Ansızın gelen tahliyelerle Türkiye’nin gündemine yeniden oturmuş olan Hizbullah’ı ne yapacağımızı hâlâ bilemiyoruz. Mahkeme yargıcına “fazla oksijen” aldığı izlenimi veren Ergenekon sanığı Arif Doğan’ın “Hüseyin Velioğlu’na Hizbullah’ı bizzat ben kurdurdum” demiş olması bile derdimize derman olmuyor çünkü Doğan sözlerini “ama bugünkü Hizbullah başka” diye sürdürüyor. Galiba Türkiye’nin büyük çoğunluğu, tahliye edilenlerin bir an önce tekrar cezaevine konulmasını ve Hizbullah’ın adının bir daha asla anılmamasını tercih ediyor. Çünkü Hizbullah insanlara ürküntü, dehşet ve korku veriyor. Olabilir ama yoksaymanın Hizbullah söz konusu olduğunda hiçbir işe yaramayacağını düşünüyorum. Bunun yerine Hizbullah’ın, özellikle Kürtler arasında ciddi bir şekilde kök salmış toplumsal, kültürel ve siyasi bir realite olduğunu kabul edip onunla nasıl bir arada yaşanabileceğinin yollarını aramak gerekiyor. İşte bu düşünceden hareketle, birileri bıksa, kızsa veya artniyet arasa da Hizbullah üzerine yazıp çizmeyi sürdürmekte kararlıyım.Operasyonların amacıBu uzun girişin ardından önceki gece Hizbullah’ın önde gelen isimlerinden Hacı İnan başta olmak bazı kişilerin örgütle bağlantı iddiasıyla gözaltına alınmaları konusunu irdelemek istiyorum. Gözaltı haberini ilk aldığımda, tahliyeden sonra sırra kadem basan Hizbullahçıların yakalanmaya başladığını düşündüm. Yanılmışım, İnan, tahliye edilenler arasında düzenli bir şekilde karakolda imza veren ender isimlerden biriymiş. Onun gözaltına alınması ülke çapında Hizbullah’a yönelik düzenlenen operasyonlarla bağlantılıymış.Evet son günlerde Adana, İzmir, Mersin, Gaziantep gibi illerde Hizbullah’a yönelik operasyonlar yapılıyor ve çoğu bazı dernek ve vakıflarda üye veya yönetici olan çok sayıda kişi adliyeye sevk ediliyor. Güvenlik güçlerinin Hizbullah konusunda sarsılmış olan imajlarını tazeleme arayışları ne kadar etkili olmuştur bilemem ama son operasyonların çok akıl kârı olduğunu düşünmüyorum. Bu noktada bunları, KCK operasyonlarına benzetiyorum.Çok basit bir akıl yürütmeden hareketle ortaya çıkan bir soruyla görüşümü açıklamaya çalışayım: Bir zamanların dehşet saçan örgütünün ağırlığının hemen hemen tümünü yasal faaliyetlere hasretmiş olması mı daha iyidir, yoksa bir zamanlar olduğu gibi tamamen yeraltında varlığını sürdürmesi mi? Hizbullah hareketini yıllardır takip etmeye çalışan bir gazeteci olarak, son 10 yılda ağırlık verdikleri yasal çalışmaların örgüt üye ve yöneticilerini ciddi ölçüde değiştirip dönüştürdüğünü gözlemliyorum. Tabii ki yakın geçmiş akılda tutulacak olursa, bu çok kolay ve hızla tamamlanabilecek bir süreç değil. Ve yine Hizbullah bu süreci tek başına katedip tamamlayamaz.Tercihinizi yapınBu bağlamda genel kamuoyunun, ama daha çok devletin ve onun ilgili birimlerinin baştan stratejik bir tercih yapıp nasıl bir Hizbullah’ı tercih ettiklerine karar vermeleri gerekiyor. Eğer tahmin ve temenni edileceği gibi silahtan mutlak bir şekilde arınmış bir Hizbullah arzulanıyorsa bunun zeminin yaratılmasında devlet üstüne düşen görevi yerine getirmekle yükümlüdür. Bu açıdan bakıldığında son operasyonların Hizbullah içinde varlıklarını hâlâ koruyan şahinlerin, yani silah bırakmamada ısrar edenlerin ellerini güçlendirdiği ortadadır. Tabii burada oldukça spekülatif bir ihtimal de karşımıza çıkıyor: Acaba devletin içinde herhangi bir kanat veya çevre, yarın bir gün belki ihtiyaç hasıl olur diye Hizbullah’ın silahla bağını tamamıyla koparmasını arzu etmiyor olabilir mi?Dediğim gibi spekülatif bir ihtimal. Ama diyelim ki birileri böyle bir hayalin peşinde, geçmişteki deneyimlerinden sıkı bir ders çıkarmış olduklarını düşündüğüm (ve gözlemlediğim) Hizbullahçıların bir daha kendilerini kullandıracaklarını pek sanmıyorum.
