Refah Partisi’nin (RP) ilk büyük patlamasını yaptığı 1994 yerel seçimlerinden kısa bir süre sonra Mardin’den Diyarbakır’a dönüyordum. Arabada iki yerel RP yöneticisi bana eşlik ediyordu. Bunlardan biri sosyalist soldan, diğeri de ülkücü hareketten Milli Görüş’e katılmıştı. İçlerinden soldan geleninin şu sözleri RP’yi anlamamda bana epey yararlı olmuştu: “Parti olarak çok hızlı büyüyoruz ve bu beni çok ürkütüyor!”Onun bu sözlerinden geniş ölçüde esinlenerek RP’nin o dönemdeki büyümesine “hormonlu” sıfatını uygun bulmuştum ve “Nasıl hormonlu bir domates normalden daha büyük ama daha tatsızsa RP de giderek büyüyor ama başlangıçtaki özünden uzaklaşıyor” türünde cümleler kuruyordum.Ülke çapında parti tabanında büyük bir coşku ve heyecan yaşarken Güneydoğulu o RP yöneticisinin kaygıya sürüklenmesinin ardında muhakkak soldan gelmesi etkili olmuştu. Çünkü 1970 ortalarından itibaren çok büyük bir ivme yakalamış olan Türk solu, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte çok büyük bir darbe yemiş, güçlü bir direniş gösterememiş ve o andan itibaren de bir daha kendini toparlayamamıştı.Zaten bizim o sohbetimizin üzerinden çok da fazla zaman geçmeden RP de benzer bir akıbete uğradı. Yerel seçimlerin ardından genel seçimlerden de birinci parti çıkan, hatta DYP ile koalisyon hükümeti kuran RP, 28 Şubat sürecinde yaşanan post-modern darbeye karşı koyamadı: RP kapatıldı, Erbakan başta olmak üzere birçok lidere siyaset yasağı getirildi...Verenler almaya başlayıncaTarihin değişik zamanlarında, dünyanın değişik yerlerinde toplumsal ve siyasi hareketlerin en güçlü göründükleri anların aslında en hassas, en kırılgan anları olabildiğine dair sayısız örnek verebiliriz. “Peki neden böyle oluyor?” sorusu üzerine sayfalarca, hatta ciltlerce yazıp çizmek mümkün. Ama bir gazete yazısında olabildiğince özlü konuşmamız gerektiği için kendimce bu soruya hızlı bir cevap vermek isterim: Toplumsal ve siyasal hareketlerin büyük çoğunluğu belli idealler etrafında bir araya gelmiş ve kendini adayan insanlar tarafından başlatılır. Ama güçlenip büyüdükçe bu hareketlere, başlangıç ideallerine aynı kendini adamışlıkla yaklaşmayan çok sayıda insan da katılır. Süreç içinde idealler geri planda kalır ve hareketin daha da güçlenip büyüyerek varlığını sürdürmesi temel amaç haline gelir. Özetle söyleyecek olursak başlangıçta bir hareketi “kendilerinden verenler” var ederken, zaman içinde o hareket “kendileri için alanlar”ın egemenliği altına girer. Başlangıçtaki fedakâr insanların bir bölümü de bu furyaya katılır, hatta bazen başını çekerken, küçük bir bölümü de büyük bir hayal kırıklığıyla küsüp köşesine çekilir.Kısır döngüden nasıl çıkılırPeki bu bir kısır döngü müdür? Büyüyen her hareketin özünden kopması, asli ilkelerine yabancılaşması ve kendi varkalmasını her şeyin önüne koyması kaçınılmaz bir durum mudur? Galiba öyle. Yine de bu kısır döngüyü bir nebze kırabilmede şu üç ilkenin yardımcı olabileceğini düşünüyorum: 1) Şeffaflık; 2) Sivillik; 3) Demokrasi.Eğer bir hareket şeffaf değilse, kendince “haklı” gerekçelerle kapılarını toplumun diğer kesimlerine açmıyorsa, ne kadar büyürse büyüsün kendi kurdunu da içinde büyütür. Çünkü şeffaf olmayan bir hareket hep vehimlerle, paranoyayla yol alır. Hareket içindeki insanlar bir yerden sonra birbirlerinden de kuşku duymaya başlarlar. İşin ilginç yanı, bir hareket dış sızmalardan ne kadar çok korkarsa, “dış odaklar”ın ona sızması o kadar kolay olur. Türkiye’deki birçok silahlı sol örgütün, PKK’nın ve Hizbullah’ın öyküleri bunun kanıtıdır.Sivilliktense, esas olarak söz konusu hareketin kendine muhatap olarak devleti (ya da devletleri) değil toplumu alması gerektiğini kastediyorum. Halbuki birçok