Öncelikle “Diplomasinin 11 Eylülü” benzetmesinin oldukça isabetli olduğunu söylemeliyim. Dolayısıyla 11 Eylül’ün ardından dillere dolanan “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” önermesini “Wikileaks’ten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye değiştirebiliriz. Değiştirebiliriz değiştirmesine ancak eskinin yerini neyin alacağı, yeninin eskiden daha iyi olacağı hayli tartışma götürür. İşin küresel boyutlarını tartışmayı şimdilik erteleyerek bu belgelerin Türkiye’de neleri değiştirebileceğini irdelemeye çalışalım. Şu ana kadar yayınlanan belgelerden Türkiye ile ilgili olanları üç kısıma ayırabiliriz: 1) Türkiye’nin içişleriyle ilgili siyasi değerlendirmeler; 2) Türk-Amerikan ilişkileri üzerine olan belgeler;3) İktidar partisiyle ilgili yolsuzluk iddiaları.CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’un dün yaptığı basın toplantısında, belgelerdeki yolsuzluk iddialarını öne çıkartıp bunların takipçisi olacaklarını söylemesi hiç şaşırtıcı değil. CHP’nin yeni lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun stratejisini “yolsuzluk, yoksunluk ve yoksulluk” üzerine oturttuğunu bildiğimizde, önümüzdeki genel seçime kadar ana muhalefet partisinin (ve tabii ki MHP’nin de) bu belgeleri hallaç pamuğu gibi atıp sonuna kadar kullanacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Kuşkusuz Maliye Bakanı Mehmet Şimşek örneğinde olduğu gibi belgelerde yolsuzlukla itham edilenler, bu iddiaları “şiddetle” yalanlayacaklardır, fakat üzerlerine düşen şaibenin bu yalanlamalarla kolay kolay silinmeyeceği de bellidir.AKP’nin Washington’a karşı zaferiBu belgelerin Türk-Amerikan ilişkilerinde bir kırılmaya yol açması pek beklenmemeli. AKP’liler de çok iyi biliyor ki başkan, dışişleri bakanı ve büyükelçi kim olursa olsun ABD’yi yönetenler kendilerine hep kuşkuyla bakmış, “zaruri olarak” iyi ilişkiler kurmaya çalışmışlardır. O belgelerde yazılanların önemli bir kısmı, değişik kademedeki Amerikalılar tarafından Türk mevkidaşlarına aynı açıklıkla olmasa da defalarca söylenmiş; AKP’liler, de ABD’yi yönetenlerin kendileri hakkındaki gerçek görüş, niyet ve planlarını değişik kişiler ve mekanizmalar aracılığıyla zaten yakından öğrenmişlerdir. Amerikalıların kendileri hakkındaki kaygı ve şikayetlerinin AKP’nin lehine olduğu bile söylenebilir. Amerikan aleyhtarlığında dünya birinciliğine oynayan bir ülkede Washington tarafından sevilmemek herhalde bir siyasetçi için kötü bir şey olmasa gerektir. Şöyle bir örnek verelim: Bu belgelerde Bülent Arınç’tan yergi değil de övgüyle bahsedilmiş olsaydı ortalık daha fazla karışmaz mıydı?Öte yandan bizde insanlar ABD’yi sevmez ama ondan çekinirler. Bu nedenle Washington’la arası iyi olmayan bir hükümet onları kaygılandırabilir. Fakat iktidarının ilk günlerinden itibaren Washington’a rağmen yol alan AKP hükümetinin onca zamandır yıkılmamış olması bu kaygıların çok da anlamlı olmadığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, Wikileaks belgelerini AKP hükümetinin ABD’ye karşı zaferinin ilanı olarak da okuyabiliriz.Medyanın tavrıAma tekrar yolsuzluk konusuna dönecek olursak, durum AKP için hiç de tozpembe gözükmüyor. Ülke bazında en fazla belgeyi Türkiye’den yollananlar oluşturuyor ve daha birkaç tanesiyle birlikte ortalık hayli karışmış durumda. Bundan sonra ortaya çıkacak her yolsuzluk iddiası AKP’yi daha da terletecektir. İşte burada şu soru karşımıza çıkıyor: Bu iddialar medyada ne kadar yer bulacak? Birtakım sansür ve tabii ki otosansür mekanizmaları devreye girerse kamuoyu bu iddialardan ne kadar haberdar olabilecek? Ve son olarak haklarında yolsuzluk iddiaları yapılan kişiler kendilerini nasıl savunacaklar?Diğer ülkeleri bilmem ama galiba Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Devlet yetkililerin İmralı’daki Abdullah Öcalan ile görüştüğünün ortaya çıkması üzerine Başbakan Erdoğan, bunun normal olduğunu, daha önceki hükümetler döneminde de Öcalan ve PKK ile görüşüldüğünü hatırlatmıştı. Başbakan haklıydı, devlet ile PKK (dolayısıyla Öcalan) arasındaki temasların tarihi, örgütün ilk silahlı eylemleri gerçekleştirdiği ana kadar uzanır. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde belli mesafeler kateden görüşmelerin, onun ani ölümüyle kesintiye uğradığını biliyoruz. Bildiğimiz bir diğer husus da, Kenya’da yakalanmasından kısa bir süre önce Öcalan’la düzenli bir şekilde görüşüldüğü; onun Türkiye’ye getirilip İmralı’ya yerleştirilmesinden sonraysa bunun görüşmelerin daha kolay ve sistemli bir şekilde yürütüldüğü. Öcalan’ın yakalanmasından bir süre sonra PKK’nın ülke topraklarındaki silahlı militanlarının da bizzat onun yönettiği bir süreç sonucu Kuzey Irak’a çekildiğini de biliyorduk.Biliyorduk bilmesine ama bu görüşmelerin nasıl ve kimler tarafından yürütüldüğü, içeriklerinin ne olduğu konusunda birinci el tanıklıklıklardan mahrumduk. Ya ikinci, üçüncü dereceden rol oynayan kişilerin tanıklığı ya da devlet tarafından süreçte yer alan bazı kişilerin, adlarının yazılmaması kaydıyla verdikleri kırık dökük bilgilere sahiptik. Düne kadar... Dün Milliyet yazarı Hasan Cemal’in Berlin’de kaleme aldığı dünkü yazısıyla başrol oyuncularından birinin konuyla ilgili suskunluğunu bozduğuna tanık olduk. Sözünü ettiğimiz kişi Muzaffer Ayata. Çekirdek kadrodanÖnce Ayata’yı tanıyalım. Şu an 54 yaşında olan Ayata, 1976 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde okurken Öcalan ile tanıştı ve PKK’yı kuran çekirdek kadro içinde yer aldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden önce Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde PKK ile Bucak aşireti arasındaki çatışmaların ortasında yakalandı ve idama mahkum edilip Diyarbakır Askeri Cezaevi ’ne konuldu. Tam 21 yıl hapis yatan Ayata, PKK’nın cezaevleri örgütlenmesinde önemli görevler üstlendi. Diyarbakır’dan sonra Amasya ve Eskişehir cezaevlerinde kalan Ayata son olarak Bursa E Tipi Cezaevi’ne nakledildi ve burada PKK Cezaevleri Sorumlusu olan Sabri Ok’la birlikte 1990’ların sonlarında devletle, askerle PKK arasındaki gizli görüşmeleri yürütürler.Cemal, Ayata’nın o günler hakkında söylediklerini şöyle aktarıyor: “Kendileriyle görüşen subayların konuya gayet iyi vakıf olmaları dikkatini çeker. Bu arada tabii askerin bilgisi dahilinde, cep telefonları aracılığıyla cezaevinden haberleşirler dağla, kendi deyişiyle ‘Önderlik’le...”“Önderlik”, PKK jargonunda Abdullah Öcalan anlamına geliyor. Yani Bursa Cezaevi’ndeki Ok ve Ayata, devletin bilgisi dahilinde ve devletin temin ettiği cep telefonlarıyla Öcalan’la düzenli olarak görüşmüşler. Bu görüşmelerin tam da Öcalan’ın Suriye’yi terk etmekte olduğu günlere denk geldiğini anlıyoruz. Hatta Öcalan’ın bu temaslara bağlı olarak (veya cesaret alarak) Suriye’den çıkmış olduğunu da tahmin edebiliriz. Öcalan yakalandıktan sonraAyata ve Ok’un devlet ile PKK arasındaki arabuluculukları Öcalan’ın yakalanmasından önceki dönemle sınırlı olmadığını biliyoruz. Belki Cemal bu konuyu bugünkü yazısında yazmıştır veya ilerki yazılarında işleyecektir. Belki de Ayata veya Sabri Ok, şimdi sözünü edeceğimiz dönem hakkındaki birinci elden tanıklıklarını başka bir sefer dile getireceklerdir. PKK’yı yakından izlemeye çalışan gazeteciler ve araştırmacılar, yukarıda da sözünü ettiğim gibi, Öcalan’ın yakalandıktan sonra önce PKK’ya ateşkes ilan ettirdiğini, ardından silahlı PKK militanlarını ülke dışına çektirdiğini ve nihayet Kuzey Irak ve Avrupa’dan “barış grupları”nın teslim olmalarını sağladığını bilirler. Fakat PKK gibi bir örgüt söz konusu olduğunda bütün bu adımların atılmasının son derece zor olduğu ortadadır. Nitekim bütün bu gelişmeler son derece kırılgan ve riskli bir süreçle yaşanabildi. Silahları bırakmayı yanlış bulanlar nedeniyle PKK bölünmenin eşiğine geldi; geri çekilme sırasında TSK’nın operasyonlarına ara vermemesi nedeniyle örgütün uğradığı ağır kayıplar derin travmalar yaşattı vb.