Avcı’ya bu dünyada cehennemi yaşatmaya başladılar

28 Eylül 2010

Dün saat 11.25’te NTV’de Yazı İşleri programına başlar başlamaz Hanefi Avcı’nın Ankara’da gözaltına alınıp İstanbul’a götürüldüğü haberi geldi. Yayından sonra, saat 12.10 civarındaysa Avcı cep telefonumdan beni aradı. Ankara Esenboğa Havaalanı’nda İstanbul uçağının kalkmasını beklerken durumunu kamuoyuna aktarmak istemiş. Ben tabi i ki önce gazeteci refleksiyle kendisinin canlı yayına bağlanmasını istedim. Avcı bunun, kendi tabiriyle “şık”olmayacağını söyledi. Ben de NTV’nin saat 13.00 bülteninde de Avcı’nın bana anlattıklarını özetleyerek aktardım.Avcı, son derece kararlıydı ve bu sesine de yansıyordu. Çok açık ve net konuşuyor, bazı hususları tekrarlayarak vurguluyordu. “Bu yapılan tamamen hukuk dışıdır, benim Devrimci Karargah gibi bir örgütle ilişkim yoktur ve zaten olmasını da kimse düşünemez. Böylesine açık bir komployla ilgili olarak ifade vermeyi asla kabul etmedim. Beni ifadeye ancak zorla götürebilirlerdi ki zaten şimdi de onu yapıyorlar. Ama gittiğimde kesinlikle ifade vermeyeceğim. Hatta avukat bile çağırmayacağım” dedi. “Peki ya tutuklanırsanız?” diye sordum. “Sanmıyorum, ama olabilir. Ama olsun başıma gelebilecekleri kitabı yazmaya başladığımdan beri biliyorum. Hiçbir şeye bu yüzden şaşırmıyorum. Ama şunu herkes çok iyi bilsin, kesinlikle pes etmeyeceğim. Beni engellemek için her türlü yola başvuruyorlar ama sonuna kadar mücadelemi sürdüreceğim’ diye konuştu. Avcı’ya Cuma günü yapacağını ilan etmiş olduğu basın toplantısını hatırlattım ve orada neler anlatmayı planladığını sordum. “Yine aynı konuyu, Devrimci Karargah Örgütü operasyonunu anlatacaktım” dedi. Kendisine, kitapta yer verdiği TSK, polis, istihbarat veya adalet mekanizmasındaki “cemaat imamları”nın isimlerini açıklayıp açıklamayacağını sorduğumdaysa “Hayır o isimleri sadece ilgililere söylüyorum, basın toplantısın da sadece komployu anlatacaktım” cevabını verdi.Gazeteci refleksiGeçen hafta Çarşamba gecesi NTV’deki Basın Odası programında, basın özgürlüğü konusunu tartışırken “Avcı’nın kitabı yüzbinlerce sattı ama medyada gerektiği kadar ilgi görmedi. Neden?” diye sorduğumda konuklardan, gazetemiz yazarı Okay Gönensin “Gazetecilik refleksleri zayıflamış olduğu için” diye bir cevap vermişti. Bense kendisine katılmadığımı, esas sorunun “gazetecilerin ellerinin kollarının bağlanmış olması” olduğunu ileri sürmüştüm. Nitekim, Avcı’nın Fethullah Gülen cemaatine yönelik suçlamaları karşısında “refleks kaybı”na uğrayan bazı medya kuruluşlarının, Avcı’nın suçladığı polislerin onun hakkında ortaya attıkları “Devrimci Karargah örgütünün akıl hocalığı” suçlamasına balıklama daldılar. Bu arada Avcı’nın, evli olmasına rağmen bir başka kadınla aşk ilişkisi olduğu bilgisini de servis ettiler. Bu arada söz konusu kadın öğretmenin de bir şekilde Devrimci Karargah örgütüyle ilişkili olduğu balonları da uçuruldu.Avcı’nın popülerliğiAvcı, “cemaat kitaba nasıl tepki verebilir?” sorusuna “bu dünyada bana cehennem hayatı yaşatmak isteyeceklerdir” şeklinde bir cevap vermişti ki son günlerde yaşananlar hiç de haksız çıkmadığını düşündürtüyor. Ama söz konusu olan kişi Hanefi Avcı olunca, kimin av kimin avcı olduğu, olacağı epey tartışmalıdır. Öncelikle, bugün kendisini avlamaya çalışanların birçoğunu doğrudan ya da dolaylı olarak yetiştirmiş bir polis şefidir Avcı. Yani avcılarını, onların tahmininden çok daha yakından tanıdığını varsayabiliriz. Öte yandan, medyanın bütün körlüğüne, hatta engellemelerine rağmen kitabının gördüğü olağanüstü ilgi Avcı’nın ve onun söylediklerinin bir karşılığı olduğunu bize gösterdi. Öte yandan Avcı’nın serüvenin ülke çapında polis teşkilatı tarafından da çok yakından izlendiği açıktır. Meraklısı bilir, Avcı, aktif görevdeki polis şefleri içinde, Emniyet teşkilatındaki en efsanevi isimlerden biriydi. Onun popüler olmasında, kendisinin milliyetçi-muhafazakar görüşe sahip olması ve emniyetin de genelde bu eğilimdeki isimlerden oluşturulmasının da etkisi vardır. Avcı’nın kitabının teşkilatta büyük yankı uyandırdığını biliyorduk, dün başına gelenlerin de ciddi bir travma yarattığını kestirebiliriz. Şimdilik şöyle nokta koyalım: Avcı’ya yönelik birkaç gündür yürütülen itibarsızlaştırma kampanyası, onun yazıp söyledikleriyle birçok taşı yerinden oynatmış olduğunu kanıtlıyor. Eğer söylediği gibi, kesinlikle pes etmeyecekse, kavganın daha yeni başl adığını ve bundan böyle epey sert geçeceğini söyleyebiliriz.