hareket, belli bir güce eriştikten sonra ya devleti ele geçirmeyi kafasına koyuyor ya da siyasi iktidarı elinde tutan (ya da ele geçirmek isteyen) güçlerle pazarlıklara girişip kendine pastadan pay kapmanın derdine düşüyor.Demokrasi kavramını ortaya ataraksa, hareketin kendi üyelerini ne derece özgür bıraktığını sorgulamak istiyorum. Bildiğimiz gibi iddialı toplumsal ve siyasal hareketlerin büyük kısmı “karizmatik” (veya öyle olduklarını sanan) liderler tarafından yönetiliyor. O hareket ne kadar büyüyüp güçlenirse liderin güç ve etkisi de o kadar artıyor, aşağıdakiler ona (ve onun yakın çevresine) daha fazla bağımlı hale geliyorlar. Ve bir gün geliyor, hiç beklenmedik bir anda bu saadet zinciri kopuveriyor!Herhalde bugün bu yazıyı neden yazdığımı sormayacaksınız!
Dün MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmanın birçok nedenle ilginç ve önemli olduğu kanısındayım. Öncelikle, dün Meclis’te sınırötesi tezkeresinin uzatılması ve PKK sorunundaki gelişmeler hakkında gizli oturum yapılacak olmasına rağmen Bahçeli terör konusuna hemen hemen hiç değinmedi. MHP liderinin belli bir süredir, iyice gündem dışında olduğu anlarda bile terör konusunu söyleminin omurgası yaptığı bilindiğinde bu hususun dikkat çekici olduğu açıktır. Acaba bu, bir defaya mahsus bir durum mu, yoksa MHP bir strateji değişikliğine mi gidecek, bunu çok geçmeden anlarız. Şimdiden birinci şıkkın daha akla yatkın olduğunu söyleyebiliriz ama yine de belli olmaz diyelim. CHP-AKP yakınlaşmasıŞu sözlerin, Bahçeli’nin dünkü konuşmasının en çarpıcı bölümünü oluşturduğunu düşünüyorum: “Yıllardan beridir siyasetini kamplaştırma ve cepheleştirme üzerine bina eden AKP iktidarının, bunun için kullanmadığı yöntem, başvurmadığı yol, içini boşaltmadığı değer neredeyse kalmamıştır. Son zamanlarda bu sürece anamuhalefet partisi CHP de katılmış; renksiz, temelsiz ve istismarcı bir anlayışla AKP’nin yanında konum almaya başlamıştır. ”Bu sözlerden, MHP’nin, iktidar partisinin bir süredir kendisine karşı uyguladığı stratejiyi tersine çevirme niyetinde olduğunu görüyoruz. Şöyle ki birkaç yıldır AKP’liler, özellikle MHP’nin geleneksel olarak güçlü olduğu İç ve Doğu Anadolu’da “MHP=CHP”, hatta daha ileri gidip “MHP ile CHP ruh ikizidir” şeklinde bir kampanya yürütüyorlar. CHP ile özdeşleştirilmenin MHP’yi hep rahatsız ettiği açıktır. Ama bunun temel nedeninin 1970’li yıllardaki “sağ-sol gerilimi” ile ilgili hafıza olduğunu sanmıyorum. AKP’liler daha çok, taşradaki MHP tabanının milliyetçiliğe ek olarak muhafazakâr bir profil de çizmesini ve bu geleneğin özellikle Tek Parti dönemi nedeniyle CHP’ye mesafeli bakıyor olmasını suiistimal ettiler. Bunda belli bir başarıya ulaşmış olduklarını, en azından son referandum sonuçlarına bakarak ileri sürebiliriz.Dolayısıyla CHP’nin Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte şu ya da bu nedenle iktidar partisiyle arasındaki mesafeyi bir ölçüde kapatıyor görünmesi MHP’ye benzer bir manevra alanı açabilir. Dün Bahçeli AKP-CHP yakınlaşmasını türban tartışmaları ekseninde ele alıp eleştirdi, ancak esas kavganın Kürt sorunu ve buna bağlı olarak “demokratik açılım”, en çok da “PKK’nın silahsızlandırılması” konularında yaşanacağı ortadadır.Referandum kampanyası sırasında Kılıçdaroğlu’nun, hükümet tarafından yürütülen birtakım pazarlıklara kategorik olarak karşı çıkmadığını belirtmesi, daha önemlisi “genel af”fı telaffuz etmesi MHP’nin şiddetli tepkisine yol açmıştı. Önümüzdeki dönemde iktidar ve ana muhalefet partilerinin Kürt sorunu ekseninde birlikte hareket etme ihtimali, MHP’ye “AKP=CHP” deme şansını da sunabilir.Seçimlere doğru MHPBahçeli’nin dünkü konuşmasında türban (başörtüsü) sorununa geniş yer