“Demokratik özerklik” tanımının Abdullah Öcalan tarafından ilk ortaya atıldığı günleri hatırlıyorum da Türkiye’nin o kadar kısa bir zamanda gelmiş olduğu nokta hem şaşırtıcı, hem ürkütücü. Şöyle ki Öcalan’ın bu önermesi başlangıçta kendi takipçileri tarafından tam olarak kavranamamış ve buna bağlı olarak doğru düzgün anlatılamamış; öte yandan Öcalan’a mesafeli kişi ve kesimler tarafından önemsenmemiş, hatta dalga konusu yapılmıştı. Şu tür bir mantık yürütülüyordu: “Öcalan, bağımsız devlet fikrinden vazgeçmiş olduğu için mecburen bir şeyler söylemek zorundaydı. Sonunda bula bula bunu bulmuş. İçi boş bir kavram. Bundan bir şey çıkmaz!” Ama çıktı. İçinin ne derece doldurulmuş olduğu ayrı bir tartışma konusu ancak “demokratik özerklik” kavramı son günlerde Türkiye’nin siyasi gündemini kasıp kavuruyor ve daha uzun bir süre de bu durumun değişeceğine dair herhangi bir işaret yok.
Kürt hareketini sindirmek mümkün mü?
“Neden böyle oldu?” sorusuna farklı cevaplar verilebilir. Bana göre iki temel dinamik bu noktaya gelmemizde belirleyici oldu: 1) Kürt siyasi hareketinin, güçlü bir kitle desteğiyle birlikte bu konuda son derece kararlı olması; 2) Buna karşılık devleti yönetenler ile Türk siyasetçileri ve kamuoyunun olayın ciddiyetini kavramayıp, sorunları halının altına süpürmede ısrar etmeleri. (Kuşkusuz bu noktada MHP’yi ve onun çizgisine yakın kişi ve kurumları ayrı tutmak gerekir)
O zaman krizin aşılması için ya Kürt hareketinin kararlılığında bir esneme veya kırılma olması ya da karşı tarafın silkinip olayın ciddiyetine uygun somut öneri ve projelerle sürece müdahil olması gerekiyor. TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in birkaç kez tekrarladığı uyarıları, Diyarbakır Başsavcılığı ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın girişimlerini Kürt hareketinin kararlılığını kırma yolundaki adımlar olarak görebiliriz, fakat bunlardan hiçbir şey çıkmayacağı açıktır, tıpkı daha önce siyasi partilerin kapatılması, yüzelerce kişinin içeri atılmasının hiçbir şeyi değiştirmediği gibi. TSK’nın uzun bir suskunluktan sonra kaleme aldığı sert açıklamanın da Kürt hareketine geri adım attırmadığı, tam tersine daha da bilediği, hatta ona dışardan destekçiler kazandırdığı da ortada. Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kürt siyasi hareketini “demokratik özerklik” ısrarından, en azından bu tartışmayı sürekli gündemde tutmak ısrarından zorla vazgeçirmek mümkün değil. Bununla birlikte daha önce başka olaylarda olduğu gibi, yalnızca Öcalan’ın böylesi bir süreçte frene basabileceğini de akılda tutmak lazım.
Hükümet neden sessiz?
Geriye tek seçenek olarak hükümetin, TBMM’nin ve genel olarak siyaset kurumunun, bütün bunlara paralel bir şekilde sivil toplum ve medyanın pozitif anlamda, yani çözüm üretmeye yönelik olarak devreye girmesi kalıyor. Şahin’in medya üzerinden o sert atışmaların ardından BDP yöneticilerini kabul etmesi, ardından tarafların eskisine kıyasla yumuşak mesajlar verip diyaloğu sürdüreceklerini söylemeleri bu bakımdan bir başlangıç olarak görülebilir.
Bir diğer dikkat çekici adımın Çankaya’dan geldiğini görüyoruz. Cumhurbaşkanı Gül’ün onca sıcak tartışmaya rağmen 30 ve 31 Aralık günlerinde Diyarbakır’da bulunacak ve belediye, sivil toplum kuruluşları temsilcileriyle görüşecek olmasının sembolik değeri epey yüksek.
Hükümetse bütün bu tartışmaları dışarıdan ve sessiz bir şekilde izliyor. Aslında bu normal çünkü AKP bütün bu tartışma ve gerilimlerin genel seçimlerin sonrasına ertelenmesini arzu ediyor. Ne var ki Kürt hareketi de, bu temennisini çok iyi bildiği için iktidar partisinin üstüne üstüne gidiyor.
Sonuç itibariyle cinin şişeden çıktığını, son derece hassas ve kırılgan bir sürecin başlamış olduğunu, tarafların dikkatsizliği, özensizliği vs. gibi nedenlerle “tartışma”nın çok kolay bir şekilde “çatışma”ya dönüşebileceğini söyleyebiliriz.
Cin şişeden çıktı
Haberin Devamı