Devamını Oku

Kurtulmuş parti kurar mı? Kursa tutar mı?

27 Eylül 2010

Numan Kurtulmuş önce Genel İdare Kurulu’nun, ardından il başkanları ve belediye başkanlarının büyük çoğunluğunun desteğini aldı ve galiba kendisini Saadet Partisi’nden ayrılıp yeni bir parti kurmanın eşiğinde buldu. Dün bir grup muhafazakâr gazeteci ve aydınla görüşen Kurtulmuş, bugün-yarın kamuoyunun karşısına çıkıp yeni partiye start verdiklerini açıklayabilir.Kurtulmuş liderliğindeki yeni bir partinin şansını tartışmadan önce zamanlamayı ele alalım: Anlaşıldığı kadarıyla Kurtulmuş, kayyum eliyle düzenlenecek olan SP kongresine katılmayacak ve ondan önce yeni parti için kolları sıvayacak. Bu haliyle kongreyi kazanma ihtimali çok ama çok düşük olduğu için böyle yapması isabetli olur. Aksi takdirde “kongreyi kazanamayınca çekip gitti” denir ki daha baştan Kurtulmuş ve yeni partisinin imajı ciddi bir şekilde zedelenmiş olur. Kongre demişken, eğer bazı SP’liler, Necmettin Erbakan faktörünü öne çıkarıp yapılmış olan kongrenin iptalini istediğinde Kurtulmuş bizzat olağanüstü kongreye gitmeye yanaşmış olsaydı, durum bugünkünden hayli farklı olabilirdi. Neyse, zamanı geriye sarmak mümkün olmadığı için ileriye bakmaya devam edelim..Hem solcu, hem İslamcıArtık “yeni parti kurar mı?”dan çok “Kurtulmuş’un kuracağı yeni parti tutar mı?” sorusu öne çıkıyor. 25 yıldır Milli Görüş hareketini dışardan izleyen birisi olarak bu soruyu şöyle cevaplayabilirim: Teorik olarak bakıldığında tutabilirdi, ama şu ana kadarki pratiğe baktıktan sonra, Kurtulmuş’un kuracağı yeni bir partinin az şansı olabileceğini düşünüyorum.Önce işin “teori” kısmını ele alacak olursak, AKP’nin özel olarak muhafazakâr kesimde, genel olarak tüm Türkiye’de dolduramadığı, belki de doldurmak istemediği çok sayıda boşluk var. Bu boşlukların büyük çoğunluğu, AKP’nin çok fazla önemsemediği veya birtakım dinsel-popülist argümanlarla yatıştırdığını sandığı, sınıf kökenli sorunlardan (işsizlik, gelir adaletsizliği, çalışanların hakları vs.) kaynaklanıyor. Kısacası iktidar partisinin adının başında yer alan “adalet” kavramının, hele önüne bir “sosyal” sıfatı eklediğimizde Türkiye’nin dertlerini anlamanın anahtarı olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar Kemal Kılıçdaroğlu, CHP lideri olduktan sonra “sosyal adalet” söylemine sahip çıkmaya başladıysa da varolan devasa boşluğu tam olarak doldurabileceği şüpheli gözüküyor. Bu ülke yoksul ve yoksunlarının ezici bir çoğunluğunun kültürel açıdan muhafazakâr oldukları da bilindiğinde, İslami hareketten gelmekle birlikte “solcu” söylemlere de samimi bir şekilde sahip çıkacak bir partiye Türkiye’de ihtiyaç olduğu söylenebilir.Duruş yetmezFakat pratiğe baktığımda Kurtulmuş’un SP içinde başlattığı harekette bu boyut fazla öne çıkmıyor. Daha doğrusu, kısa süreli SP Genel Başkanlığı döneminde “21. yüzyılın gerektirdiği bir İslami siyasi hareket” geliştirmeye aday olduğunu düşündüğüm Kurtulmuş’un kongre sonrası patlak veren krizde son derece tutuk olmasının; “Erbakanseverler tarafından hakkı gasp edilmiş bir lider” imajının ötesine geçecek adımlar atmamasının beni hayli şaşırttığını itiraf etmekliyim. Şöyle ki, kongre ardından Kurtulmuş’a karşı kazan kaldıranların tek ama tek tezi “Erbakan Hoca’ya itaat”tı; bunun dışında, birtakım komplo imaları dışında hiç ama hiçbir şey söylemediler, söylemeleri de mümkün değildi. İşte bu aşamada, tam da medya ve kamuoyunun dikkatleri normalin üzerinde kendilerine odaklanmışken Kurtulmuş ve kurmayları, Erbakan yanlılarından, ama daha önemlisi iktidar partisiyle TBMM’de temsil edilen partilerden siyasi açıdan farklarını anlatabilirler ve buradan hareketle yeni bir parti kurmalarını kolaylıkla meşrulaştırabilirlerdi.Belki bundan sonra böyle bir yola gideceklerdir, fakat şu ana kadar “öz”den çok “biçim”, daha doğrusu “usül” öne çıkıyor ve Kurtulmuş ile ekibi kayıtsız şartsız Erbakan bağlılarının çıkışlarına karşı sergiledikleri “duruş” ile prestij kazanmayı daha fazla önemsiyorlar. Halbuki SP’de son yaşananlarda Kurtulmuş’un haklı, rakiplerininse haksız olduğu konusunda kamuoyunda zaten bir görüş birliği neredeyse oluşmuş durumda. Hele mahkemenin kayyum olarak dilekçecileri görevlendirmiş olması, yaşanan adaletsizliklerin en son ve en çarpıcı örneği olarak ortada. Ama ya sonra? Numan Kurtulmuş ve arkadaşları eğer “Erbakan vesayeti olmayan yeni bir SP” kurmanın ötesine geçmek istiyorlarsa, nasıl bir siyasi partiden ziyade nasıl bir Türkiye düşündüklerini etraflıca açıklamak durumundadırlar.