Cumartesi akşamından itibaren kendisini “Galatasaray camiası” içinde görenlerin önünde üç soru var: 1) Yeni stadın açılışında yaşananları bir sorun, hatta kriz olarak görmeli miyiz? 2) Ortada bir kriz varsa bunun sorumlusu/sorumluları kimdir? 3) Bu kriz nereye doğru evrilir, nasıl çözülür?Kendisini bu camia içinde gören (Galatasaray Lisesi mezunuyum. Kulüp üyesiyim. Mevcut kulüp yönetiminde, biri sınıf arkadaşım olmak üzere tanıdıklarım var...) biri olarak bazı gözlem ve görüşlerimi dile getirmek istiyorum. İlk sorudan başlayacak olursak: Her ne kadar Başbakan Erdoğan’ı yuhalayan pek çok tanıdığım yaptığından pişman olmasa, yine camia içinden çok sayıda kişi bu protestoyu “Galatasaray ruhu”na uygun bulup yüceltse ve hangi kulüpten olduğunu bilmediğimiz ama Erdoğan’ı sevmediklerinden emin olduğumuz epey kişi, çevre ve kurum protestocuları göklere çıkartsa da yaşadığımız tek kelimeyle bir “kriz”dir.Kazanan yokÜstelik kazananın olmadığı bir kriz söz konusu. Çünkü GS’ye bir şekilde ülkeyi 9 yıldır tek başına yöneten ve kamuoyu araştırmalarına göre birinci parti olma özelliğini sürdüren AKP’ye karşı bir “muhalefet odağı” misyonu yüklenmek istiyor ki bunun altından kalkması asla mümkün değildir. Kaldı ki ülke çapında en fazla taraftara sahip olduğu söylenen GS’nin bünyesinde çok sayıda AKP’ye oy vermiş ve yine vermeyi düşünen, bu arada Erdoğan’ı çok seven kişi bulunmaktadır. Dolayısıyla kulübün “partilerüstü” konumunu şu ya da bu nedenle terk etmesi bir nevi intihar olacaktır veya en iyimser ifadeyle onu belli bir toplum katmanının sınırları içine hapsedecektir. Öte yandan herhangi bir spor kulübünün siyasi iktidarlarla arasına mesafe koyarak, hatta ona kafa tutarak etkili bir şekilde varlığını sürdürebilmesi maalesef Türkiye şartlarında mümkün değildir. Açılıştaki olaylarda GS camiasının, yeni stad söz konusu olduğunda bu acı gerçekle bir kez daha karşılaşmış olmasının da payı muhakkak vardır. Bu kriz AKP ve Erdoğan’ın da hayrına değildir çünkü yeniden tek başına iktidar olmayı, hatta yeni bir anayasa yapmayı hedefleyen bir siyasi partinin GS gibi bir spor kulübünü karşısına almasının hiçbir mantıklı açıklaması olamaz. Kriz yönetme beceriksizliğiKrizin sorumluları üzerine çok uzun bir liste yapabiliriz, ama ben krizin neden çıktığını şöyle özetlemeyi yeğliyorum: Adnan Polat yönetimi yeni stadı GS tarihinde (ve dolayısıyla kendi tarihlerinde) beyaz bir sayfa açmak için kullanmak istedi. Hükümet de hele seçimler bu kadar yaklaşmışken, epey katkıda bulunmuş oldukları stadın açılışında bulunmak istedi. Taraftarların bir bölümü, ayrı ayrı gerekçelerle hoşlanmadığı Adnan Polat ile Tayyip Erdoğan’ın birlikte karşılarına çıkmasından rahatsız oldu. Polat yönetiminin bu krizi önceden göremediği anlaşılıyor.Görmüş olsalardı bile bunu nasıl engelleyebilecekleri şüpheliydi. Zira bir süredir GS camiasında iletişim mekanizmaları ya işlemiyor ya da soru çözmek yerine yenilerinin doğmasına vesile oluyor. Sonuçta Polat yönetimi, her an GS için yeni facialara neden olabilecek bu krizin bundan sonrasını yönetme konusunda hiç de iyi sinyaller vermiyor. Örneğin Başbakan’ın gönlünü almak için kameralardan birkaç kişi tespit edip onları stada sokmama gibi bir uygulamaya gidilmesi telafisi imkansız yeni krizlere kapı açacaktır. Açılışta, zaten istim üzerindeki taraftarı daha da ateşleyen TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’a karşı nasıl bir tutum takınılacağı da ayrı bir soru olarak ortada duruyor. Bu arada, durumdan vazife çıkartıp GS camiasına akılları sıra hakaretler sıralama kuyruğuna giren “kraldan çok kralcı” siyasetçi ve bürokratı da unutmayalım.Ne yapmalı?Peki ne yapmalı? Bazı Galatasaraylılar yegane çözüm olarak Polat yönetiminin acil olarak istifa etmesini dayatıyorlar.Katılmıyorum. Yaşadığımız krizin üzerine bir de yönetim krizi GS’yi iyice zor durumda bırakacaktır. Bunun yerine öncelikle “Ne yapmalı?” sorusunu samimi bir şekilde soranlar bir araya gelmeli ve mevcut yönetimin kendisine çekidüzen vermesini dayatmalı ve bu konuda ona yardımcı olmalıdır. Galiba bu noktada atılması gereken ilk adım Adnan Polat’ın kendisinin, herşeye ve herkese tepeden bakan tavrını (veya bu yöndeki imajını) değiştirmesi olmalıdır.Unutmayalım Cumartesi akşamında yaşananlardan sonra GS camiası tam anlamıyla kaynayan bi kazana dönüşmüş durumda ve Galatasaraylılar birbirlerine, lisemizin efsanevi müdürü Tevfik Fikret’in şu dörtlüğünü yolluyorlar:Kimseden fayda ummam, dilenmem kol kanat...Kendi boşluk ve gök kubbemde uçar giderim...Eğilmek, esaret zincirinden ağırdır boynuma...Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şairim.