İşte bu dönemde de Bursa Cezaevi’ndeki Ok ve Ayata’nın kilit roller oynadığını duyuyorduk. Cemal’in dünkü yazısı, her ne kadar bu dönemden söz etmese de, duyduklarımızın doğru olduğunu düşünmemize neden oluyor. Neydi duduklarımız? İddiaya göre, İmralı’daki Öcalan devlet aracılığıyla Bursa’daki Ok ve Ayata ile tartışıp belli kararlar alıyor (tabii bu süreçte devlet yetkilileriyle doğrudan görüştüğünü de akılda tutmak lazım) ve bunları Ok ve Ayata (ve devletin sağladığı cep telefonları) aracılığıyla PKK’ya iletiyor, daha açık söylemek gerekirse dayatıyordu. Öcalan, Ok ve Ayata’nın doğrudan katkılarıyla PKK’ya istediğini yaptırabileceğini o dönemde devlete açık ve net bir şekilde kanıtlamıştı. Fakat devlet içindeki “şahin” kanadın baskın çıkmasıyla bu süreçten kalıcı bir barış çıkamadı.Şimdi ne yapıyorlar?Şimdi yaklaşık 10 yıl sonra devlet Öcalan ile yeni bir süreci başlatmış durumda. Bugün yaşananların ayrıntılarını belki 10 yıl sonra kısmen öğrenebileceğiz ama Öcalan’ın söylediklerinden, gidişattan hayli memnun olduğunu anlıyoruz. Peki bu yeni süreçte Sabri Ok ve Muzaffer Ayata nasıl bir rol oynuyorlar? Bu soruya cevap vermek zor. Ama şunu söyleyebilirim: Devletin bir kanadı, geçmişteki deneyimlerden hareketle 2000’li yılların başında tahliye olan bu iki PKK yöneticisinin ideal arabulucular olduğunu düşündü, fakat rakip bir kanat onlar üzerinde öyle bir baskı uyguladılar ki her ikisi de Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Ayata şu an Almanya’da. Bir süre onunla birlikte Avrupa’da kalan Ok’unsa halen Kandil’de olduğu söyleniyor. Ok’un Diyarbakır’daki KCK Davası’nın bir numaralı sanığı olduğunu da bu arada hatırlatalım.
Televizyonda Başbakan Erdoğan’ın Lübnan’da binlerce kişiye hitap ettiğini izlerken, kalabalığın arasına sızmış oldukları kesin olan İsrail ajanları veya muhbirlerinin neler hissettiklerini çok merak ettim. Herhalde İsrail yöneticilerinin Erdoğan’ı cepheden karşılarına almakla çok büyük bir hata yapmış olduklarını düşünmüşlerdir. Her ne kadar bir-iki yıldır gitme fırsatı yaratamamış olsam da Ortadoğu’yu ve Lübnan’ı az buçuk tanırım. En azından, Lübnan’da böyle bir kalabalığa seslenebilecek yabancı ülke lideri sayısının hayli az olduğunu bilirim. Peki Erdoğan’ın Ortadoğu’da ve dün itibariyle Lübnan’da da varolduğunu gördüğümüz poülaritesini neye bağlamalı? Bu soruyu yalnızca Erdoğan’ın İslamcı bir geçmişi ve muhafazakâr bir yaşam tarzı olmasıyla cevaplamaya çalışanlar yanılırlar. Kuşkusuz İslam, Ortadoğu’da siyasetteki en etkili faktörlerden biridir ama tek değildir. Örneğin Ortadoğu’daki İslamcı hareketlerin hemen tümü söylemlerinde, Filistin sorunu başta olmak üzere Arap milliyetçiliğinin motiflerini de sıklıkla kullanırlar ve yer yer bunları öne çıkarırlar.Dolayısıyla Erdoğan’ın dinsel kimliğine ek olarak, özellikle son yıllarda Filistin konusunda takındığı, birçok Arap liderini de sollayan radikal ve tavizsiz tavırların da onun Ortadoğu’daki popülaritesinde etkili olduğu açıktır. Tabii akla hemen Davos ve son olarak Mavi Marmara olayı geliyor. Ama bunun bir de öncesi var. O da 1 Mart 2003 günü TBMM’nin tezkereyi reddederek Türkiye’yi Irak’ın işgaline bulaştırmama kararıdır. Çarpıcı olan nokta şu: O tarihte siyasi yasaklı olan AKP Lideri, tezkerenin geçmesi için epey çaba sarf etmiş ama başarılı olamamıştı. Ama Meclis’in kararının Arap ve İslam dünyasının genelinde yarattığı büyük coşkunun aslan payını da yine kendisi aldı. Çünkü Batı’da “Arap sokağı” diye tanımlanan Arap kamuoyu Türkiye’deki siyasi denge hesaplarını bilmiyordu ve hoşlarına giden her iyi şeyde olduğu gibi, bunda da Erdoğan’ın olumlu anlamda başrolde olduğunu düşündüler.Türkiye’nin Batılı kimliğiErdoğan’ın Ortadoğu’da namının yürümesine, İslami kimliği ve İsrail ile ABD’ye kafa tutabiliyor olmasının dışında bir nokta daha katkıda bulunuyor; hatta bu sonuncu hususun belirleyici olduğunu bile ileri sürebiliriz. O da Türkiye’nin, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olmakla birlikte yüzünün Batı’ya dönük olması ve kendine hedef olarak Batı uygarlığını yakalamayı koymuş olmasıdır. Çünkü Arap dünyasında sivil toplum da, bütün endişe, korku ve öfkesine rağmen bir şekilde Batılılaşmak, Batı’ya eklemlenmek istemektedir. Ama bunu yaparken kendi değerlerini de korumanın derdindedir.