük görevler düşüyor. En azından “taze kan” sunamasalar bile CHP’den kan almamaları bekleniyor.Fakat kimi eski, kimi yeni, çok sayıda CHP yetkilisinin sanki birbirleriyle yarışırcasına ve her seferinde Kılıçdaroğlu’nu zor durumda bırakarak (CHP Lideri sık sık şu ya da bu parti yöneticisinin şu ya da bu sözünün partiyi bağlamadığını açıklamak zorunda kaldı, bu gidişle daha da kalacağa benzer) rol çaldıklarını veya çalmak istediklerini görüyoruz. Bu durumun kendilerine ne kazandırdığını bilmem ama CHP’ye çok şey kaybettirdiği ortada. Özetle “dışardan” yıkılamayan CHP “içerden” epey sarsılıyor.