Başlık sizi aldatmasın, bu yazıda değineceğim kitaplardan sadece biri Amerikalı bir yazarın, Graham Fuller’in kaleminden çıkmış ki o da bir süredir Kanada’da yaşıyor. Diğer iki kitapsa ABD’de yaşayan iki Türk’ün çalışması: Cihan Tuğal ile Zeyno Baran. Bu arada eşi Matt Bryza’nın Bakü Büyükelçiliği kararı nihayet Başkan Obama’nın devreye girmesiyle kesinleştiği için Baran da Azerbaycan’a yerleşme hazırlıklarına başlamış olmalı. Önce Fuller’in “İslamsız Dünya” (Çeviren Hasan Kaya, Profil Yayıncılık) kitabına göz atalım. CIA’de uzun yıllar üst düzey görevler yapmış olan ve bu kapsamda Türkiye’de de bulunan (ve Türkçe de öğrenen) Fuller İslam ve İslamcılık üzerine çok sayıda makale ve kitap kaleme aldı. İslamcı hareketleri çok önemseyen ve Batı’nın (tabii başta ABD’nin) onlarla diyalog kurması gerektiğini savunan Fuller son kitabında okuru uzun bir tarihsel yolculuğa çıkarıyor ve sonunda en iyi bildiği alana, çağdaş dünyada İslam ve buna bağlı olarak siyasi şiddet/terörizm konularını irdeliyor.Dolayısıyla kitabın en çarpıcı kısımları sonlarda yer alıyor. Özellikle “Ne Yapmalı?” başlığı altında ortaya attığı, “Teröristlerle müzakere olur mu?”, “Terörizm nasıl son bulur?” gibi sorulara verdiği cevaplar kesinlikle dikkat çekici ve ufuk açıcı. Fuller’in kitabıyla ilgili sözlerimizi, onun Amerikan yönetimine sunduğu öneri/önermelerin sonuncusuyla noktalayalım: “İslami (yerel) radikalizmin üstesinden gelinmesine ilişkin yalnızca (yerel) Müslümanlar çözüm bulabileceklerdir.”“Diğer Müslümanlar”Amerikan yeni-muhafazakârlarının ana üslerinden Hudson Enstitüsü’nde çalışan Zeyno Baran’ın İslamcılık konusunda Fuller’in tam karşısında yer aldığını söyleyebiliriz. Baran, ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin, İslam dünyasındaki radikal akımlara kayıtsız kalamayacaklarını, kalmamaları gerektiğini savunuyor. Ve Batılı devletlere partner olarak Fuller’in yaptığı gibi İslami hareketleri asla önermiyor, bunların yerine “ılımlı Müslümanlar”ı öne çıkarıyor. İşte Baran “Diğer Müslümanlar” (Çevrien Handan Saraç, Remzi Kitapevi) adlı kitabı bu perspektiften hareketle hazırlamış. Kitaba makaleleriyle katkıda bulunan, bir kısmı ABD ve Avrupa’da yaşayan 10 kişinin ortak özelliği, kendilerini “laik” ve “demokrat” olarak tanımlamaları; bazıları geçmişte içinde yer almış olsalar bile (hatta belki de o yüzden), İslamcılığa karşı mücadeleyi hayatlarının en önemli uğraşı olarak görmeleri. Zaten “Diğer Müslümanlar”ın en dikkat çekici yönü, yazarların tezlerini İslam’ın temel kaynaklarından ziyade kendi yaşamöykülerinden hareketle açıklamaya ve savunmaya çalışmaları.“Pasif Devrim”Son olarak çalışmalarını bir süredir Berkeley’de Kaliforniya Üniversitesi’nde sürdüren Cihan Tuğal’ın “Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” (Çeviren Ferit Burak Aydar, Koç Üniversitesi Yayınları) adlı kitabından söz etmek istiyorum. Boğaziçi Üniversitesi kökenli Tuğal’ın, İslam-siyaset ilişkisi konusunda yeni kuşak Türk sosyal bilimcilerin en parlak isimlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Tuğal’in kitabının ana eksenini İstanbul Sultanbeyli’nde yürüttüğü saha çalışması oluşturuyor ve tüzyüze yaptığı görüşmeler ve yerinde gözlemlerden hareketle radikal İslamcı akımlar ile aktörlerin önce Refah Partisi, ardından AKP tarafından nasıl sisteme entegre edildiklerini anlatıyor.Tuğal’ın, Mısır’da engellendiğini, İran’da başarısızlığa uğradığını saptadığı “pasif devrim”in Türkiye’de gerçekleşmiş olduğuna dair tezi çok geniş ve verimli bir tartışmaya kapı açıyor.