“Türkiye Erdoğan’dan önce de böyleydi, ne var bunda!” diye itiraz edenler olacaktır. Doğru, ancak Arap sokağı, zaten tarihsel nedenlerle mesafeli baktığı Türkiye’nin “aşırı Batılı” olduğunu düşünmekteydi. Diğer bir deyişle Arap kamuoyunun önemli bir bölümü, ülkemizin muhafazakâr taşrasıyla benzer eleştiren yaklaşıma sahipti. İşte Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarı, Arap dünyasıyla (ve bağlı olarak İslam dünyasıyla) Türkiye arasındaki mesafeyi hızla kısalttı.Bu yazıda tasvir etmeye çalıştığım “Türkiye’nin Ortadoğu’daki değişen imajı”nın okurların ciddi bir bölümünü rahatsız ettiğini biliyorum. Olabilir ama biz gazetecilerin öncelikli görevi olup biteni anlamaya çalışmak ve bunu eğip bükmeden okuyucuya aktarmaktır.
Osman Baydemir’in “silahlı mücadele miadını doldurmuştur” sözüne Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan avukatları aracılığıyla verdiği ayar, bayram sonrası rehavetiyle siyasi gündemin fazla yoğun olmaması nedeniyle, gecikmeli de olsa geniş bir şekilde tartışılıyor. “Tartışılıyor” dediğime bakmayın, aslında tam da Baydemir-Öcalan polemiğinden hareketle Türkiye’nin özellikle şu günlerde yapması gereken hayati bir tartışma, yapılıyormuş gibi yapılıp ıskalanıyor. Bu ıskalamada, medyanın çoğunluğuna hakim olan “yesinler birbirini” anlayışının belirleyici olduğunu düşünüyorum. Ne var ki “yesinler birbirlerini” formülünün burada pek geçerli olabileceğini sanmıyorum. Çünkü burada birbirini yiyen iki kişi (Baydemir ile Öcalan) yok; Öcalan’ın, yemeğine göz koyduğunu düşündüğü Baydemir’den önündeki tabağı kaçırması var. Aslında Öcalan bunu hep hep yaptı, bu gidişle bundan sonra da yapacağa benziyor. Nedir Öcalan’ın yaptığı? Kısaca söylersek o Kürt siyasi hareketinin kendisiyle başlayıp kendisiyle sona ermesini istiyor. PKK’nın tarihi bir yanıyla, Öcalan’ın kendisine rakip, alternatif ve tehdit olmaya soyunan veya onun böyle sandığı kişilerin, genellikle şiddet yoluyla tasfiye edilmelerinin toplamıdır. İlginçtir, Öcalan’a meydan okumadan PKK’dan kopmak isteyenlere pek engel çıkarılmazken, şu ya da bu şekilde onun mutlak otoritesini sorgulayan veya sorguladığından (hatta ilerde sorgulayabileceğinden) şüphenilen çok kişinin başına gelmedik kalmamıştır.Leyla Zana gibiPeki Baydemir’in çıkışında böyle bir boyut var mıydı? Hiç sanmıyorum. Tıpkı cezaevinden çıktıktan sonraki Leyla Zana’nın “Öcalan’a rağmen” hareket etme amacı olmadığı gibi. Fakat hatırlanacaktır, Öcalan, Zana’nın özellikle Avrupa’dan gördüğü yoğun ilgiden hayli rahatsız olmuş, hadi daha açık konuşalım, kıskanmış ve avukatları aracılığıyla Zana’ya ayar üzerine ayar vermişti. Zana da o tarihten itibaren, Kürt hareketinden hiç kopmamakla birlikte (öyle ki hayatını büyükşehirler veya Avrupa’da değil Diyarbakır’da sürdürüyor) öne çıkmamaya aşırı özen gösterir olmuştu.Tekrar Baydemir’e dönecek olursak: O da, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesinin kişisel yeteneklerinden kaynaklanmadığını herhalde bizlerden daha iyi biliyor olmalı. Onun 2004’de aday gösterilme sürecini bir gazeteci olarak yakından izlemiştim. Onun diğer aday adaylarını sollamasında Kürt hareketini çekip çeviren İmralı-Kandil-Avrupa üçgeni belirleyici olmuştu. İkinci kez aday gösterilmesinde de aynı odakların en azından olur’una sahipti. Ama daha önemlisi Diyarbakır halkı, Baydemir değil de başka birisi aday gösterilmiş