ayrılması şaşırtıcı değildi. MHP’nin, bu sorunun olabildiğince hızlı ve kalıcı bir şekilde çözülmesini istediğini zaten biliyorduk, dün bir kez daha Bahçeli’nin ağzından bunu işittik. MHP lideri buna ek olarak, türban konusunda AKP ile CHP arasında sık sık dile getirilmiş olsa da ortak bir çözüm iradesi geliştirilemiyor olmasını da epey işledi. AKP ile CHP’nin “lokomotif-vagon” tartışmalarıyla çözüm trenini bir türlü yerinden kıpırdatamamasından siyasi olarak en fazla MHP’nin istifade edeceği ortada. Açıkçası MHP’nin önümüzdeki seçimlerde yüzde 10 barajının altında kalma ihtimalini pek görmüyorum. MHP eğer, rakiplerinin içine düştüğü ve düşeceği krizleri kendisi için bir fırsata çevirebilirse beklenmedik bir çıkış bile yapabilir. Sonuç olarak, referandumdan ne kadar yaralı çıkmış olursa olsun MHP’nin önümüzdeki seçimlerin de kilit partisi olacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Dün Gürsel Caniklioğlu’ndan bir e-posta aldım. Ortak dostumuz, şair ve devrimci Bülent Saka’nın Cumartesi sabaha doğru kalp krizine yenik düştüğünü önceki günkü yazımdan öğrenmiş. “İnternette hiçbir resmini bulamadım” diye yakınmam üzerine, Bülent’in yıllar önce kendi imkanlarıyla bastırmış olduğu tek kitabının (Leş Gibi Bakire, tam Bülent’e göre bir kitap adı) arka kapağını tarayarak yollamış. Bülent’in hayatla kurduğu ilişkiyi “geçiyorken uğramak” olarak özetlemiştim. Fotoğrafın bunu ne kadar onayladığı ortada değil mi? Bu arada Güngören Köyiçi’nin çocuğu Bülent’i, yarıda bıraktığı liseden dolayı Tozkoparanlı olarak sunduğum için özür dilerim.Ona ait bir gökyüzüŞimdi Bülent’in kitabının arka kapağına yazdıklarını alıntılamak istiyorum:“Artık bilmemiz gereken öyle çok önemli şeyler var ki. Bob Dylan’ın dediği gibi ‘sanatçılar şunu hiç akıllarından çıkarmamalı: Ortada büyük bir ikiyüzlülük dolaşıyor.Evet, bu ikiyüzlülük gerçeğini tüm insanlar görebilsin isterdim. Yaşarken binbir iğrençlikle karşılaşabiliriz: Ama ben yine de her insanın kendine ait bir gökyüzünün olduğuna inanıyorum. Ve biliyorum ki iyi insanların bir gün kendi yıldızlarının parladığı bir gece olacaktır. ‘Yıldızımın parladığı gece’ diyorlar buna.Savaşlar yeryüzünü terk edene dek iyiler hep var olacak ve bir gün mutlaka kazanacaklardır.”Şeytanın binbir türüBülent’in bu dünyada layık olduğu yere gelemediğini en iyi bilenlerden biriyim. Ama onun bu durumu pek de umursamadığını, kendi yıldızını tek başına parlatmak istediğini ve parlattığını da biliyorum.Onun “iyilerin mutlaka kazanacağı” inancıydı bizi Hasdal Cezaevi’nde birleştiren. Buna dün inandık, bugün inanmak için mücadele ediyoruz. Ama kötüler o kadar kötü ve o kadar her yerdeler ki!Çok sevdiğim bir hadis vardır. Güvendiğim kaynaklarım sahih olduğunu söylediler ki olmasa da sevmeye devam ederim: Haksızlığın karşısında susan dilsiz şeytandır.12 Eylül 1980 askeri darbesiyle cezaevlerine tıkılan bizler, dinle, İslam’la, Hz. Muhammed’le ilgimiz, ilişkimiz ne olursa olsun, bütün hatalarımıza, kusurlarımıza vs. rağmen, bu hadise uygun hareket etmeye çalışan insanlardık.Yani haksızlığa karşı sessiz kalmamanın mücadelesini veriyorduk. Hele içlerimizde Bülent gibi öyleleri vardı ki, onlar “melek” benzetmesini bile hak ediyorlardı.Bugün Türkiye’de (ve dünyada tabii ki) dilsiz şeytanların borusu ötüyor. Bir de daha vahimi, ortalık “geveze şeytan” kaynıyor. Yani haksızlık karşısında susmak ne kelime, onu meşrulaştırmak için durmaksızın konuşan, yalanlar, iftiralar üretenler.Kendilerini Allah’a havale ediyorum. Ve biliyorum ki ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar onların kendilerine ait bir gökyüzleri olmayacak, yıldızları hiçbir gece parlamayacak.