Devamını Oku

Kritik birkaç gün

23 Eylül 2010

Ne zamandan beri iç içe geçmiş olan PKK ve Kürt sorunlarında son derece kritik günler yaşıyoruz. Pazartesi günü PKK’nın “eylemsizlik” kararını uzatmasıyla birlikte yeniden yeşeren umutların sahici olup olmadığını anlamamız için, Abdullah Öcalan’ın, içlerinde Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı, eski milletvekili Aysel Tuğluk’un da bulunacağı avukatlarına neler söyleyeceğini bilmemiz gerekiyor. Normalde Çarşamba günü gerçekleşmesi gereken bu görüşme “kötü hava koşulları yüzünden”, yani sudan bir bahaneyle Pazartesi gününe ertelendi. Bu ertelemelerin aslında, Öcalan’ın dışardaki taraftarlarına vereceği talimatları hazırlayamamış, daha açık söylemek gerekirse, devlet adına kendisiyle görüşen kişilerle bu konuda tam bir mutabakata henüz varamamış olmasından kaynaklandığını ileri sürebiliriz.Öcalan’ın gücüÖcalan’la devlet adına kimler görüşüyor, bilmiyoruz. Görüşmelerin ana eksenini PKK’nın silah bırakması olduğunu tahmin edebiliyoruz fakat bunun nasıl gerçekleşebileceği konusunda da bilgi sahibi değiliz. Ancak şunu çok iyi biliyoruz: Bugün PKK’yı silah bırakmaya ikna edebilecek tek güç Öcalan’ın kendisidir. PKK’nın herhangi bir yöneticisi, ister Murat Karayılan, ister Cemil Bayık, ister Duran Kalkan veya bir başkası olsun, kendi başlarına böyle bir karar alamaz, alsalar bile hayata geçiremezler. Olmaz ya, Öcalan kendilerini serbest bıraktığını, hiçbir şeye karışmayacağını ilan etse bile, herhangi bir PKK liderinin bu yönde bir karar alması durumunda örgüt içinde bölünmeler yaşanır ve silahta ısrar edenler, çok daha acımasız ve daha vahimi “denetimsiz” bir şekilde terör eylemlerini tırmandırabilirler. Eğer birileri, “PKK’nın parçalanması Türkiye’nin hayrına olur” diye düşünüyor ve bu yolda bazı projeleri hayata geçirmeye çalışıyorlarsa, yaptıklarının ülkeye getireceği zararları ya hesaplayamıyorlar ya da bilerek bu yanlışı tezgahlıyorlar demektir.Öcalan’ın sınırlarıKürt siyasi hareketinde tek otorite olarak Öcalan gözüküyor ancak onun gücünü de fazla abartıp mutlaklaştırmamak gerekiyor. Eninde sonunda 10 yılı aşkın bir süredir içerde olan Öcalan’ın, PKK’nın bu süreçte yaşadığı değişim ve dönüşümleri tüm boyutlarıyla kavrayabilmesi düşünülemez. Avukatlarının, ailesinden ziyaretçilerinin ve devlet adına kendisiyle düzenli bir şekilde temas kuran kişilerin anlattıklarıyla konuya bir ölçüye kadar vakıf olabilir fakat Ortadoğu gibi alabildiğine karmaşık ve entraikalarla dolu bir coğrafyada PKK’nın nasıl varkalabildiğini tüm yönleriyle çözümleyebilmesi zor olacaktır. En önemlisi, kendi örgütünde kimin aslında kim olduğunu, kimlerin kimlerle ne tür açık, yarı-açık ve gizli ilişkiler geliştirdiğini tam anlamıyla bilmesi epey güçtür.Hal böyle olunca, Öcalan’ın “silah bırakma” veya en azından başlangıç için “eylemsizliği uzatma” ve “ülke içindeki silahlı militanların Irak’a çekilmesi” gibi kararlar alması durumunda bile bunların hayata geçirilmesinin pek kolay olmayacağı ortadadır. Örgüt içinde kimileri, bir şekilde ilişkide oldukları ve çözümü kesinlikle istemeyen bazı odakların teşvikiyle böyle bir süreci pekala baltalayabilirler. Hatta hiçbir odakla belirgin bir ilişki içinde olmamalarına rağmen, sırf Kürt davasına kendi yükledikleri anlamlar nedeniyle “silaha devam” diyecekler çıkabilir ki dü,nyanın dört bir tarafında bu tür örneklere fazlasıyla tanık olduk. Bir de tabii ülke içinde bu tür bir gelişmeden rahatsız olup onu sabote etmek isteyenler çıkacaktır ki yakın geçmişimizde bunun sayısız örneğini gördük. AKP hükümetinin son üç yılda devlet içinde denetimi büyük ölçüde eline almış olduğunu düşünürsek, bu ihtimalin azaldığını, ama kalkmadığını söyleyebiliriz.Bütün risklere ve zorluklara rağmen eğer Öcalan PKK’nın silahsızlanması noktasına gelirse, bu hiç kuşkusuz Türkiye için çok olumlu olur. Daha sonra çatışmanın tüm tarafları elbirliğiyle barış önüne çıkarılan engelleri kaldırmak için kolları sıvayabilirler.Son günlerde peşpeşe yaşanan gelişmeler bana böylesine kritik bir eşikte olduğumuzu düşündürtüyor. Fakat Habur örneğinde olduğu gibi, taraflar eğer süreci iyi yönetemezlerse PKK ve Kürt sorunları daha da şiddetlenmiş ve çöüzümü iyice zorlaşmış bir şekilde karşımıza çıkabilirler.