Hizbullah’ın üst düzey yöneticileri ve militanlarının büyük çoğunluğunun tahliyesi toplumda neden bu kadar yaygın ve derin bir şoka yol açmış olabilir? Bu sorunun cevabını öncelikle Hizbullah’ın kendisinde aramalıyız. Öncelikle cumhuriyet tarihinin en gizli, en acımasız ve en fazla dehşet saçan örgütünün söz konusu olduğunu akılda tutalım. Bu örgüt PKK yanlıları gibi “düşman” bellediği kesimlerin dışında rakip İslamcı örgütlere, çok fazla etkili olmasalar bile belli bir saygınlıkları olan dindar şahsiyetlere ve kendi üyelerine karşı da çok acımasız davrandı. Bu nedenle Türkiye’nin muhafazakâr kesimleri de dahil olmak üzere pek fazla seveni yoktur. Ne var ki kendisini kuşatan bu nefret halesine rağmen Hizbullah, Güneydoğu’da ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde çok güçlü bir sosyal tabana hep sahip olmuştur.İşte bu kadar “sevilemeyen”, “istenmeyen” ve “unutulmak istenen” örgütün en üst düzey isimlerinin ellerini kollarını sallayarak dışarı çıkmaları ve sevinç gösterileriyle karşılanmaları kamuoyunu allak bullak etmiş durumda. Şöyle ki tahliye olan Hizbullahçılar bu uğurda hiçbir adım atmadılar, herhangi bir şekilde pişmanlık göstermediler, hatta geçmişte yaşananların aleni bir özeleştirisine de yönelmediler. Nitekim cezaevi kapısında yapılan ilk açıklamalar, Hizbullahçıların “girdikleri gibi çıktıkları”nı gösteriyor.Özetle söylemek gerekirse kamuoyu hâlâ “Nasıl ouyor da oluyor?” sorusuna kilitlenmiş durumda. Aslında bu soru son derece meşru. Zira öyle anlaşılıyor ki eğer 17 Ocak 2000 günü İstanbul Beykoz’daki çatışmadan, tıpkı Edip Gümüş ve Cemal Tutar gibi sağ çıkmış olsaydı, bugün diğerleriyle birlikte, Hizbullah’ın kurucusu ve lideri Hüseyin Velioğlu da tahliye edilmiş olacaktı! Kısacası, ortada herhangi bir yanlış, kusur vs. varsa bunlarda Hizbullahçıların hiçbir sorumluluğu bulunmuyor. Güvenlik güçleri tarafından yakalanıp hapse konuldular ve 10 yıl sonra adli makamlar tarafından serbest bırakıldılar.Yüzleşmeden kaçmaToplumda şokun esas nedeninin Hizbullah gerçeğiyle yüzleşmekten ısrarla kaçılması ama bu gerçeğin ısrarla toplumun karşısına çıkmasıdır. Hatırlayalım: Kökü 1980 öncesine giden, 1980 sonlarından itibaren Güneydoğu’da hayli etkili olan ve birçok cinayete imza atan Hizbullah’tan kamuoyu nedense Beykoz Operasyonu ile haberdar oldu. Ardından domuz bağları, işkence kasetleri ve gömülü cesetlerle örgütü tanıdığını sandı ve hemen ardından onu unutmayı tercih etti. Halbuki Hizbullah sadece bunlardan ibaret değildi. Örneğin bu kadar acımasız bir yapılanmanın nasıl binlerce sempatizanı bulunduğu, neden onca operasyonun ardından yok olmadığı, hatta kısa bir süre sonra daha güçlü bir şekilde yoluna devam ettiği sorgulanmadı. Kamuoyunun Hizbullah gerçeğiyle sahici bir şekilde yüzleşmemesinin ilk sorumlusu devlet, ikincisi de medyadır. Devlet, özellikle de onun derin uzantıları, Hizbullah’ı her zaman “esas tehlike” olan PKK’yı dengelemede bir unsur olarak gördükleri için örgütün sadece bir “dehşet mekanizması” değil aynı zamanda kendi başına varolan bir toplumsal olgu olduğunu gizlemeye çalıştılar. Medya da bu tür konularda genellikle olduğu gibi devletin kuyruğundan gitti ve hep tek yönlü bir Hizbullah portresi çizdi.İşte son tahliyeler, 10 yıl önceki peş peşe gelen operasyonların ardından “kâbus bitti” diye derin bir nefes almış olan kamuoyunun yüreğini ağzına getirdi. Ne var ki Velioğlu dönemindeki Hizbullah’ın, örgüt içinde bunun için çabalayan unsurlar bulunsa da, bir daha geri döneceğini sanmıyorum. Kuşkusuz Hizbullah varlığını eskisine kıyasla daha güçlü ve aynı zamanda bambaşka bir şekilde sürdürecektir. İşte Hizbullah’ın bundan sonra nasıl bir rota izleyeceğinde genel kamuoyunun, medyanın ve bütün organlarıyla devletin, tabii bu arada PKK çizgisinin, ona karşı nasıl bir tutum takınacakları da etkili, hatta belirleyici olacaktır.