Dün, güne acı bir haberle başladım: Ne zamandır görüşemediğim arkadaşım Kerim aradı ve ortak dostumuz Bülent Saka’nın sabaha karşı kalp krizinden hayatını kaybettiğini söyledi. Bülent, Kerim ve ben 1981 yılı ortalarında Hasdal Askeri Cezaevi’nde tanıştık ve uzun süre birlikte yattık. Ben Galatasaray Lisesi son sınıfında, Kerim, o zamanki adıyla Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu’nda okurken tutuklanmıştık. Bülent ise liseyi çoktan terk etmişti, o tarihlerde İstanbul’un varoşlarında bulunan Tozkoparan’da yaşayan, çok sevdiği tabirle “tam bir halk çocuğu”ydu.Ama hiç tartışmasız içimizde en entelektüelimiz oydu. Bülent şairdi ve bir siyasi tutukludan beklenmeyecek ölçüde “edebi” ve siyasetle pek ilgisi olmayan güzel şiirler yazıyordu. (Daha sonra şiire ek olarak tiyatroya da merak saldı.)Kabına sığmazdı, her zaman delidolu, her zaman coşkuluydu. Gerek içerde, gerek dışarda, sanki hiçbir şeyi dert edinmez gibi davranırdı. Bu dünyaya “geçiyorken uğramış” gibi bir hali vardı. Ve daha 50 yaşına varamadan çekip gitti...Normal şartlarda “Türkiye’nin Charles Bukowskisi” olabilecek bir insan neden geride sadece tek bir (o da kendisinin bastırdığı) şiir kitabı bırakır? Google’a girdiğinizde neden kendisinin bir tek resmi bile karşınıza çıkmaz? Halbuki ne de güzel gülerdi! Kardeşim Bülent, nur içinde yat!Hasdal’da aykırı bir binbaşıBülent, Kerim ve diğer arkadaşlarla Hasdal’da yatarken cezaevi müdürümüz Binbaşı Faik İnal’dı. Çok ilginç bir kişiydi Faik Binbaşı. Sık sık koğuşlarımıza gelir, hatta kimi zaman yanında ufak oğlunu da getirir ve bizlerle tartışır, düzenlediğimiz çeşitli kültürel etkinlikleri hayret ve ilgiyle takip ederdi.Aynı kişinin sistemli bir şekilde bizlere zulmettiğini söylersem herhalde şaşırırsınız, nitekim biz de şaşardık. Örneğin daha bir gün önce oğluyla birlikte gelip çayımızı içen, bizlerle sohbet eden o kişi, idam cezası infaz edilen bir devrimci için yaptığımız bir günlük açlık grevini bastırmak için en acımasız yöntemlere başvururdu. Bir keresinde sudan bir gerekçeyle beni odasında bizzat ve tek başına dövmüş, ardından keyfi bir şekilde hücre cezasına çarptırmıştı.Derken bir an geldi, Faik Binbaşı’nın inişli çıkışlı grafiği düz bir çizgi izlemeye başladı: O artık bizlere sadece insanca davranıyor, tutuklulara kötü muamele yapmak isteyen kendi personelini cezalandırıyordu. Memnun ve şaşkındık. Sonradan öğrendik ki Faik Binbaşı, gözlatındayken Hasdal’a getirilen ve kısa süre sonra da serbest bırakılan bir kadınla gönül ilişkisine girmiş ve daha sonra eşinden ayrılıp onunla evlenmiş. Anlaşıldığı kadarıyla o kadın, Faik Binbaşı’nın içinde birlikte varolan ve sürekli kendi aralarında didişen melek ile şeytan’dan, meleğin üstün gelmesine vesile olmuş. İyi de olmuş.Cezaevi serüveni insana “iyi” bildiği pek çok kişinin kolaylıkla “kötü” olabileceğini acı bir şekilde gösterir. “Kötü” bilinenlerin “iyi” olmaya terfi etmesiyse enderdir ama mümkündür. Faik Binbaşı bu anlamda biz Hasdal tutukluları için asla unutamayacağımız bir örnek olmuştur.Pazar günleri gazete köşelerinde hafif konular okumayı tercih edenlerden özür diliyor ve hangi suçtan yatarlarsa yatsınlar, ceza ve tutukevlerindeki herkese selamlarımı yolluyorum.