olsa yine seçerdi.O sadık olduğunu düşünüyorduBaydemir’in Öcalan’dan rol çalmak, İmralı-Kandil hattının dışına çıkmak istediğini hiç mi hiç sanmıyorum. Tam tersine “silahlı mücadele miadını doldurdu” derken tam da bu hatta sadık olduğunu göstermek istiyordu. Çünkü bu söz Öcalan ve diğer PKK yöneticileri tarafından defalarca sarf edilmişti. Fakat kamuoyunun Baydemir’in sözlerine atfettiği önem, Öcalan ve PKK’yı endişelendirmiş ve buna bağlı olarak öfkelendirmişe benziyor. Bu öfkenin esas nedeni “kıskançlık”sa, ikinci nedeni de bu tür çıkışların “pişmekte olan aşa gereksiz su katma” anlamına gelebileceği kaygısıdır. Malum devlet Öcalan’la sistemli bir şekilde görüşüyor ve PKK Lideri sürecin gidişatından çok memnun. Dolayısıyla Kürt hareketinde kendisi dışında birilerinin süregiden görüşmeleri sekteye uğratacak çıkışlar yapmalarını engellemek istiyorlar.Tabii bir de şu var: Tam da görüşmeler sürerken, Öcalan elindeki en büyük kozdan, yani silahtan vazgeçmek kesinlikle istemeyecektir.Bütün bu polemik ve tartışmalar neye varır diye sorulacak olursa, pek bir şey çıkmaz derim. Baydemir istifa etmez, görevden de alınmaz; ama bundan sonraki sözlerine daha fazla özen gösterir; muhtemelen çok az konuşur. Öcalan da ayarının etkili olduğunu görürse, ki muhtemelen görecektir, olup bitenleri unutur ve Baydemir’in gönlünü alır.
Uzun bir süredir, sistemli bir şekilde şu görüşü seslendiriyorum: Kürt siyasi hareketi silahla kazanabileceğini kazandı, gelebileceği yere kadar geldi. Bu aşamadan sonra PKK’nın (veya onun şu ya da bu isimli bir taşeronunun) patlatacağı her silah, her mayın, her bomba sadece Türkiye’ye değil bu hareketin kendisine de zarar verecektir. Dolayısıyla PKK’nın silah bırakması herkesin hayrına olacaktır.Bu görüşlerimin Kürt siyasi hareketinde genellikle hoş karşılanmadığını biliyorum. Bu nedenle bu hareketin temsilcileriyle sık sık karşı karşıya geliyoruz. Son olarak Brüksel’de çok sayıda Kürt siyasetçisiyle tartıştım ve aynı sorulara muhatap oldum: “Devlet ne tür güvence verebilir? Kaldı ki bu devlete güvenip nasıl silah bırakılır?”Ben de kendilerine “Güvenceyi Türk devletinde veya başka bir devlette filan aramanıza gerek yok. Güvence Kürtlerin kendisidir. Kürt hareketi devlete değil kendi kitle tabanına bakmalıdır” cevabını verdim. Silahlı propagandanın iki boyutuPKK’nın 30 yılı aşkın süredir uyguladığı “silahlı propaganda”nın iki boyutu ol duğunu biliyoruz: 1) Devleti alabildiğine yıpratıp belli bir noktaya çekebilmek; 2) Devlete kafa tutulabileceğini göstererek Kürtleri belli bir aşamaya taşıyabilmek.PKK’nın hiçbir zaman silahla devleti yenmek gibi bir iddiası olduğunu sanmıyorum. Olduysa bile belli bir süredir bunun olamayacağını açık bir dille itiraf ediyorlar. Yani devlete silahla meydan okuma devrinin kapandığını, kapanmak zorunda olduğunu kendileri de kabul ediyor.İkinci hususa bakacak olursak, PKK’nın silahlı propaganda yoluyla Kürtleri, ister beğenin ister bundan rahatsız olun, belli bir noktaya getirmiş olduğu açıktır. Devletin stratejisinin temelini oluşturan “iyi Kürt-kötü Kürt” ayrımı iflas edeli epey oluyor. Bugün siyasi olarak PKK’ya hayli mesafeli de olsalar, Kürtlerin büyük bir çoğunluğu belli bir kimlik bilincine ulaşmış durumda. Bu noktaya gelinmesinde silahların hayli etkili, hatta yer yer belirleyici olduğu da tarışmasızdır.Devletin gördüğüKürtlerin gelmiş olduğu şu aşamadan sonra silahın herhangi bir propaganda fonksiyonu görmeyeceği aşikârdır. Hatta tam tersine, Reşadiye, Dörtyol baskınları, Batman’daki mayın olayı ve son Taksim Meydanı’ndaki intihar saldırısında da görüldüğü gibi silah artık Kürtler’de bilinçlenmeye değil bilinç kırılmalarına neden olmaktadır. Taksim saldırısının hemen ardından birçok Kürt’ün ve Kürt siyasi hareketinin bazı temsilcilerinin içlerine düştükleri dehşet; militanın PKK kamplarında eğitim görmesinin anlaşılmasıyla yaşadıkları şaşkınlık ve TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) adlı PKK’nın uzantısı grubun üstlenmesinden sonra içlerine düştükleri çaresizlik hali ne demek istediğimi çok iyi açıklıyor.