Devamını Oku

Saadet Partisi’ne yazık oldu

22 Eylül 2010

Temmuz ayı ortasında, Fatih Erbakan’ın hiç beklenmedik bir şekilde medyaya çıkıp yeniden SP Genel Başkanı seçilmiş olan Numan Kurtulmuş’a hayli sert eleştiriler yöneltmesi, ardından babası Necmettin Erbakan’ın yazılı bir açıklamayla SP’nin olağanüstü kongreye gitmesini istemesi (daha doğrusu bu yolda talimat vermesi) üzerine kaleme aldığım yazının başlığı “SP’ye yazık oluyor”du.“SP’ye yazık oluyor” demiştim çünkü Kurtulmuş ve ekibinin yeni kongreyi engelleyebileceklerini sanmıyordum. Halbuki Kurtulmuş’un liderliğinde ki parti, 21. yüzyıla uygun bir İslamcı söylem ve eylem geliştirme konusunda hayli yol kattetmişti ve partidışı çevreler de bu gelişmeleri yakından ve ilgiyle izliyorlardı. Ancak Erbakan’ın müdahalesinden sonra SP’deki bu dönüşümün sona ermesi (belki de müdahalenin nedeni bu dönüşümdü!) ve partinin 1970’li yıllardan kalma, bir tür “Soğuk Savaş İslamcılığı”na çark etmesi kuvvetle muhtemeldi. Sonuçta SP’nin hızla etkisiz bir partiye dönüşmesine tanık olabilirdik.Sonuç belliSonunda beklenen oldu. Yargı SP’yi olağanüstü kongreye götürmek için kayyuma devretti. Kayyumlardan birinin, olağanüstü kongre için toplanan dilekçeyi SP yönetimine sunmuş olan Mustafa Kamalak olması, bundan sonra neler olabileceğini açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Daha açık konuşursak, yeni kongreyi engelleyemeyen Kurtulmuş ve ekibinin SP’de yeniden işbaşına gelmelerinin imkansıza yakın bir zorlukta olduğunu düşünüyorum. Eğer önümüzdeki kısa sürede taraflar arasında herhangi bir mutabakat sağlanmazsa (ki o da zor gözüküyor) kendilerini sadece ve sadece Erbakan’a sadakatla tarif eden ekibin SP’yi devralacaklarını kestirebiliriz. Bu arada, mutabakat sağlansa da bunun uzun vadeli olmasını beklemek inandırıcı olmaz, zira son birkaç aydır SP içinde şaşırtıcı bir iktidar mücadelesine şahit olduk ve karşılıklı açılan yaraların nasıl kapanabileceği belirsiz.Kurtulmuş ne yapar?Artık Kurtulmuş ve ekibinin SP’de kalıp kalmayacaklarını merak ediyoruz. Kaldılar diyelim, ne derece etkili olacaklar? Kalmadılar diyelim, o zaman ne yapacaklar? Başka bir partiye mi gidecekler? Yeni bir parti mi kuracaklar? Dışardan SP’deki gelişmeleri mi izleyecekler ? Yoksa siyasetten mi kopacaklar?Bu seçeneklerden herbirinin Türk siyasi hayatına ayrı ayrı etkileri olacağı muhakkaktır. Kurtulmuş ve arkadaşlarının zor bir kararın arifesinde oldukları ortada. Dolayısıyla dışardan analiz yapmak ve öngörüde bulunmak da hayli zor. Yine de şöyle düşünebiliriz: Öncelikle Kurtulmuş ekibi delegelerin nabzını yoklayacak ve kongreyi kazanmalarının imkansız olduğunu anlamaları halinde aday çıkarmayacaklar. Daha sonra SP’nin kimler tarafından nasıl yöneticiliğini gözlemek için bir süre parti içinde beklemeleri şaşırtıcı olmaz. Diğer bir deyişle Kurtulmuş ve arkadaşlarının SP’den hemen kopmalarını beklemiyorum. Buna karşılık rakipleri eğer yeni kongreyi de kaybederlerse büyük ihtimalle SP’den ayrılıp yeni bir parti kurabilirler. Numan Kurtulmuş’un, Tayyip Erdoğan’ın Köşk’e çıkması durumunda AKP’nin başına geçeceği yolundaki, her geçen gün daha da artan spekülasyonlar bana pek ikna edici gelmiyor. Dışardan böyle bir gelişmeyi arzulayanlar olabilir fakat ne Erdoğan’ın, ne Kurtulmuş’un böyle bir senaryoya itibar edeceklerini düşünmüyorum. Ama siyaset bu, yine de belli olmaz diyelim. Sonuç olarak, dünkü kayyum olayından sonra, “SP’ye yazık oluyor” yerine “SP’ye yazık oldu” noktasına geldiğimiz söylenebilir.

Devamını Oku

MHP tasfiye mi edilecek?