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun üniversitelerdeki türban (isterseniz başörtüsü de diyebilirsiniz) yasağının kalkması yolunda niyet belirtmesiyle birlikte yıllardır bildiğimiz o koro sesini yükseltti: “CHP’nin başka işi yok mu?”, “Bırakın AKP çözebiliyorsa kendi başına çözsün!” “Bu tür çıkışlar CHP’ye oy filan getirmez, tam tersine ondan oy götürür!”Geçen onca zamanın çok çok iyi kanıtladığı gibi bu itirazların herbiri tepeden tırnağa yanlıştır. Bunları sırasıyla ele almaya çalışalım:“CHP’nin başka bir işi yok mu?”Eğer CHP solda bir partiyse, yani çoğulcu demokrasi ve özgürlüklerden yanaysa, “bana oy verenler/vermeyenler” diye bir ayrım yapmayıp toplumun tüm kesimlerinin sorunlarına kulak kabartmak, onların hak ve özgürlük taleplerini yerine getirmek durumundadır. Hak ve özgürlük taleplerinde, dile getirenlerin kimliklerine bakıp ayrımcılık yaptığı anda CHP (veya herhangi bir başka parti, grup ya da kişi) solda olma iddiasını otomatik olarak kaybeder; daha doğrusu kaybetmesi gerekir.Bazılarının türban yasağına karşı çıkmamayı “sınıfsal” bazı argümanlarla meşrulaştırması da abestir. Zira CHP, sol düşünceyi günümüzün gereklerine göre hayata geçirme iddiasındaysa her soruna sadece “sınıf” temelli bakmaktan vazgeçip “kimlik politikaları”nı da ciddiye almak durumundadır. Kaldı ki başörtüsü yasağından şikayet eden kız öğrencilerin büyük çoğunluğunun alt sınıflardan geldiği de ayrı bir gerçektir.“AKP çözebiliyorsa kendi başına çözsün!”Bu sorunu AKP’nin tek başına çözmesi asla mümkün değildir. Bugün çözme imkanını yakalayıp çözse bile bu sorun ilerde karşımıza çok daha vahim bir şekilde yeniden çıkabilir. Çünkü bu sorunun çözümü olabildiğince geniş bir toplumsal mutabakat gerektirmektedir ve bu bağlamda CHP gibi bir partinin çözüm sürecinde aktif bir aktör olarak yer alması “olmazsa olmaz”dır. Yıllardır egemen olan “AKP’yi yalnız başına bırakalım, türbana dolansın” yaklaşımının da ne Türkiye’ye, ne CHP’ye herhangi bir hayrının dokunmadığını biliyoruz. Dolayısıyla özel olarak CHP’nin, genel olarak solun bir an önce bu sorunun çözümüne dahil olması gerekiyor.“Türban konusu CHP’ye oy filan getirmez, tersine oy götürür!”Bu yaklaşıma verilecek ilk cevap “Ne yapalım, götürürse götürsün” olacaktır. CHP’nin bugün sorunun çözümüne katkıda bulunsa ilk genel seçimlerde sırf bu yüzden oylarını artırmayacağı, hatta oy kaybına bile uğrayacağı bir gerçektir. Ne var ki üniversitelerdeki başörtüsü yasağının serüvenine baktığımızda, yasağın kalkması için hiçbir adım atmayan, tam tersine sürmesi için çabalayan sol oluşumların oylarını artırmış olmadığı da ayrı bir gerçektir. Solun başarısızlığını doğrudan türban yasağına karşı çıkmamasına bağlayacak değilim. Fakat bir de şöyle düşünelim: Şu ya da bu gerekçeyle bu aleni hak ve özgürlük ihlaline karşı çıkmayan siyasi oluşumların tümünün demokrasi ve özgürlükler konusunda ne derece samimi oldukları içerde ve dışarıda ciddi bir şekilde sorgulandı. Bu nedenle, AKP’nin başarısını büyük ölçüde, CHP başta olmak üzere sol iddialı oluşumların temel hak ve özgürlükler ile demokrasi konusunda sık sık sergiledikleri ilgisiz, tereddütlü, hatta yer yer engelleyici tutumlara borçlu olduğunu ileri sürebiliriz.Düşünün, Nazi dönemi uygulamalarını hatırlatan, İstanbul Üniversitesi’ndeki türbanlı öğrencilere yönelik “ikna odaları”nın mimarlarından Prof. Nur Sertel, 2007 seçimlerinde CHP’nin vitrinine çıkarttığı isimlerden biriydi. Prof. Sertel aday gösterildi diye bazı muhafazakâr seçmenlerin CHP’ye oy vermekten vazgeçtiklerini tabii ki söylemiyorum. Ama tanıdığım birçok özgürlükçü solcunun bu tür isimler yüzünden CHP’ye iyice mesafe koyduklarını da biliyorum.Kılıçdaroğlu bir süredir, partisinin içine düşmüş olduğu kısır döngüyü kırmak için çaba gösteriyor. Başarılı olup olmayacağı, Prof. Sertel gibilerin temsilcisi olduğu baskıcı zihniyetin etkilerini kırıp kıramayacağına bağlı olacak.