Edip Gümüş, Cemal Tutar, Hacı İnan ve daha bir sürü isim.Bundan yaklaşık 10 yıl önce Türkiye’yi derinden sarsan Hizbullah örgütünün önde gelen isimlerinin neredeyse hepsi teker teker tahliye oluyor. Nasıl daha önce PKK’lıları silah bırakmaya teşvik amacıyla hazırlanıp bir “Pişmanlık Yasası”ndan öteye geçemeyen “Topluma Kazandırma Yasaı”ndan da en çok Hizbullah sanıkları yararlanmışsa, bugün de tutukluluk sürelerinin başlıbaşına cezaya dönüşmesini engellemek için uygulamaya konulan CMK’nın 102. Maddesi’nden de en çok Hizbullahçılar yararlanacağa benziyor veya onların yararlanıyor olması dikkat çekiyor. Her ne kadar bu tahliyeler “beraat” ya da “af” anlamına gelmese de, diğer bir deyişle şimdi tahliye edilen kişilerin bir bölümü ilerde davaları sonuçlanınca epey ağır cezalara çarptırılacak olsalar bile Hizbullah yanlılarının tahliyeleri birer şenliğe dönüştürmeleri hiç ama hiç şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı değil çünkü, güvenlik güçlerinin üstüste gelen operasyonlarına, yedikleri epey ağır darbelere rağmen Hizbullah varlığını sürdürmeyi becermiş, üstelik 10 yıl önceye kıyasla daha güçlü ve etkili bir konuma gelmişti. İşte bu tahliyeler, bir süredir yeni bir evreye geçme hazırlıkları içinde olan Hizbullah’a tam bir moral takviyesi oldu.Hizbullah’ın evreleriHizbullah’ın “yeni bir evreye geçmesi” ile neyi kastettiğimi açıklamaya çalışayım: Malum Hüseyin Velioğlu liderliğindeki Hizbullah, cumhuriyet tarihinin en gizli, en katı yasadışı örgütüydü. Uzun bir süre “tebliğ” faaliyetleri yürüten örgüt bir aşamadan sonra PKK ve diğer İslamcı örgütlerle çok sert çatışmalara girdi. Bu süreçte devletin “derin” bazı uzantılarıyla ilişki içinde olduğuna dair epey iddialar ortaya atılan Hizbullah, 17 Ocak 2000 günü Velioğlu’nun İstanbul Beykoz’da silahlı çatışmada öldürülmesinin ardından devlete, güvenlik güçlerine de saldırmaya başladı. Velioğlu’nun ölümünden yaklaşık bir yıl sonra Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve korumalarının şehit edilmelerinin ardından devletin Hizbullah’a yönelik operasyonları iyice şiddetlendi ve örgütün lider kadrosu ve silahlı militanlarının çoğu yakalandı, bir kısmı öldürüldü.İşte bu kasırganın ardından Hizbullah kabuğuna çekildi. Silahlı faaliyetlerden iyice elini eteğini çeken örgüt, belli bir toparlanmanın ardından hayatında ilk kez yasal alanda varlık göstermeye başladı. Web sayfaları, yayınevleri, gazeteler, dernek ve vakıflar derken Hizbullah sosyal ve kültürel anlamda Kürtlerin yaşadığı hemen her yerde PKK çizgisine alternatif ve paralel yegane oluşum olarak kendini göstermeye başladı. Örneğin ilköğretim kurumlarında başörtü tartışmasına yol açan olayların arkasında bir şekilde Hizbullah’ın bulunduğu düşünülüyor. Bütün bunların ötesinde artık Güneydoğu’da Hizbullah’ın televizyon kanalı kurmayı, yerel ve hatta genel seçimlerde bağımsız adaylar göstermeyi tartıştığı konuşuluyor.Üçüncü Hizbullah’ın eşiğindeVelioğlu’nun ölümünün ardından “İkinci Hizbullah” döneminin yaşanmaya başlandığını söylemiştim. Aradan geçen on yılda Hizbullah öyle bir noktaya geldi ki “Üçüncü Hizbullah” diye adlandırabileceğimiz yeni bir evreye geçmesi kaçınılmaz. İşte bu tahliyeler, Hizbullah’ın kendini yeniden tanımlama ve konumlandırmasının arifesine denk geldi. Tahliye olan isimlerin, Hizbullah’ın ikinci dönemine yabancı veya muhalif olduklarını sanmıyorum. Eninde sonunda Hizbullah denince akla ister istemez cezaevlerindeki yüzlerce militan ve yönetici de geliyordu. Bu kişiler içerde olsalar dahi, dışardaki gelişmeleri yakından takip ediyor, ona bir şekilde müdahil olabiliyorlardı. Ancak tahliyelerle birlikte Hizbullah içinde birtakım dengelerin ve iktidar ilişkilerinin, bunlara bağlı olarak da strateji ve taktiklerin de belli ölçülerde değişime uğrayacağını tahmin edebiliriz.“Bize ne Hizbullah’tan!” diyenler çıkabilir. Fakat yoğun bir şekilde Kürt sorununu tartıştığığımız bir dönemde, PKK’dan bağımsız hareket edebilen belki de tek Kürt hareketinde yaşanacak her türlü gelişme ve değişmenin tüm Türkiye’yi birinci derecede ilgilendirdiği açıktır.