22 Eylül 2010

MHP lideri Devlet Bahçeli dün gazetecilerle sohbetinde, iki partili bir rejim kurmak için partilerinin tasfiye edilmek istendiğini; bazı medya kuruluşları, gazeteciler, başta Fethullah Gülen’inki olmak üzere bazı cemaatler ve hatta CHP’nin bilerek ya da bilmeyerek bu proje içinde yer aldığını ileri sürdü. Bahçeli’nin tasfiye planını iki aşamalı olarak tarif ettiğini söyleyebiliriz: 1) Referandum öncesi MHP tabanının “evet”e yönlendirilmesi için yürütülen yoğun kampanya, hatta psikolojik savaş.2) Referandum sonuçlarının esas olarak MHP’nin yenilgisi olarak değerlendirilmesi ve kimilerinin buradan hareketle bu partinin önümüzdeki genel seçimlerde yüzde 10 barajının altında kalabileceğini iddia etmeleri. Çıplak gözle görülenBu iddiaları tartışmaya başlamadan önce kişisel bir hatırlatma yapmak isterim: Bildiğim kadarıyla referandum akşamı, sonuçların belirginleşmeye başlamasıyla birlikte MHP’nin ciddi bir kayıp içinde göründüğünü ilk olarak ben, NTV’de dile getirdim. Dolayısıyla dün Bahçeli’nin suçladığı gazeteciler arasında yer alma ihtimalim hayli yüksek. Öncelikle bu değerlendirmeyi hiçbir artniyet taşımadan yaptığımın altını çizmek isterim. Zaten meraklısının da bildiği gibi, merkez medyada MHP ve ülkücü hareket hakkında düzenli haber ve yorumlar yapan az sayıdaki gazeteciden biriyim. MHP’liler ve ülkücüler benim solcu olduğumu bilirler, ben de saklamam. Biraz da kişisel durumum nedeniyle ülkücü hareket üzerine yazıp çizerken objektif olmaya normalin ötesinde özen gösterdiğimi de itiraf ederim. Diğer bir deyişle MHP’yi (ya da başka herhangi bir siyasi grup veya partiyi, cemaati vb.) zor duruma düşürmek için bahane kollayan bir gazeteci olmadım, olmaya da niyetim yok. O akşam yaptığım çok basitti: Önümdeki bilgisayardan MHP’nin nispeten güçlü olduğu illerde son iki seçimde elde ettiği oy oranlarına baktım ve bunları referandumdaki “hayır” oylarıyla kıyasladım. İç ve Doğu Anadolu ile Karadeniz’de birçok ilde hayır oylarının MHP’nin 2009 yerel seçimlerindeki il genel meclisi oylarının, hatta yer yer 2007 genel seçimlerindeki oylarının gerisinde kaldığı açık bir şekilde görülüyordu. Dikkat edilirse Bahçeli ve diğer MHP yetkilileri, partilerinin gerilemediği iddialarını kanıtlayabilmek için “hayır” oylarının daha yüksek olduğu Batı illerine odaklanmamızı istiyorlar. Kuşkusuz Trakya, Ege ve Akdeniz’de “hayır” oylarının yüksek çıkmasında CHP ve MHP’nin ayrı ayrı ne kadar etkili olduklarını ölçmemiz mümkün değil; bu açıdan MHP’liler haklı gözüküyorlar. Fakat ülkücü hareketin geleneksel olarak güçlü olduğu İç ve Doğu Anadolu ile Karadeniz’deki bariz gerileme, eğer MHP’nin Batı’da bir başarısı söz konusuysa onu gölgeliyor.Ham hayalBu tartışmayı şimdilik kesip “tasfiye” konusuna değinmek istiyorum: Bu konuda söyleyeceğim üç şey var:1) Bazı odakların MHP’yi tasfiye etmeyi veya daha yumuşatarak söyleyeyim, ülkücü hareketin etkisini iyice yitirmesini arzuladığı doğrudur;2) CHP’nin, (tıpkı benim gibi!) bilerek ya da bilmeyerek MHP’nin tasfiyesi planına dahil olduğu yanlıştır;3)MHP’nin ve dolayısıyla ülkücü hareketin dışardan müdahalelerle tasfiye edilebileceğini sanmak hayalden de öte bir şeydir.Toparlayacak olursak, Bahçeli ve diğer MHP yöneticilerinin, siyasi olarak kendilerini başarısızlığa uğratmak için ellerinden geleni yapanların (ki kimler olduğunu biliyoruz) gücünü ve sayısını abarttıkları kanısındayım. Böylesi bir niyeti olmadıklarını bildiğimiz kişi ve çevreleri de MHP karşıtı çevreye yerleştirmek belki “herkes bize düşman” propagandasına katkıda bulunur ama kimseye bir hayrı dokunmaz.Yine Bahçeli ve diğer MHP yöneticileri, medyayla ilişkilerinde, askerden ve iktidar partisinden kopya çekmekten bir an önce vazgeçseler çok iyi olur. Tıpkı TSK ve AKP hükümeti gibi bazı gazete ve yayın kuruluşlarına, bazı gazetecilere ambargo koymak, beğenilmeyen yorum ve analizlerin ardında artniyet aramak ülkemizde zaten yerlerde sürünmekte olan basın ve ifade özgürlüğüne bir tekme daha vurmaktan başka bir şey değildir.

Devamını Oku

Süreci kim sabote ediyor?