Siyasetin gündeminde başörtüsü/türban, yeni Anayasa, Kürt sorunu/PKK’nın silahsızlandırılması gibi konuların olduğunun farkındayım ancak ben yine Hanefi Avcı olayı hakkında yazmak istiyorum. Bunun üç nedeni var:1) Avcı’nın cezaevinden yolladığı mektupla ilgili dünkü yazımda bugün kişisel görüşlerimi belirteceğimi dile getirmiştim;2) Medyada, her yanı haberle dolu olan ve üzerine çok ciddi yorum ve tartışmalar yapılması gereken bu olay konusunda genel bir sessizlik ve ilgisizlik hakim. Bunun bir “gazeteci refleksi” olduğunu sanmıyorum, daha doğrusu olmadığını biliyorum;3) Birtakım odaklar ve kişiler Avcı konusundaki haber ve yorumlarımdan fazlasıyla rahatsızlar. Beni vazgeçirmek için yalan ve iftiralar temelli bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütüyorlar; daha doğrusu yürütmeye çalışıyorlar.Üç gerekçe saydım ancak sırf sonuncusu yüzünden Avcı konusunu, hak ettiği zamanda ve ölçüde ele almayı sürdürmeye kararlıyım. O zavallıların tiksinti verici ve aynı zamanda gülünç çabalarının da bu kararlılığımı artırdığını gizleyecek değilim. Saylan’ın onuruAvcı olayının birçok açıdan Ergenekon sürecindeki Prof. Türkan Saylan olayına benzediğini düşünüyorum. Muhakkak her iki olay da çok farklı yönlere sahip ancak her ikisini de birleştiren çok önemli bir nokta var: Birbirinden çok farklı geçmişlere ve özelliklere sahip olan Prof. Saylan ve Avcı aynı çevre tarafından önlerinde ciddi bir engel olarak görüldü ve tasfiye edilmek istendi, fakat kamuoyunun büyük bir kısmı vicdanlarının sesini dinleyerek her iki olayda da “yok artık, o kadar da değil!” dedi.Yani iki stratejik fiyasko söz konusu. Bu noktada ikinci benzerliğe geçebiliriz: Her iki olayda da, hata yaptıklarını fark eden o çevre, bir yandan yaşananlarda hiçbir ilgi ve sorumluluklarını anlatmaya çalışırken, diğer yandan Prof. Saylan ve Avcı aleyhine müthiş bir psikolojik harekat yürüterek onların kamuoyunda daha da artan saygınlıklarını kırmaya çabaladılar, çabalıyorlar. Hatırlayalım, bugün Avcı aleyhine kampanya yürüten internet siteleri, gazeteler, gazeteciler ve televizyon kanallarının büyük kısmı dün Prof. Saylan’ın PKK’lılara burs verdiğini, kendisinin Müslüman bile olmadığını yaymaya çalışmış ama onun saygınlığına gölge düşürememişlerdi. Üstelik Porf. Saylan’a reva görülen muamele, o ana kadar Ergenekon soruşturmasına olumlu bakan birçok kişinin kafasının karışmasına, şüphe duymasına yol açmıştı.Ödenmesi gereken faturaAvcı’yı itibarsızlaştırma yolundaki kampanyaların, Ergenekon sürecine en fazla destek veren bazı kanaat önderleri tarafından alenen “vicdansızlık” olarak lanetlenmesi de tarihin bir bakıma tekerrür ettiğini bizlere gösteriyor. Peki bütün bunlardan nasıl bir ders çıkartmalı? Öncelikle hata yapanlar gerçekği kabullenip hatalarından bir an önce dönmeye çalışmalılar. Fakat “hatadan dönüş” ortadaki ödenmesi gereken faturayı başkasına yüklemekle olmaz. Diğer bir deyişle, bu yaşananların sorumluları her kimse, şu ya da bu şekilde bu faturayı ödemek zorundadırlar. Ondan sonra da Avcı’nın kitabında ileri sürdüğü iddiaların demokratik ve özgür bir şekilde, hukuk devletinin normlarına uygun olarak araştırılıp tartışılması gerekiyor.Eğer Avcı’nın birilerini haksız bir şekilde suçladığı ortaya çıkarsa hak ettiği cezayı alması şarttır. Ama eğer Avcı’nın iddialarının doğruluğu ortaya çıkarsa, o zaman işaret ettiği kişiler cezalandırılmalıdır.Kendi adıma, bir vatandaş olarak neyin doğru neyin yanlış olduğunun aydınlanmasını umuyorum. Bir gazeteci olarak da bu aydınlanmaya katkıda bulunmak için uğraşıyorum ve uğraşmaya da devam edeceğim.