BDP’lilerin başlatmış olduğu “çiftdillilik” ve “demokratik özerklik” tartışmasının geleceğini tartıştığımız bir yazıda, giderek tırmanan gerilimi ancak Abdullah Öcalan’ın yatıştırabileceğini ileri sürmüştük. Ancak böyle bir gelişme olması için önce PKK Lideri’nin bu gerilimden rahatsız olması gerekiyordu. Nitekim İmralı’dan gelen son avukat görüşme notlarından Öcalan’ın tartışmaların gidişatından memnun olmadığı anlaşılıyor. Ve her zaman olduğu gibi Öcalan, bütün bu tartışmaların, dolayısıyla çatışmanın fitilini ateşleyen kişi sanki kendisi değilmiş gibi, BDP’lileri acımasızca eleştirerek “demokratik özerklik” talebinin çıtasını aşağılara çekmeye çalışıyor. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş‘ın, daha görüşme notları medyaya yansımadan, partisinin Tunceli İl Kongresi’nde yaptığı konuşmada dilini benzer bir şekilde yumuşatmış olması da Öcalan’ın uyarılarının hemen yerini bulduğunu kanıtlıyor.Hep aynı oyunAslında buna benzer olayları defalarca yaşadık: Öcalan İmralı’dan gerek PKK, gerek BDP, gerekse isim belirterek tek tek şahıslara talimatlar yağdırdı ve söz konusu kişi ve kurumların bunların gereğini yerine getirirken ister istemez yaşanan sıkıntı ve sorunların hiçbir şekilde sorumluluğunu üstlenmedi, bütün yükü o kişi ve kurumların sırtına yükledi. Bunun sonucunda o kişi ve kurumların iradesi iyice zayıflarken Öcalan’ın otorite ve gücü daha da arttı. Öcalan çizgisindeki Kürt siyasi hareketinde kimse onu eleştirme cesareti gösteremediği, göstermeye kalksa da yeterli güce sahip olamadığı için bu gidişin tersine çevrilmesi asla söz konusu olacağa benzemiyor. Bu arada kimilerinin, Kandil’deki PKK liderlerinden Murat Karayılan’ın Amerikan basınına söylediği “Öcalan İmralı’dan talimat verme durumunda değil” sözlerini büyütüp buradan örgüt içi bir tartışma, hatta ayrışma çıkarma gayretinin hiçbir anlamı olmadığının da altını çizelim. Karayılan’ın bu sözleri, Öcalan’ın her avukat görüşünde birçok kez tekrarladığı “Benim elimden bir şey gelmez”, “Ben bir şeye karışmıyorum” gibi hiçbir inandırıcılığı olmayan açıklamalarının tekrarından başka bir şey değil, olamaz da.Zira, her şey bir yana şunu çok iyi biliyoruz ki PKK içinde öteden beri varolan ve yer yer çok sert ve kanlı geçen iktidar savaşları gereği, örgüt yöneticilerinden hiçbiri, dolaylı da olsa “Önderlik” olarak tanımladıkları Öcalan’ı eleştiremez, onun mutlak otoritesini sorgulayamaz.Öcalan’ın son açıklamalarından, kendisinin devletle yürüttüğü görüşmelerden hayli memnun ve umutlu olduğu, bunu gölgeleyecek, riske atacak herhangi bir gelişmenin önün almak için elinden geleni yapacağı sonucunu çıkarabiliriz.Bu bağlamda son tartışmalar üzerine hükümetin TSK’nın yazılı açıklamasına karşı çıkmaması, hatta neredeyse onun kadar sert tepkiler vermesi Öcalan’ı endişelendirmişe benziyor. Bu nedenle, başta da söylediğimiz gibi, “çiftdillilik” ve “demokratik özerklik” konularının, devlet aygıtını ve buna bağlı olarak Türk kamuoyunu provoke etmeyecek ölçüde sakin bir şekilde ve alt düzeyde ele alınması için Kürt hareketi nezdinde gerekli girişimleri başlatmış olduğunu görüyoruz. Onun bu şekilde frene basması hükümetin çok ama çok işine gelecektir. Çünkü son tartışmalar sürecinde çok iyi gözlemlediğimiz gibi iktidar partisi, bugünün şartlarında “çiftdillilik” gibi hayati bir tartışmanın başlamış olmasından son derece rahatsızdı. Bu konuda elinden “kıpkırmızı çizgiler” çizmekten fazla bir şey gelmiyordu. Şimdi Öcalan’ın açıklamalarıyla bu tartışmanın genel seçimler sonrasına ötelenmiş olduğunu düşünüp belli bir rahatlama içine girebilirler, fakat yine de hiç belli olmaz diyelim. Bir bakarsınız Öcalan bir başka avukat görüşmesinde BDP’lileri “demokratik özerklik” konusunda yeterince ısrarlı olmadıkları için yerin dibine batırır.Sözün özü: İnisiyatif büyük ölçüde Öcalan’da olduğu ve kendisi de bunun farkında olduğu için her türlü sürprize hazır olmak gerekir.