Şunu iddia ediyorum: Günümüz Türkiyesi’nde Kürtler kimlik bilinci anlamında öyle bir noktaya geldiler ki ne Türk devleti, ne de yabancı devletler, tüm dünya birleşse, onlar üzerinde her türlü baskıyı uygulasalar bile artık geri dönüş söz konusu olamaz. Son KCK operasyonları, bu hareketin baskıyla sindirilemeyeceğini, tam tersine baskıların bu hareketi daha da güçlendirdiğini bizlere çok net bir şekilde gösterdi.Devletin Kürt gerçeğini bütün yönleriyle gördüğü (veya görmek zorunda kaldığı) ve Kürt kimliğini redde yönelik politikaları bir daha yürürlüğe sokmayacak şekilde rafa kaldırdığıysa, PKK ve ona yakın çevreler ne kadar kabul etmek istemeseler de ortadadır.
Kürt siyasi hareketinin en temel açmazı “silah” ve “silahlı mücadele” gibi kavramlara birer tabu gibi yaklaşmasıdır. Evet, ister bu durumdan memnun olalım, ister olmayalım, Kürt hareketinin bugünkü güç ve etkisine ulaşmasında “silah” ve “silahlı mücadele”nin payı hayli yüksektir. Fakat ne zamandan beri Abdullah Öcalan başta olmak üzere birçok PKK yöneticisi ve yasal alanda faaliyet gösteren Kürt siyasetçilerinin de vurguladığı gibi silahlı mücadele artık miadını doldurmuştur. Doldurmuştur doldurmasına ama yıllardır kamuoyunu “ateşkes”, “eylemsizlik”, “çatışmasızlık” gibi geçici ve kimi zaman öngörüldüğünden de kısa ömürlü çözümlerle oyalayan PKK bir türlü silah bırakmaya yanaşmıyor; hatta son Osman Baydemir olayında görüldüğü gibi, samimi bir şekilde silahlara veda edilmesini isteyen kişilere de bizzat Öcalan tarafından ayar veriliyor.Ortadoğu denen batakPeki Kürt hareketinin silah konusundaki bu ısrarı neden kaynaklanıyor? Bayram boyunca Kürt konferansı vesilesiyle bulunduğum Brüksel’de bu soruyu hareketin değişik kademelerinde bulunan çok sayıda kişiye sordum. Hemen hepsi, Türk devletine yönelik güvensizliklerini silahı meşrulaştırmak için kullanıyor. “Kayıtsız şartsız silah bıraktığımız takdirde bizlere ve genel olarak Kürtlere kurbanlık koyun muamelesi yapılmayacağının, Kürt sorununun çözüleceğinin garantisi nedir?” diye soruyor ve silahı kendileri için yegane güvence olarak gördüklerini söylüyorlar. Her ne kadar Brüksel’de, yani Avrupa’nın başkentinde bulunsak da zaten kendileri de Avrupa’da yaşayan çok sayıda muhatabımın silah tartışmasını Ortadoğu ekseninde yürütmesi ilginçti. Onlara göre siyasi bir hareket eğer Ortadoğu’da varkalmak istiyorsa silahı muhakkak elinin altında bulundurmalı ve onu iyi kullanmalıydı. İşte Kürt hareketinin en büyük açmazlarından birinin tam da bu noktada karşımıza çıktığı kanısındayım. Kuşkusuz Kürt hareketinin Ortadoğu’da güçlü bir şekilde varkalma konusunda epey mahir ve birikimli olduğu doğrudur. Ama bu hareketin, bu son derece karmaşık ve istikrarsız bölgeden kendini kurtarmadıkça, diğer bir deyişle Batı’ya açılmadıkça, parlak bir geleceğe sahip olamayacağı da açıktır.Hareketin kalbi Batı’da atıyorGerek Kürt hareketi, gerekse ona dışardan ve çoğunlukla da hasmane bir şekilde bakanlar, PKK’nın ana üssünün Kuzey Irak’ta bulunması ve militanlarının da Güneydoğu’nun kırsal kesiminde dolaşması nedeniye hareketin merkezinin Doğu’da olduğuna hükmediyorlar. Halbuki büyükşehirler, buralarda yaşayan Kürtler ve buralardaki eylemler olmasa; Avrupa başta olmak üzere Batı’da çok yoğun faaliyetler yürütülmese Kürt hareketi pek fazla kimsenin önemsemeyeceği marjinal bir hareket olurdu. Şorun şurada: Bu hareket, esas oksijenini Batı’dan alıyor ama hâlâ bir Doğulu gibi davranıyor. Eğer Kürt hareketi yönünü tam anlamıyla Batı’ya çevirmezse ve Batılılaşmanın birinci şartı olan demokrasi içinde barışçıl yöntemlere başvurmak yerine silahta ısrar ederse, herhalde Ortadoğu’nun değişik bölgelerinde farklı zamanlarda etkili olmuş ama artık bugün adlarını da hatırlamadığımız onca hareket ya da grupla aynı kaderi paylaşır.Özetle PKK’nın ilk iş olarak, herhangi bir şart dayatmadan silahları bırakması, genel olarak tüm Türkiye’nin hayrına olacağı gibi, özel olarak Kürtlerin ve Kürt siyasi hareketinin daha fazla işine gelecektir.Kürt hareketinin silahtan başka bir şeye güvenmemesinin neden yanlış olduğunuysa yarın tartışalım.