Hanefi Avcı’nın kitabında dile getirdiği Fethullah Gülen cemaatine yönelik suçlamalara karşı kabaca üç yaklaşım karşımıza çıkıyor:1) Avcı’nin iddialarına inananlar, hatta az bile yazdığını düşünenler;2) Avcı’nın iddialarına kesinlikle inanmayanlar, onun art niyetli bir şekilde bu kitabı kaleme aldığını düşünenler;3) Avcı’nın iddialarını önemsemekle birlikte, onun cemaate yönelik suçlamalarını abartılı bulup özellikle Fethullah Gülen’in isminin bu iddialara bulaştırılmasının doğru olmadığını düşünenler.Tepeden tırnağa denetimBaşlıktaki cümle bana ait değil. Bu cümleyi, üçüncü kategoride yer alan kişilerden sıklıkla işitiyoruz. Avcı’nın iddiaları doğru da olabilir, yanlış ya da abartılı da. Bunu çok geçmeden anlayacağa benziyoruz. Ama başlıktaki cümlenin gerçekle hiçbir ilgisi olamayacağını şimdiden rahatlıkla söyleyebiliriz. 25 yıldır bu yapıyı izlemeye çalışan bir gazeteci olarak, bu harekette Fethullah Gülen’den habersiz, onaysız büyük ve stratejik adımlar atılmasının mümkün olmadığını biliyorum. Hele ona “rağmen” bir şeyler yapılabilmesi asla söz konusu olamaz.Öte yandan bazı başka grup ve hareketlerde, orta ve üst düzey yöneticilerin kimi anlarda kendi başlarına inisiyatif aldıklarını ve liderlerini de attıkları adımı onaylamaya bir bakıma mecbur bıraktıklarını biliyoruz. Ama bildiğim kadarıyla Gülen hareketinde böyle bir durumun yaşanması da imkansız.Gülen’in kendi ağzından anlattığı hayat hikayesinden, onun cemaatini nasıl kendi başına inşa ettiğini ve her türden sızma ve ayartmaya karşı birtakım önlemler geliştirdiğini öğreniyoruz. Zaten onun hareketinin başarısının önde gelen nedenlerinden biri, cemaat ne kadar büyürse büyüsün, etki alanı ne kadar gelişirse gelişsin Gülen’in denetiminin hiç aksamaması, hatta bunlara paralel olarak güçlenmesidir. Gülen’in yaşının ilerlemiş olması ve sürekli olarak hastalıklardan muzdarip olmasının da bu denetimde bir gevşemeye yol açtığı söylenemez. Ayrıca uzun süredir Türkiye’de yaşayamıyor olmasının, bazılarının iddia ettiği gibi hareket içinde “özerk alanlar”ın ortaya çıkmasına yol açtığına da inanmıyorum. Her ne kadar hareketin farklı alanlarında faaliyet gösteren bazı isimler arasında yer yer sertleşen rekabet ve çatışmalar gözlense de Gülen’in bu iç sorunları şu ana kadar çok iyi yönettiğini, hatta hareketin daha fazla güçlenmesinde bunlardan yararlandığını da söyleyebiliriz.“Kendisi iyi ama çevresi kötü!” Dolayısıyla her ne kadar Hanefi Avcı, kendisine ve Emniyet’teki bazı başka üst düzey isimlere yönelik düzenlendiğini iddia ettiği komplolardan bazı polis şeflerini ve “cemaat imamları”nı sorumlu tutuyor olsa da, bu iddiaların birinci derecede muhatabı Fethullah Gülen’in bizzat kendisidir. Diğer bir deyişle Avcı’nın iddiaları eğer, tekrar ediyorum, “eğer” doğruysa, bütün bunlardan Gülen’in muhakkak haberi olması gerekir. Kaldı ki Avcı da kitabın yayınlanmasından önce cemaatin bazı önde gelen isimleriyle görüştüğünü ve bu kişilerin şikayetlerini Gülen’in bizzat kendisine illettiğine inandığını söyledi.Liderler için sıklıkla kullanılan bir söz vardır: “Kendisi iyi ama çevresi kötü!” Şahsen bu klişeye hiç itibar etmem, hele söz konusu olan Gülen hareketiyse bu sözün hiçbir değeri olmadığına inanırım. Çünkü bu harekette çevresi Gülen’in yansımasıdır.Sonuç olarak, Avcı’nın dile getirdiği iddiaları değil de onun kendisini, özel yaşamını vb. tartışmamız için dört koldan çok yoğun bir psikolojik harekat yönetiliyor olsa da ortada yanıtlanmayı bekleyen çok sayıda vahim soru var ve bunları en iyi yanıtlayabilecek ve eğer hareketine yönelik bir komplo söz konusuysa onu deşifre edebilecek kişi de Fethullah Gülen’in kendisidir.
