Suriye sorunu uluslararası bir krize dönüştü ve Batı’nın Suriye politikası net olarak ikiye ayrıldı.ABD ve Rusya şu anda aynı hatta birleşmiş görünüyor. Bu hattın ilk hedefi, Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılmasıdır ve Esad da buna evet demiştir.Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması, bu ülkedeki mevcut yönetimi doğrudan zayıflatacak bir gelişme değildir. Sadece “insani” tepkileri gidermeye, azaltmaya yönelik bir adımdır.Birleşmiş Milletler’deki diplomatik faaliyetler de, bu örgütün ABD ve Rusya hattında davranacağını gösteriyor.Uluslararası camiada, Suriye’ye, mevcut yönetimi değiştirme yönünde kesin sonuç alacak bir müdahalenin taraftarı olarak Türkiye ile birlikte Fransa bulunuyor.Yalnız ve kararlıTarihi ilişkiler dışında Fransa Suriye’ye, örneğin Lübnan‘dan daha uzaktır ve baba Esad döneminde bazı gerilimler yaşanmıştır. Fransa bir tür “rövanş” olarak Esad’a karşı en sert tedbirlerin uygulanmasını istiyor olabilir.Türkiye komşudur, büyük komşudur, yoğun insani ilişkileri de vardır, ticari ilişkileri de vardır, tarihi ilişkileri de sorunda kendini taraf hisseden bütün ülkelerinkinden fazladır.Ankara, Suriye konusunda durduğu noktayı değiştirmiş değil. Rusya’daki G-20 toplantısında, tahmin ve beklentilerin aksine dünyanın kuvvetli liderleri Türkiye ile Suriye konulu bir görüşme yapmaktan, eski deyimle “imtina” etmişlerdir.Şu andaki durum, Ankara açısından bir “yalnızlık” olarak da ifade edilebilir.Ankara yenildi mi?Suriye’deki değişim rüzgârında, ufuktaki ana seçenek radikal İslam’ın bu ülkede de güçlü bir ağırlık sağlaması olarak görüldüğü sürece Batı’nın “hızlı değişim” hattında yer almayacağı, şu anın gerçeğidir.Ankara, demokrasi ve insan hakları hattında durmaya devam edeceğini tekrar tekrar belirtiyor.Batı’nın radikal İslam endişesi, iki tavrın temel ayrılık alanı olmaya devam edecektir.Batı, Washington-Moskova hattı, Suriye’de “sonuç alıcı müdahale“ opsiyonunu iyice geriye atmıştır, sadece “sınırlı müdahale“ henüz elde tutuluyor.Bu gelişmeleri Ankara açısından “yenilgi” gibi görmek için de erkendir. Suriye krizi daha çok su kaldıracaktır.
Cumhurbaşkanı Gül’ün sözü çok şey anlatıyor. Bir genç insan daha gösterilerde hayatını kaybetti. Düştü de mi öldü, fişekle mi öldü. Çok fark etmez.Gösterilerde genç insanlar ölüyor, azımsanması mümkün olmayan sayıda genç insan öfkeli, tepkili.Bu genç insanların öfkeleri kullanılıyor mu? Kullanılıyor. 1960’ın “post modern’ tarzıyla siyaseti etkilemek, iktidar değişikliği sağlamak isteyenler bu genç insanlar üzerinden şiddet siyaseti yürütseler de işin altında tepkiler, öfkeler bulunduğu gerçeği değişmiyor.Yanlış taktik31 Mayıs gecesi güvenlik kuvvetleri biber gazıyla harekete geçtiği andan itibaren bu genç insanlar “kullanıma açılmış” oldu. Toplumda ne sıkıntı varsa onu dile getirdikleri noktasından yola çıkarak bu gençleri anlamak, alttaki huzursuzlukları teşhis etmek yerine biber gazı ve “sert müdahale” taktiğiyle hareket etmek, sarmalı sadece büyüttü.Toplumda kendisini baskı altında, kısıtlanmış, hayatına müdahale edilmiş