20 Eylül 2010

Ağustos ayı ortasında, “Bu ateşkesin arkası gelebilir” diye yazmıştım. Bu tezimi, PKK’nın, kendi deyimiyle “eylemsizlik” kararını, tam da referandum kampanyasının hız kazanmaya başladığı bir dönemde almış olmasına dayandırmıştım. Nitekim PKK’nın eylemlerini askıya aldığı bir ortamda gerçekleşen referandumda, özellikle MHP’nin “hayır” çağrısını terörle ilintilendirme stratejisinin büyük ölçüde başarısızlığa uğradığını gördük. Aksini düşünelim: PKK saldırılarını artırarak sürdürseydi, İç ve Doğu Anadolu ile Karadeniz’deki Türk milliyetçiliğine duyarlı seçmenler büyük oranda “evet” oyu kullanmayabilirlerdi.PKK’nın AKP hükümetinin elini rahatlatması karşılığında kuşkusuz bazı beklentileri vardı. Öncelikle Abdullah Öcalan üzerinden yürütülen görüşmelerin bir “müzakere” kıvamına gelmesini, ardından kendilerinin de razı olabileceği bir çözüm için kapının aralanmasını umuyorlardı. Fakat arife günü Hakkari’de düzenlenen operasyonda 9 örgüt militanının öldürülmesi, Kürt ve PKK sorunlarında çözümün hiç ama hiç kolay olmayacağını bir kere daha hatırlattı.Tam bir sabotaj9 militanın öldüğü operasyon, PKK içinde devletle bir şekilde pazarlıklar yürütülmesinden rahatsız olan kesimlerin ellerini güçlendirirken, bu sürece yatırım yapmış olanları da zor durumda bıraktı. Kuşkusuz devlet içerisinde de benzer bir şekilde dengelerin altüst olduğunu; çözüm için çaba harcayanların (PKK’lı) muhataplarına bu operasyonu izah etmekte zorlandıklarını da rahatlıkla tahmin edebiliriz.Burada kalsa yine bir tamir mümkün olabilirdi. Fakat yine Hakkari’de birisi çocuk 9 sivilin hayatını kaybettiği mayınlı saldırı bu süreci açık ve net bir şekilde sabote etti. Sürecin tam anlamıyla duvara toslamasına neden olan bu saldırıyı kimin yapmış olduğu muhakkak çok önemlidir. BDP yöneticilerinin saldırıdan hemen “derin devlet”i, bir diğer deyişle Ergenekon, Kontrgerilla, JİTEM gibi yapıları sorumlu tuttuklarını; PKK’nın da daha önce görülmediği ölçüde bir hızla eylemle hiç ama hiç ilgileri bulunmadığını açıkladıklarını gördük.Fakat daha önceki Reşadiye, Aktütün vb. saldırılarında yaşandığının aksine hükümet ve iktidar partisi çevrelerinden kesinlikle bir “derin devlet” iması bile gelmedi. Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve diğer ilgililer tereddütsüz bir şekilde PKK’yı adres gösterdiler.Öncelikle iktidar ile Kürt siyasi hareketi arasındaki bu farklılığın altını çizmek gerekiyor. Acaba kim haklı? Öcalan’ın avukatları aracılığıyla geliştirdiği tezlere itibar edecek olursak, BDP de, hükümet de haklı olabilir; hatta her ikisi de aynı anda yanılıyor olabilir. Bu son seçenek, Öcalan’ın “dış güçler”in de bu mayınlı saldırının ardında olabileceği anlamındaki sözlerle gündeme geliyor. Son saldırının ardında pekala bir “dış güç” bulunabilir ama eğer doğruysa o güç, hiç kuşkusuz bizzat kendi ajanları eliyle bu saldırıyı tezgahlamamış, PKK içindeki bazı unsurları, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde buna yönlendirmiştir. Dolayısıyla, “derin devlet” seçeneğini şimdilik bir kenara bırakacak olursak, arkasında kim olursa olsun, saldırıyı bizzat PKK militanlarının düzenlemiş olması çok güçlü bir olasılıktır. Kaldı ki, Türkiye’deki “derin devlet” yapılarının, bazı durumlarda kirli işlerini yine PKK’lılara yaptırma ihtimalleri de hiç yabana atılmamalı.Çözüm belliPKK’ya atfedilen her kritik saldırı ister istemez “provokasyon” iddialarını gündeme getiriyor. Ben de her seferinde hep şu iki cümleyi tekrarlıyorum: “Provokasyon demekle iş bitmiyor” ve “Eğer ortada PKK gibi bir örgüt varsa ayrıca bir provokatöre ihtiyaç yoktur.” Sivillere yönelik son saldırının ardından Kürt siyasi hareketinin “derin devlet”i işaret etmesi, PKK silahlı bir şekilde varlığını sürdürdüğü, “eylemsizlik” anları dışında her türlü terör eylemine başvurduğu için tatminkâr olmuyor. Eğer “derin devlet”in kendi adlarını bulaştırarak provokasyonlar düzenlemesinden samimi olarak rahatsızlık duyuyorlarsa o zaman çözüm çok basit: Silahı bıraksınlar.