Hanefi Avcı önceki gün gözaltına alındıktan bir süre sonra, öğle saatlerinde beni arayıp kendisine komplo kurulduğunu, avukat istemeyeceğini ve ifade vermeyeceğini söyledi. Ben de onun sözlerini NTV’nin saat 13 bülteninde izleyicilere aktardım. Oradan internet siteleri aracılığıyla bu bilgiler yayıldı. Akşam saatlerindeyse Avcı hukuki sürecin önemli aşamalarını cep telefonu mesajlarıyla aktardı, biz de NTV’de bunların hepsini “son dakika” olarak verdik. Nihayet kendisinin “Tutukalama çıktı, haklılığımız anlaşıldı” sözleri de ilk olarak NTV üzerinden kamuoyuna duyuruldu.Bazı izleyici ve okurlar soruyor: “Hanefi Avcı neden seni (sizi) aradı?” Bu soruların büyük ölçüde, Avcı’nın tutuklanmasına itirazı olmayan, buna bağlı olarak onunla ilgili gelişmelerin birinci elden, hızlı ve sağlıklı bir şekilde aktarılmasından rahatsız kişilerden geldiğinin farkındayım. Olabilir. Yine de bu soru “şeffaflığı” kendine ilke olarak benimsemiş benim için meşrudur. Cevaplamaya çalışayım.Öncelikle Avcı gözaltındayken sadece benimle değil birçok gazeteciyle konuştu; daha sonra da mesajlaştı. Fakat benim bunları olabildiğince hızlı bir şekilde, bu tür olaylarda çoğunluğun en fazla yöneldiği NTV’de aktarmam sonucunda sadece benimle konuşmuş gibi bir izlenim ortaya çıkmış olabilir.İkinci olarak, daha önce de yazmış olduğum gibi Avcı’yı bir süredir tanıyan, onun kariyerini ve son dönemdeki pozisyonlarını önemseyen bir gazeteciyim. Fakat aramızda hep mesafeli bir ilişki oldu, genellikle ortak tanıdıklar üzerinden birbirimizden haberdar olduk. Örneğin çok istememe rağmen kendisini Edirne’de hiç ziyaret edemedim. Eskişehir’deyse bir kere, başkalarının da olduğu bir ortamda sohbet etme imkanımız oldu. Avcı’nın en yakınındaki gazetecilerden biri olmadığım için onun kitap yazdığından da haberim yoktu. Zaten kitap elime geçer geçmez kendisini arayıp NTV’de yayına davet ettiğimde, bir başka haber kanalından bir meslektaşıma söz vermiş olduğunu söyledi. Sonrasını biliyorsunuz: Söz konusu gazeteci o röportajı kanal yönetimi istemeyince yapamadı ve Mirgün Cabas ile birlikte biz Avcı’yı NTV’de Yazı İşleri’nin özel bir programında ağırlayıp yaklaşık 90 dakika konuştuk. O programın, Avcı’nın kitabına yönelik, adı konulmamış medya ambargosunu deldiğini ve o delikten birçok haber ve yorumun aktığını düşünüyorum. İşte Avcı’nın beni (ve dolayısıyla çalıştığım NTV’yi) aramasının altında yatan esas nedenlerden birinin, o kolektif suskunluk döneminde çekinmeden işimizi, yani gazeteciliğimizi yapmamız olduğuna inanıyorum.Öte yandan, o yayının ardından Avcı ile düzenli bir şekilde haberleştik (dinleme kayıtları bunu doğrulayacaktır!) Öyle ki gözaltına alınmasından önceki Cuma günü buluşacaktık, fakat benim kişisel işlerim nedeniyle hafta başına ertelemiştik. Onun gözltındayken beni aradığı Salı öğle saatlerinde pekala birlikte yemek yiyor olabilirdik.Özel hayat konusuHanefi Avcı olayı vesilesiyle genç meslektaşlarıma çok samimi bazı tavsiyelerde bulunmak isterim. Bu arada unutmadan, telefon aramaları yoluyla BBP Lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterini düşürdüğümüz asparagasını ele aldığımız Yazı İşleri programına çok öfkelenen Ahmet Altan, aklı sıra Mirgün ile beni itibarsızlaştırmak için, bizden “iki genç gazeteci” olarak söz etmişti. Kendisinden genç olduğumuz kesin, ama ben 48 yaşındayım ve 25 yıldır bu işi yapmaya çalışıyorum. Bu nedenle genç meslektaşlarıma bazı konularda, kendimce yol göstermeye çalışmam yanlış olmaz.Aslında onlara söyleyeceklerimi tek bir cümlede özetleyebilirim: Eğer gazeteciliğinizden feragat etmek istemiyorsanız özel hayatınızdan feragat etmek zorundasınız! “Geceli gündüzlü, yoğun bir şekilde çalışın” filan demek istemiyorum kesinlikle. Mesajım çok açık: Özel hayatınızda çok ama çok dikkatli olun ki gazeteciliğinizden rahatsız olanlar, sizi başka yerlerden vurmaya kalkışamasınlar. Bu öğütü bana yıllar önce Ankara’da, hem şair, hem avukat, hem spor yazarı ve yarı-hemşerim Akif Kurtuluş vermişti. Kendisine minnettarım.Genç meslektaşlarıma son bir söz daha: Günümüz Türkiyesi’nde iyi bir gazeteci olmak için cesaretten çok vicdana ihtiyaç var.