Her ne kadar “diğer il ziyaretlerinden farklı değil” dese de Cumhurbaşkanı Gül’ün, 2010 yılının son iki gününü Diyarbakır’da geçiriyor olması son derece anlamlı ve önemli bir olaydır. Onun bu gezisini yakından izleyen bir gazeteci olarak izlenimlerimi sizlerle detaylı bir şekilde paylaşacağım, bugünse Gül’ün ziyaretini anlamlandıran toplumsal, kültürel ve siyasal zemini daha iyi anlamamıza yardımcı olacak iki kitaptan söz etmek istiyorum.Kavganın iki yakasıKitaplardan önce yazarlarından söz etmek daha doğru olabilir. Kürt sorununun iki kanadının, kelimenin gerçek anlamıyla iki “akil adam”ı bunlar. İlki, yıllarını sosyalist mücadeleye adamış bir Kürt aydını, doktor Tarık Ziya Ekinci; ikinci yazarsa yine yıllarını Kürtçülük başta olmak üzere devletin zararlı gördüğü akımlarla mücadeleye adamış, MİT müsteşar yardımcılığından emekli olan Cevat Öneş. Ekinci 1926 doğumlu, yani Öneş’ten 16 yaş büyük. Ekinci 1965’te Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) Diyarbakır Milletvekili seçilmiş, Öneş ise bir yıl sonra MİT’te çalışmaya başlamış.Ne var ki bu iki kitabı, benim gibi birlikte okuduğunuzda Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin karşılaştırmalı bir tarihiyle karşılaşamıyorsunuz. Aslında Ekinci’nin bin sayfayı aşkın kitabı “Lice’den Paris’e Anılarım” (İletişim Yayınları) bu konuda, adından da anlaşılacağı gibi bize hayli zengin bir malzeme sunuyor. Sayfaları çevirdikçe dasece sosyalist ve/veya Kürt aydınları değil aynı zamanda devletin açık ve gizli görevlileriyle de karşılaşıyorsunuz.Bun karşılık Öneş’in “Türkiye Ekseni: Tabular Yıkılıyor” (Yakın Plan Yayınevi) adlı kitabında otobiyografik herhangi bir detaya rastlamak mümkün değil. Çünkü Öneş, bazı meslektaşlarının aksine, MİT’in “emekli olduktan sonra teşkilat faaliyetlerinden kesinlikle söz etmeme” kuralına harfiyen, hatta belki de abartarak uyuyor. Yine de derinlikli ve hemen hepsi isabetli gözlemlerini, bunlardan hareketle geliştirdiği çözüm önerilerini MİT’teki mesaisine borçlu olduğunu kestirmek hiç de zor değil.Bizlere öğrettikleriÖneş’i emekli olmasından sonra tanıdım, yazılarından, kendisiyle yapılmış mülakatlardan ve ortak sohbetlerimizden çok şeyler öğrendim. Ondan en çarpıcı olan yön hiç tartışmasız son derece gerçekçi olması ve aşırılıklara meyletmeden Kürt sorununun köklü çözümü için hep makul, tüm tarafların kabul edebileceği ve dolayısıyla uygulanabilir öneriler geliştirmesidir. Öneş’i okur veya dinlerken insan şu soruyu kendine sormadan edemiyor: Acaba Öneş aynı perspektife MİT’te üst düzey görev yaparken de sahip miydi? Eğer öyleyse o ve kendisi gibi düşünenler devletin o yanlış Kürt politikalarının (dolayısıyla bunların yol açtığı faciaların)önüne geçemediler?Tarık Ziya Ekinci’yi ise yıllardır bilir ve tanırım. Onda en fazla takdir ettiğim yön, sosyalist ve Kürt kimliklerini hep birlikte, imrenilecek bir şekilde taşıyabilmesidir; en azından benim algım böyle. Ne yazık ki Ekinci gibilerin sayısı hızla azalıyor. PKK ile birlikte Kürtlerde sosyalizm, sol gibi kavramlar birer “alt kimlik” haline geldi. İşin daha vahim yanı, Öcalan ve PKK’nın başını çektiği Kürt siyasi hareketinin, artık çok gerilerde kalmış/kalması gereken bazı sol perspektifleri kaba bir milliyetçilikle yoğurmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Ekinci gibi şahsiyetler ve onların deneyimleri barış içinde birlikte yaşamak isteyen tüm Türkiyeliler için son derece değerlidir.Son bir temenni: Keşke Ekinci ve Öneş gibi Kürt sorununu yıllardır farklı kanatlarda iliğine kadar yaşamış “akil” ve “makul” kişiler biraraya gelip ortak bir ses üretebilseler.İşte sözünü ettiğim bu iki kitabı, bu sesin üretimine ciddi bir katkı olarak tüm okurlara öneriyorum. Ve her iki yazara da çok teşekkür ediyorum.