hissedenler varsa, hissettikleri doğrudur. Onlara biber gazı yollamak yerine, kendilerini kısıtlanmış hissetmelerine gerek olmadığını anlatmakta zorlanıyorsak, bu bizim kusurumuzdur.Bu gençlerin öfkesi sınırları aşıyor, bütün ülkenin bir yangın alanı gibi görülmesinin her türlü olumsuz sonucunu yaşatıyorsa, kusuru da çözümü de arayacağımız yer yine siyasettir.Doğru siyasetToplum yumuşamaya, fuzuli gerilim alanlarından kurtulmaya her zamankinden fazla ihtiyaç duyuyor. Biz de ona yeni çatışma alanları ve “şaka olmayan ölümler” veriyoruz.Toplumun çeşitli kesimleri, kendilerini hangi alanlarda baskı altında hissediyorsa, gereğini yapmak siyasetin görevidir.31 Mayıs gecesi başlayan manevi ve maddi ve de siyasi kayıpları alt alta dizdiğimizde yapılmaması gerekenler de yapılması gerekenler de kendiliğinden ortaya çıkıyor.Siyaset, toplumu, toplumun her kesimini rahatlattığı sürece, çatışma ve savaşlardan uzak tuttuğu sürece görevini başarıyla yapmış olur.Hiçbir can kaybı şaka değildir.
Yerel seçimlere Kürt siyasetinin iki partiyle gireceği açıklandı. Kürtlerin çoğunluk olduğu bölgelerde BDP, Batı’da da HDP olarak seçime girecekler.Bu karar, Abdullah Öcalan‘ın “Türkiye partisiyle Türkiye siyaseti yapmak” hedefine doğru atılmış önemli bir adımdır. Kürt siyasetinin “etnik” ve “bölgesel” bir siyaset olarak ulaşabileceği noktaya ulaşmış olduğu görülüyor, daha etkili siyasetin “Türkiye partisi” olarak yapılabileceği düşünülüyor.2014 yerel seçimleri böylece, Kürt siyasetinin etnik çerçeveden çıkıp “ulusal siyaset”e dönüşmesinin ilk ve önemli denemesi olacak...İyi polis - kötü polisÖcalan’ın stratejisine uygun “iki parti hamlesi” açıklanırken, Kandil’in KCK’nın “çekilmeyi durdurduğunu” resmen açıklaması herhâlde “tesadüf” değildir.İlk çekilme tartışmasını daha önce iktidar kanadı “iyi polis-kötü polis” oyunu olarak niteledi. Böyle bir oyun da olabilir, ama “iyi polisle kötü polis” zaten var da olabilir.Önemli olan, sürecin direksiyonunun boş kalmamasıdır.Başbakan Erdoğan, olimpiyat curcunasının arasında bir ara yüzde 35’e kadar inmiş olan oy desteğinin, barış süreciyle birlikte tekrar yüzde 50’nin üzerine çıktığını söyledi.Bu durum tek bir şekilde okunabilir: Türk halkı “ille de çözüm” diye diretmeye devam ediyor. Başbakan’ın oy desteği tahlilini buna göre yapması, partisine dönük bir işarettir.“Akil insanlar”ın raporlarının özünü oluşturan da, birçok haklı-haksız “ama”ya rağmen halkın yönünün barışa dönük olduğu saptamasıdır.En meşru hak...Kürt siyasetinin, bir “Türkiye partisi” ile demokratik siyasi mücadele kararında ilerlemesinin altındaki “terör yöntemleri bitmiştir” ve “ayrılmak istemiyoruz” iradelerini de tespit ve teyit edecek olan siyasi yapının tümüdür.Çekilme bugün durur, yarın tekrar başlar, ama Kürtlerin çoğunluğunun vatanı Türkiye’dir. Türkiye partisi ile demokratik siyaset en doğal ve meşru haktır, erkenden bu yola çıkılmış olması, barış sürecine olan güveni de gösterir.Süreçte, şu ana kadar ortaya çıkan sıkıntılı anların hemen tümü “laf” üzerindendir. Çetin Altan usta ne diyor:Yeter ki enseyi karartmayalım...