Uluslararası 7. Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürtler Konferansı için gittiğim Brüksel’de Kürt siyasi hareketinin değişik kademelerinde yer alan onlarca kişiyle sohbet etme ve tartışma imkanı buldum. Bunların bir kısmı, doğrudan PKK içinde yer alan kişilerdi ki bunlara hareket içinde “kadro” deniyor. Örnek olarak, kısa süre önce Brüksel’de gözaltına alınıp serbest bırakılmış olan eski DEP milletvekilleri Remzi Kartal ve Zübeyr Aydar’ı verebilirim. Görüştüklerimin çoğunu, Kürt hareketinde “yurtsever” olarak adlandırılan, PKK ile organik ilişki içinde olmamakla birlikte onun paralelinde Avrupa’nın değişik şehirlerinde faaliyet gösteren yasal kuruluşlarda sorumluluklar üstlenen kişiler oluşturuyordu. Ayrıca Roj TV, Fırat Haber Ajansı gibi Kürt medyasında çalışan gazetecilerle de uzun uzun tartışma imkanım oldu.Perşembe günkü yazımda da değindiğim gibi, Brüksel’deki sohbetlerimizin ana eksenini, benim çözümün ilk şartı olarak PKK’nın silah bırakmasını göstermem oluşturuyordu.Konferansın aralarında, otel lobilerinde ya da yemeklerde birbirinden farklı gruplarla benim kendilerini hayli rahatsız eden tezlerim ekseninde hararetli tartışmalar yaşadık. Bu konuya daha soraki yazılarımda ayrıntılı bir şekilde girmeyi düşünüyorum, şimdilik şunu söyleyebilirim:Daha önce Berlin ve Ankara’da, yine Kürt hareketine yakın kişilerin çoğunlukta olduğu topluluklara aynı yaklaşımı dile getirmiş ve çok sert tepkilere maruz kalmıştım. Bu seferki tepkilerin kıyaslanamayacak ölçüde yumuşak olmasını, son dönemde yaşanan gelişmelere bağlamak yanlış olmaz.Nedir bu gelişmeler? Hiç kuşkusuz devletin Öcalan’la sistemli olarak görüşmesi ve PKK liderinin de bu durumdan olumlu söz etmesi; buna bağlı olarak PKK’nın “eylemsizlik” kararını genel seçimlere kadar uzatması. Diğer bir deyişle Kürt siyasi hareketinin saflarında çözüme yönelik umutlar hiç olmadığı kadar artmış durumda. AKP’ye duyulan güvensizlikBeni en çok şaşırtan, görüştüğüm kişilerin hemen tümünün çözüm için temkinli de olsa ümitli olmakla birlikte AKP hükümetine karşı en ufak bir güven duygusu beslememeleriydi. Hareket içindeki konumları ne olursa olsun, hiç kimseden AKP ve Başbakan Erdoğan hakkında olumlu bir söz işitmedim. Tam tersine Erdoğan’ın Kürt konusunda zaman zaman sergilediği iniş-çıkışları, neredeyse günü gününe ve kelimesi kelimesine aktarıyor ve soruyorlardı: “Bunlara nasıl güvenelim?”Aynı kişilerin, AKP’ye yönelik antipatilerinin dozuna neredeyse yakın bir ölçüde CHP’ye ilgi göstermeleriyse ayrıca dikkat çekiciydi. Bu garip durumu Zübeyr Aydar’a sorduğumda önce mantıklı ama bana göre yetersiz bir açıklama yaptı: “Seçimlerde bizim etkili olduğumuz bölgelerde CHP ve diğer partiler zaten yok, bir tek AKP var. Öte yandan AKP iktidarda olduğuna göre onu daha fazla eleştirmemiz de normaldir.” Ancak sohbetin ilerleyen bölümlerinde Aydar, Öcalan’ın da zaman zaman dile getirdiği bir analizin Kürt hareketi saflarında hayli etkili olduğunu vurguladı: “Kürt sorununun çözümü konusunda ‘devlet’, ‘hükümet’ten daha ileri bir noktada.” (Burada “devlet”ten kastedilenin esas olarak TSK olduğu açıktır.)Bu analizin iki açıdan doğru olduğunu düşünmüyorum: 1) AKP hükümetinin Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözülmesini bir TSK’dan daha az istediği, hatta hiç istemediği bir “şehir efsanesi”nden başka bir şey değildir;2) Özellikle 2007 seçimlerinden sonra, yani Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkması, Ergenekon soruşturması ve bunun TSK’nın iktidarını iyice yıpratması ve nihayet son YAŞ kararlarıyla “devlet”-”hükümet” ayrımının eskisi gibi geçerli olduğu söylenemez. Yani AKP sadece hükümette değil devlette de iktidardadır.Bakalım Kürt siyasi hareketi Türkiye’deki iktidar mücadelelerin doğurduğu muazzam altüstleri doğru okuyup stratejilerini bunlara bağlı olarak gözden geçirebilecek mi? Bu noktada kulağımız yine Öcalan’dan gelecek açıklamalarda olacak.
Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nun bir salonunda düzenlenen 7. Uluslararası Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürtler Konferansı’na damgasını, bazı devlet yetkililerinin Abdullah Öcalan’la düzenli olarak görüşmesi, Öcalan’ın bu görüşmelerden çok olumlu bir şekilde söz etmesi ve hükümetin de bunu yalanlamaması, hatta yapılanları “çok doğal” olarak nitelendirmesi vurdu. Devlet-Öcalan görüşmelerinden sevinçle ve umutla bahseden ilk isim, konferansın ana düzenleyicilerinden olan Nobel Barış Ödülü sahibi Güney Afrikalı din adamı Desmond Tutu oldu. Tutu gönderdiği ve konferansın ilk konuşması yerine geçen video mesajda sık sık Öcalan ile Başbakan Erdoğan’ın adlarını birlikte andı ve İmralı’da başlatılan diyalog sürecinin başarıya ulaşması için Öcalan’ın serbest bırakılmasının şart olduğunu vurguladı.Tutu ile birlikte konferansın ana düzenleyicileri arasında yer alan eski DEP Milletvekili Leyla Zana da geçmişte yaşananlara yönelik son derece eleştirel, ama geleceğe yönelik son derece olumlu sözler söyledi. Bugün yaşananlarının, Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği 1999’dan sonraki sürece benzediğini söyleyen Zana konuşmasını “İçinden geçtiğimiz kırılgan diyalog süreci toplumla buluşturulmalı. Bugün iyimser olmak mümkün” diye bitirdi.Akıl, vicdan, adaletFakat konferansın ilk gününün en iyimser katılımcısı Yüksel Genç’ti. Yüksel Genç, genç bir kızken PKK’ya katılmış ve Öcalan’ın yakalanmasından sonra barış konusunda samimi olduğunu kanıtlamak için silahlarıyla birlikte TSK’ya teslim olan “barış grubu” içinde yer almış bir isim. Yıllarca hapis yattıktan sonra Demokratik Toplum Kongresi çatısı altında yasal siyasi faaliyetler yürüten Genç, “o gün yaptıklarımızın meyvelerini bugün topluyoruz. Maalesef bazı iyi şeyler geç geliyor çünkü kayıplar üzerinden öğrenen bir Ortadoğu toplumuyuz” diye konuştu. Bugün gelinen noktayı, kimsenin kazanmadığı “pata durumu” olarak niteleyen Genç’e göre “artık geri dönülemez bir nokta”ya varıldı ve “eğer taraflar akıllı, vicdanlı, adalet konusunda tutarlı olursa” çözüm pekala mümkün.BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da çözüm sürecinde “sabır, zeka, esneklik ve karşılıklı güven”in şart olduğunu vurguladı ve “her iki tarafın da, diğerinin kendisinin kuyusunu kazdığını düşünmemesi” gerektiğinin altını çizdi. Devletin Kürtlere güven vermesi, buna bağlı olarak üsluba dikkat etmesi gerektiğini belirten Demirtaş, sözlerini “tasfiye politikaları olmadığını açıkça söylememliler” diye bağladı.Karayılan memnunKonferanstaki iyimser dalganın ta Kandil’de de estiğiniyse Radikal Gazetesi yazarı Cengiz Çandar’dan öğrendik. Yaptığı bir araştırma kapsamında birkaç gün önce Kandil’de PKK liderlerinden Murat Karayılan ile görüştüğünü söyleyen Çandar, Karayılan’ın daha önce Hasan Cemal’e verdiği mülakatta “devlet Öcalan’ı muhatap almalı. O olmazsa bizle görüşmeli. O da olmazsa DTP (o tarihte daha kapatılmamıştı) ile, o da olmazsa bir ‘akil adamlar heyeti” ile görüşmeli” demiş olduğunu hatırlattı ve şöyle devam etti: “Karayılan İmralı’daki görüşmeler nedeniyle en önemli şartlarının yerine getirilmiş olduğundan memnuniyetle söz etti.”Gelinen noktayı “umut verici” olarak niteleyen Çandar sözlerini şöyle sürdürdü: “Gerçekçi olalım. Önümüzde çok uzun bir yol var. Müzakereler başlasa bile çözüm kolay değil. Çünkü şeytan ayrıntılarda gizlidir.”Konferansın genel bir değerlendirmesi yarına.