Devamını Oku

Siyaseti hem 'dava' hem 'meslek' olarak gördü

14 Eylül 2010

Recep Tayyip Erdoğan’ı, RP İstanbul İl Başkanlığı’ndan beri, yaklaşık 25 yıldır bir gazeteci olarak bilir, tanır ve izlerim. Hatta 9 yıl önce meslektaşım Fehmi Çalmuk ile birlikte “Bir Dönüşüm Öyküsü” altbaşlığıyla kendisinin biyograsini yayınlamıştık. Bu birikimimden hareketle, “Erdoğan nasıl oluyor da 1994’den beri girdiği tüm seçimleri kazanıyor?” sorusuna vereceğim ilk cevap “rakipleri, düşmanları yüzünden, daha doğrusu sayesinde” olacaktır. Şunu söylemek istiyorum: 1994 yerel seçimlerinde RP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olduğunda, Türkiye’yi yönettiğini, bu ülkenin ekonomik, kültürel, toplumsal ve siyasal hayatını yönlendirdiğini düşünen (ve belki de sahiden böyle olan) çevreler Erdoğan’ı küçümsedi. Onu tanımaya, anlamaya çalışmadı. BADİRELERİ ATLATTI: Başkanlığı kazanması bir “kaza” olarak görüldü, bu zor görevi eline yüzüne bulaştıracağı, uzun süreli sürdüremeyeceği düşünüldü. Hapse girmesi, aynı çevreler tarafından siyasi kariyerinin sonu olarak görülüp sevinçle karşılandı. RP (daha sonra FP) içinde onun başını çektiği “yenilikçi” kanata pek bir şans tanınmadı. Ardından yine onun liderliğinde kurulan AKP’ye belli bir kredi verildi ancak bu partinin nasılsa kısa süre içinde kendileriyle işbirliği yapmak zorunda kalacağı; eğer kendi dümen sularına girmezse sistem tarafından (asker, yüksek yargı vs.) tasfiye edileceği düşünüldü. Fakat yanıldılar. Erdoğan Türkiye’deki mevcut sistemin geleneksel sahiplerinin sandığı gibi kolay bir lokma çıkmadığı gibi, işi kendisini tasfiye etmeyi tasfiyeye kadar götürdü. Siyasi hayatında önüne çıkarılan bütün badireleri, er ya da geç, bir şekilde atlatmayı beceren Erdoğan’ın önüne “Türkiye’nin, halkın seçtiği ilk başkanı” olma hedefini koyduğunu ve bunu engelleyebilecek pek bir güç bulunmadığını görüyoruz.KÜRESEL FIRSATLAR: Tabii Erdoğan’ı bugünlere sadece rakipleri ve düşmanları getirmedi. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Bloğu’nun çözülmesiyle birlikte yaşanan küresel değişim ve dönüşümlere kendini hızla adapte edebilmesinin de altını çizmek lazım. Düşmanları onu “BOP Eşbaşkanı” veya “ılımlı İslam’ın Türkiye ayağı” gibi gerçekle pek ilgisi olmayan yaftalarla mahkum ettiklerini sanmaya devam etsinler, Erdoğan, İslam dininin, özellikle de onun siyasal yorumlarının küresel bir olgu haline gelmesinin dezavantajlarından olabildiğince uzak durup avantajlarını sonuna kadar kullanmaya çalıştı, çalışıyor. Bir bilanço çıkarılacak olursa artı hanesinin daha kalabalık olduğu görülecektir. Bu arada merkezde yer alma iddiasındaki partilerin, en çok da CHP’nin, AB üyeliğine her geçen gün daha mesafeli bakması da, bu projenin şampiyonluğunu yapan Erdoğan’ın imajını, sadece Avrupa’da değil, tüm Batı dünyasında, hatta İslam aleminde de büyük ölçüde parlattı.DOBRALIK: Dış etmenleri hızla özetledikten sonra Erdoğan’ın kişisel bazı özelliklerini de vurgulamaya çalışalım. Öncelikle şu noktaya dikkat çekmek isterim: Rakip ve düşmanlarının Erdoğan’da “defo” olarak gördüğü hususlar pekala onun toplumun belli kesimleri tarafından daha karizmatik görünmesine yol açabiliyor. 1994’de merkez medya Erdoğan’ın kaçak gecekondusu olduğunu kanıtlayıp onu köşeye sıkıştırmak isterken, onun İstanbul’un yoksul ve yoksunlarıyla daha hızlı kucaklaşmasına sebep olduklarını pek geç fark etmişlerdi. Benzer şekilde onun bir siyasetçide alışık olmadığımız bazı düz ve hayli sert çıkışları da, medya tarafından şikayet konusu yapılırken seçmenin bir bölümüne “helal olsun, dobra adam” dedirtti.Bu yüzden Erdoğan’dan söz edilirken sık sık onun hem Karadenizli, hem Kasımpaşalı olmasının, bu arada futbolculuk geçmişinin altı çizilir. Kuşkusuz bunlar onu anlamamızda önemli. Aynı şekilde onun dindar kimliği de, siyasi kariyerinde önemli bir faktör olmuştur; en azından onun siyasete bir “meslek”ten ziyade, bir “dava” gibi bakmasını pekiştirmiştir. Fakat başarısının esas sırrının, onun siyaseti bir “dava” gibi görmekle birlikte son derece ciddiye alması, olabildiğince profesyonelce yapmasıdır.EKİP ÇALIŞMASI: Bu bağlamda Erdoğan ekip çalışmasına çok önem verir ve bunu son derece başarıyla yürütür. Örneğin AKP mitinglerine gittiğinizde neredeyse bir görevli ve danışmanlar ordusuyla karşılaşırsınız. Diğer parti liderleriyse bir-iki koruma, birkaç kurmay ve gittikleri yerdeki il başkanları vs. ile karşınıza çıkarlar. Teknolojiyi çok yakından takip etmeyebilir ancak ailesinden veya yakın çevresinden birileri muhakkak takip eder ve bunun imkanlarını onun hizmetine sunar. Daha lise çağlarında, tersanede tamir için bekleyen gemilerin üstüne çıkıp nutuk atma antremanları yapmış olan Erdoğan’ın, Türkiye’nin “prompter” (metin okuma cihazı) kullanan belki de ilk ve yine belki de tek lider olması, bu nedenle şaşırtıcı değildir. Sonuç olarak Erdoğan siyasette bir yandan geleneksel ilişki ağlarını ve değerleri sonuna kadar kullanırken öte yandan modernliğin tüm nimetlerini hiç çekinmeden davasına aktarabiliyor. Diğer bir deyişle Erdoğan siyasette gelenek ile modernlik arasında bir kaynaşmayı hayata geçiriyor. İşte bu da ona başarının kapılarını açıyor.

Devamını Oku

Niye böyle oldu? Bundan sonra ne olur?

