Başbakan Erdoğan’ın bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmada, son günlerde ülkenin gündemini belirleyen “çift dillilik” ve “demokratik özerklik” gibi tartışmalarda pozisyonunu çok açık ve net bir şekilde belirlemesiyle birlikte, “Erdoğan son noktayı koydu” değerlendirmesini yapanlar oldu. İlk bakışta doğru gözüken bu analiz, eğer demokratik bir ülkede yaşıyorsak asla gerçeği yansıtmıyor demektir. Çünkü demokrasilerde başbakan yütürmenin başıdır, sözü çok ama çok önemlidir, ama toplumdaki tartışmalarda son sözü söyleyen merci değildir. En fazla, toplumun şu ya da bu şekilde mutabakata vardığı bir konuda adımı atan, attıran kişidir.
“Çift dillilik” ve “demokratik özerklik” tartışmalarının daha yeni başladığı düşünülürse, ortada bir mutabakat olmadığı, dolayısıyla “son sözü söyleme” noktasında olmadığımız da anlaşılır. “O zaman Başbakan ne yapmış oldu?” diye sorulacak olursa, bunu “Başbakan kendisinin ve partisinin büyük çoğunluğunun düşüncelerini kararlı bir şekilde dile getirdi” diye cevaplandırabiliriz. Ama bundan daha önemli bir nokta var: Başbakan’ın bu çıkışı, Kürt sorununun, dolayısıyla kendisinin ilan etmiş olduğu “demokratik açılım”ın geleceğini ciddi bir biçimde belirlemeye aday. Ve bu belirlemenin Kürt sorununun kalıcı bir çözümünün lehine olacağını pek sanmıyorum.
Değişen ne?
Evet, düne kadar Erdoğan’ı açılım yüzünden eleştiri kuyruğuna girmiş olan pekçok kişi, kurum ve odak onu temkinli de olsa- takdir ediyor ve açılım nedeniyle kendisini düne kadar alkışlayanların hatırı sayılır bir bölümü belirgin bir hayal kırıklığı yaşıyorsa, bütçe konuşmasının bir tür dönüm noktası olduğunu düşünebiliriz. Diğer bir deyişle bütçe konuşmasının ardından “demokratik açılım”ın ilk başladığı havayı bir daha yakalayabilmesi, özellikle de Kürt siyasi hareketinin bu sürece destek vermesi epey zorlaşmışa benziyor.
Fakat tam da bu noktada çok vahim bir yanlış anlamanın altını çizmek gerekiyor: Erdoğan hiçbir şekilde daha önce almış olduğu herhangi bir pozisyonunu değiştirmiş, yani kaba deyimle “tornistan” yapmış değil. Başbakan’ın açılım sürecindeki hiçbir sözünün “çift dillilik” ve “demokratik özerklik” taleplerine elverişli bir zemin hazırlamış olduğunu söyleyemeyiz. Hatta daha ileri giderek, Erdoğan’ın bütçe konuşmasında, ta başından beri sahip olduğu düşünceleri dile getirmiş olduğunu bile ileri sürebiliriz.
O zaman ne değişmiş olabilir? Açılım sürecini daha ilan edilmesi öncesinden beri yakından takip eden bir gazeteci olarak gerek Cumhurbaşkanı Gül, gerekse Başbakan Erdoğan’ın, özellikle “resmi dil” konusunda aşırı hassas ve ürkek olduklarını değişik vesilelerle gözlemlemiştim. Dilin Kürt sorununun “kalbi” olduğunu biliyor, Kürt hareketinin taleplerini kabul edemez görüyor ama ara bir formül geliştirmede hayli zorlandıkları için bu konunun tartışılmasını olabildiğince ertelemeye çalışıyorlardı.
Muhtemel iki gelişme
Bu tartışmanın, kendileri istemese de er ya da geç patlak vereceğini biliyor ama bu kadar erken olmasını beklemiyor ve ummuyorlardı. Nitekim açılım için düşündükleri yol haritasında dille ilgili düzenlemeler ya çok gerilerde ya da oldukça sembolik şekillerde yer alıyordu. Fakat açılımın en önemli ayağı olan “PKK’nın silahsızlandırılması” Habur’la birlikte sekteye uğrayıp bütün süreci kötürümleştirince; buna bir de ülke çapındaki KCK operasyonları eklenince Kürt hareketi heybelerindeki “tehlikeli maddeler”i açığa çıkardılar. İlk olarak KCK Davası’nda Kürtçe savunma talebiyle başlayan dil konusundaki ısrar beklenmedik bir hızla devasa bir krize yol açtı.
Peki bundan sonra ne olabilir? Hükümet öncelikle “çift dillilik” ve “demokratik özerklik” taleplerinin sadece ve sadece BDP’ye ait birer seçim vaati olduğunu, Kürt vatandaşların çoğunun böyle beklentileri olmadığını göstermeye çalışacaktır ki bunu nasıl becerebileceklerini pek kestiremiyorum. İkinci muhtemel gelişme de Abdullah Öcalan’ın, bu taleplerdeki ısrarı azaltmaları için dışardakilere talimat yollaması olabilir ki PKK Lideri böyle bir adım atmayı nasıl ve hangi şartlar altında kabul edebilir, hayli tartışmalı.
Başbakan son noktayı mı koydu?
Haberin Devamı