Başbakan Erdoğan’ın bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmada, son günlerde ülkenin gündemini belirleyen “çift dillilik” ve “demokratik özerklik” gibi tartışmalarda pozisyonunu çok açık ve net bir şekilde belirlemesiyle birlikte, “Erdoğan son noktayı koydu” değerlendirmesini yapanlar oldu. İlk bakışta doğru gözüken bu analiz, eğer demokratik bir ülkede yaşıyorsak asla gerçeği yansıtmıyor demektir. Çünkü demokrasilerde başbakan yütürmenin başıdır, sözü çok ama çok önemlidir, ama toplumdaki tartışmalarda son sözü söyleyen merci değildir. En fazla, toplumun şu ya da bu şekilde mutabakata vardığı bir konuda adımı atan, attıran kişidir.“Çift dillilik” ve “demokratik özerklik” tartışmalarının daha yeni başladığı düşünülürse, ortada bir mutabakat olmadığı, dolayısıyla “son sözü söyleme” noktasında olmadığımız da anlaşılır. “O zaman Başbakan ne yapmış oldu?” diye sorulacak olursa, bunu “Başbakan kendisinin ve partisinin büyük çoğunluğunun düşüncelerini kararlı bir şekilde dile getirdi” diye cevaplandırabiliriz. Ama bundan daha önemli bir nokta var: Başbakan’ın bu çıkışı, Kürt sorununun, dolayısıyla kendisinin ilan etmiş olduğu “demokratik açılım”ın geleceğini ciddi bir biçimde belirlemeye aday. Ve bu belirlemenin Kürt sorununun kalıcı bir çözümünün lehine olacağını pek sanmıyorum.Değişen ne?Evet, düne kadar Erdoğan’ı açılım yüzünden eleştiri kuyruğuna girmiş olan pekçok kişi, kurum ve odak onu temkinli de olsa- takdir ediyor ve açılım nedeniyle kendisini düne kadar alkışlayanların hatırı sayılır bir bölümü belirgin bir hayal kırıklığı yaşıyorsa, bütçe konuşmasının bir tür dönüm noktası olduğunu düşünebiliriz. Diğer bir deyişle bütçe konuşmasının ardından “demokratik açılım”ın ilk başladığı havayı bir daha yakalayabilmesi, özellikle de Kürt siyasi hareketinin bu sürece destek vermesi epey zorlaşmışa benziyor.Fakat tam da bu noktada çok vahim bir yanlış anlamanın altını çizmek gerekiyor: Erdoğan hiçbir şekilde daha önce almış olduğu herhangi bir pozisyonunu değiştirmiş, yani kaba deyimle “tornistan” yapmış değil. Başbakan’ın açılım sürecindeki hiçbir sözünün “çift dillilik” ve “demokratik özerklik” taleplerine elverişli bir zemin hazırlamış olduğunu söyleyemeyiz. Hatta daha ileri giderek, Erdoğan’ın bütçe konuşmasında, ta başından beri sahip olduğu düşünceleri dile getirmiş olduğunu bile ileri sürebiliriz.O zaman ne değişmiş olabilir? Açılım sürecini daha ilan edilmesi öncesinden beri yakından takip eden bir gazeteci olarak gerek Cumhurbaşkanı Gül, gerekse Başbakan Erdoğan’ın, özellikle “resmi dil” konusunda aşırı hassas ve ürkek olduklarını değişik vesilelerle gözlemlemiştim. Dilin Kürt sorununun “kalbi” olduğunu biliyor, Kürt hareketinin taleplerini kabul edemez görüyor ama ara bir formül geliştirmede hayli zorlandıkları için bu konunun tartışılmasını olabildiğince ertelemeye çalışıyorlardı.Muhtemel iki gelişmeBu tartışmanın, kendileri istemese de er ya da geç patlak vereceğini biliyor ama bu kadar erken olmasını beklemiyor ve ummuyorlardı. Nitekim açılım için düşündükleri yol haritasında dille ilgili düzenlemeler ya çok gerilerde ya da oldukça sembolik şekillerde yer alıyordu. Fakat açılımın en önemli ayağı olan “PKK’nın silahsızlandırılması” Habur’la birlikte sekteye uğrayıp bütün süreci kötürümleştirince; buna bir de ülke çapındaki KCK operasyonları eklenince Kürt hareketi heybelerindeki “tehlikeli maddeler”i açığa çıkardılar. İlk olarak KCK Davası’nda Kürtçe savunma talebiyle başlayan dil konusundaki ısrar beklenmedik bir hızla devasa bir krize yol açtı.Peki bundan sonra ne olabilir? Hükümet öncelikle “çift dillilik” ve “demokratik özerklik” taleplerinin sadece ve sadece BDP’ye ait birer seçim vaati olduğunu, Kürt vatandaşların çoğunun böyle beklentileri olmadığını göstermeye çalışacaktır ki bunu nasıl becerebileceklerini pek kestiremiyorum. İkinci muhtemel gelişme de Abdullah Öcalan’ın, bu taleplerdeki ısrarı azaltmaları için dışardakilere talimat yollaması olabilir ki PKK Lideri böyle bir adım atmayı nasıl ve hangi şartlar altında kabul edebilir, hayli tartışmalı.