Türkiye’deki Kürt sorununun yakın tarihinde değişik dönemler yaşandı ama her dönemin ana özelliğinin, devletin gerçeklerle yüzleşmekten kaçınması olduğunu görüyoruz. Her seferinde devlet birtakım uygulamalarla PKK’yı tasfiye edebileceğini düşündü fakat kısa bir süre sonra, atılan adımların PKK’yı etkisizleştirmek yerine daha da güçlendirdiği ortaya çıktı.
Örneğin Tansu Çiller’in Başbakan olduğu yılları hatırlayalım: Havaya uçurulan gazete binaları, kaçırılıp öldürülen Kürt işadamları, yargısız infaza kurban giden Kürt siyasetçiler, aydınlar, gazeteciler...
O günden bugüne çok Başbakan, Genelkurmay Başkanı, İçişleri Bakanı, MİT Müsteşarı vb. değişti ama PKK’nın lider kadrosu neredeyse aynen yerinde duruyor ve Öcalan 11 yıldır hapiste olmasına rağmen hâlâ ülkenin kaderinde etkili olabiliyor. Bu arada, bugün Çiller’in ne yaptığı pek kimsenin umrunda bile değil. Sonuç olarak, devletin PKK’ya yönelttiği silahların büyük çoğunun kendi elinde patladığını ileri sürmek abartılı olmayacaktır.
Siyasi bir operasyon
Dün Diyarbakır’da başlayan 151 sanıklı KCK davasını, Kürt sorunu söz konusu olduğunda devletin bir kez daha kendi kendisini vurmuş olduğunun çok açık ve net bir kanıtı olarak görebiliriz. Genellikle “PKK’nın şehir örgütlenmesi” olarak sunulan, benimse “yasal ve yasadışı Kürt siyasi hareketi arasındaki köprü” olarak tanımlamayı tercih ettiğim KCK’ya (Kürdistan Topluluklar Birliği) karşı yaklaşık iki yıldır ülkenin dört bir tarafında çok yoğun operasyonlar yürütülüyor. Bugüne kadar, çoğu DTP/BDP’de yasal siyaset yapan veya Güneydoğu’daki farklı sivil kuruluşlarda faaliyet yürüten, içlerinde seçilmiş belediye başkanlarının da bulunduğu 1000’in üzerinde kişi gözaltına alındı ve bunların büyük bölümü tutuklandı. Fakat bugün geldiğimiz noktada KCK operasyonlarının, gerek KCK, gerek BDP, gerekse de PKK’yı daha da güçlendirmiş olduğu açıktır.
O zaman karşımıza şu çok kritik soru çıkıyor: Kürt sorununun kalıcı çözümü için epey riskli bir adım atıp “demokratik açılım”ı başlatan AKP hükümeti, neden açılımın geleceğini son derece riske atan bu stratejiye yani KCK operasyonuna onay verdi? Yakın zamanda Başbakan Erdoğan başta olmak üzere bazı hükümet yetkililerinin “bu operasyonların bizimle alakası yok, yargı bağımsız hareket ediyor” türü açıklamalarının gerçeği tam olarak yansıtmadığı, tıpkı Ergenekon olayında olduğu gibi “siyasi ayağı çok güçlü” bir soruşturmanın söz konusu olduğu ortadadır. Bazı medya kuruluşları, “araştırmacı” ve köşe yazarının (“gazeteci” demiyorum) bu operasyonlara cansiperane bir şekilde sahip çıkmalarıysa bu projenin çok ciddi bir “sivil” ayağı olduğunu da bizlere gösteriyor.
Tekrar soruya dönecek olursak, önce şu noktanın altını çizmek gerekiyor: Açılımın başarısının olmazsa olmaz ilk şartı “karşılıklı güven”dir. En azından devlet ile Kürt hareketi arasında bir güven tesis edilmeden PKK’nın kendi rızasıyla silahsızlanmasının imkânsız olduğu bellidir. Kürt hareketinin en büyük vehminin “tasfiye” olduğu bilindiğinde, onun yasal ayağına yönelik bu hoyrat operasyonun karşılıklı güvenin son kırıntılarını da yerle bir ettiği açıktır.
Kılavuz kargalar
Peki bir devlet neden kendi kendisini vurur? Başından itibaren KCK operasyonunu, tüm aktörleriyle görüşerek olabildiğince yakından takip etmeye çalışan bir gazeteci olarak düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: Hükümet, KCK operasyonuyla PKK’ya çok ağır bir darbe indirileceğine, böylece PKK dışı Kürt siyasetçilerinin (liberallerinin!) ama daha önemlisi AKP başta olmak üzere bölgede zaten belli bir potansiyeli olan muhafazakâr kesimin önünün açılabileceğine, bunun sonucunda da açılımın daha kolay başarıya ulaşacağına ikna edilmişti.
Kısacası bazıları hükümeti yanlış yönlendirdi. Konuyla az buçuk ilgili herkes hükümeti yanlışa sürükleyenleri yakından tanıyor. Dolayısıyla şu soru cevaplandırılmayı bekliyor: “Şahinleri içeri atarsak güvercinlerin önü açılır” gibi basit bir akıl yürütmeyi hükümete “sihirli formül” olarak sunan bu “kılavuz kargalar” iyiniyetle mi hareket etmişlerdi yoksa bilerek mi açılımı tehlikeye attılar?
Geri tepen silah
Haberin Devamı