13 Eylül 2010

Sıcağı sıcağına, hızlı bir değerlendirme yapmak gerekirse şu hususların altını çizmek istiyorum:1-AKP’nin, yerel seçimlerde yaşadığı düşüşten sonra böyle bir sonuç elde etmesi başlıbaşına bir başarıdır.2-Kim ne derse desin bu referandum hükümetin güven oylaması şeklinde geçti. Dolayısıyla halk AKP hükümetine güvenoyu vermiş oldu. Bu açıdan bakıldığında muhalefet partilerinin baştan yanlış bir strateji izledikleri anlaşıldı.3Bu referandumun ilk galibi, hiç tartışmasız, yerel seçimlerde olduğu gibi kampanyayı büyük ölçüde tek başına sürükleyen Başbakan Erdoğan’dır. Bu tartışmasız zaferin ardından cumhurbaşkanlığı arzu ve kararlılığının daha da arttığını, zira bu referandumun, onun için önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminin provası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 4-Referandumda evet ve hayır cepheleri karmakarışıktı. Bu sonuçlar ışığında, evet cephesinin temellerinin daha sağlam, hayır cephesininkiyse daha arızalı olduğu ortaya çıktı.5-Referandumun en önde gelen galiplerinden biri de Fethullah Gülen ve cemaatidir. Gülen belki de ilk kez bir seçim/halk oylaması öncesi aleni ve kararlı bir şekilde bir tarafa angaje olarak kendisini riske atmıştı. CHP ve MHP başta olmak üzere hayır cephesinin şimşeklerini üzerine çeken ve Hanefi Avcı’nın kitabıyla dikkat ve kuşkuları üzerinde toplayan Gülen ve cemaati oynadığı kumardan kârlı çıkmışa benziyor. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun kullandığı tabire başvurarak Gülen’e teşekkür etmesi, bir “ilk” olarak tarihe geçti.6-Referandumun en büyük mağlubu, hiç tartışmasız MHP’dir. İl il sonuçlara baktığımızda, MHP ve lideri Bahçeli’nin, İç ve Doğu Anadolu ile Karadeniz’de, son seçimlerde desteğini kazanmış oldukları seçmenlerin ciddi bir bölümünü “hayır” demeye ikna edememiş olduklarını görüyoruz. 7-MHP referandum kampanyasını Kürt açılımını eleştirme üzerine bina etmişti. Yine sonuçları detaylı olarak incelediğimizde görüyoruz ki, geleneksel olarak Türk milliyetçiliği konusunda hassas olduğunu bildiğimiz seçmen, MHP’nin suçlama ve uyarılarını ya önemsemedi ya da bu Anayasa paketiyle ilgisi olmadığına hükmetti. 8-BDP’nin sandığı boykot stratejisinin büyük ölçüde başarıya ulaştığını, bu partinin rüşdünü ispatladığını gördük. Artık, Güneydoğu çatışmaların en yoğun olduğu bölgelerde BDP’nin (dolayısıyla PKK’nın) çok güçlü bir kitle tabanı olduğu gerçeğini kimse inkar edemez.9-Güneydoğu oy kullanan seçmenin neredeyse tümünün evet oyu kullanması, boykotun evet’in aleyhine bir karar olduğunu gözler önüne serdi. Bununla birlikte evet’in ülke çapında ulaştığı oran nedeniye boykotun referandum sonuçlarına herhangi bir etkisi olduğu söylenemez.Bundan sonra?“Bundan sonra ne olabilir?” sorusuyla ilgili olarak da bazı hızlı değerlendirmeler yapmak isterim:1. Evet için ortaya çıkan koalisyon, moralli bir şekilde yoluna devam edecektir.2. Şu andan itibaren ülke genel seçim atmosferine girmiştir ve seçim ne kadar erken olursa AKP o kadar kârlı, CHP ve özellikle de MHP o kadar zararlı çıkacaktır.3. MHP çok ağır bir yara almıştır. Bu yenilginin faturasını parti yönetiminden birileri ödeyebilir ama en geç 10 ay sonra yapılacak genel seçimlere MHP’nin hangi formülle güçlü bir şekilde girebileceği kuşkuludur.4. Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin de beklentileri karşılayamadığı ortadadır. Bu parti içinde de, bir süredir askıya alınmış olan iç tartışma ve çekişmelerin yeniden ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz. 5. Boykotun başarılı olmasıyla BDP’nin güven kazanması normal. Şimdi PKK’nın eylemsizlik kararının sona ereceği 20 Eylül sonrası için bastıracaklardır. Fakat daha önce belirttiğimiz gibi, boykot, referandum sonuçlarına hiç etki yapmadığı için elleri bekledikleri kadar güçlü değil.6. AKP hem Türk, hem Kürt milliyeçiliğinin etkili olduğu yerlerde güçlü çıktı. MHP ve BDP’nin ayır ayrı eleştirilerine rağmen elde ettikleri bu sonucun ardından demokratik açılımı kaldığı yerden sürdürmeleri için herhangi bir engel kalmadığı kesindir.7. Aynı şekilde Başbakan’ın sözünü verdiği “yeni ve sivil anayasa” için de engel kalmamışa benziyor. Herhalde önümüzdeki genel seçimlerde AKP’nin temel sloganı bu olacaktır.Son bir not: Türk ve Kürt milliyetçiliğinin karşılıklı olarak birbirlerini beslediğini söylerdik. Bu tespitin doğru olduğuna hâlâ inanıyorum. Ancak MHP’nin kaybedip BDP’nin kazanmasa bile kaybetmediği bir referandumun yol açacağı gelişmeleri hiç hafife almamak gerek.

Devamını Oku