2020 Olimpiyatları için İstanbul’un seçilmemesine üzüldük. Üzüldük çünkü İstanbul seçilseydi hem büyük bir “moral” kazanacaktık, hem de ekonomik bir canlılık gelecekti.Üzülmekte haklıyız, ama bu olay dolayısıyla biraz da kendimize farklı açılardan bakabiliriz.Bir bakış açısı spor, olimpiyat oyunlarının niteliği ve bizim sporla ilgimiz olabilir. İstanbul’un diğer adaylara göre on kat fazla yatırım yapması gerektiğine dikkat edersek spor altyapımızın ne kadar geride kaldığını görebiliriz.Diğer aday şehirler birkaç milyar dolarlık yatırımla olimpiyatlara ev sahibi olurken, bizim yapmamız gereken yatırım 20 milyar dolar olarak açıklandı.Altyapımız çok zayıf çünkü sporla ilgimiz ne yazık ki çok zayıf. Futbol ve biraz basketbol dışındaki spor dallarının izleyicisi yok. Futbol izleyicisi bile büyük takımların karşılaşmaları dışında stadyumları doldurmuyor. Geçen hafta Trabzon’da düzenlenen uluslararası tenis turnuvası neredeyse sıfır izleyici ile kayda geçti. Örnekler saymakla bitmez.Bizi nasıl görüyorlar...Ekonomiye gelirsek; 20 milyar dolarlık yatırımın geri dönüşünün olmadığını da biliyoruz. Yapılacak harcamanın kaynağı olimpiyat vergileri olacaktı. Bunun üzerine biraz düşünen herkes 20 milyar doların nereden çıkacağını bulabilir.Olimpiyat vesilesiyle dünyanın bize nasıl baktığını da bir kez daha görme imkânımız oldu. 2020 yılında nasıl bir Türkiye, nasıl bir İstanbul olacak, sorusunun cevabı olarak dünya “daha medeni, daha gelişmiş bir Türkiye ve İstanbul” demekte tereddüt ediyor.Artık söküklerin gizlendiği, çöplerin saklandığı bir dünyada değiliz ve bu dünya her fırsatta söküklerimizi, eksiklerimizi dile getiriyor. İnsafsız eleştirilere, önyargılı tavırlara ne kadar kızarsak kızalım, hâlâ onaramadığımız söküklerimiz olduğunu, bunların ileride daha büyük sorunlara yol açabileceğini bizim bildiğimiz gibi dünya da biliyor.2020 Olimpiyat oyunları için İstanbul seçilseydi, yine de iyi olacaktı. Üzüldük, ama biraz farklı açılardan bakabilirsek bundan da “hayır” çıkarabiliriz.
Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atılmadan önce bir akşam gazetesi birinci sayfayı hazırlamış, bekliyor.İşaret gelir gelmez akşam gazetelerini satan çocuklar haberi bağırarak dolaşmaya başlıyor: “Atatürk’ün evine bomba atıldı!”Akşamüzeri saatlerinde bütün İstanbul’un “olay”dan haberi oluyor. Halk çok öfkelidir, kahvelerde herkes bu haberi konuşmaktadır.Sonra ortaya kamyonlar çıkıyor, kasalarında sopalar var; kamyonlar, öfkeli insanları doğruca şehrin Müslüman olmayan azınlıklarının yoğun olduğu semtlere götürüyor.Güvenlik güçleri müdahalede “aciz” kalıyor. Başta Rumlar ve Yahudiler, gayrimüslim azınlıklara ait iş yerleri ve evler yakılıp yıkılıyor, daha birçok utanç verici suç işleniyor.Başbakan Menderes ertesi gün Beyoğlu’nda, bunun nasıl olduğunu anlamadığını gösteren bakışlarla dolaşıyor.‘Mükemmel operasyon!’6-7 Eylül olayları, bundan 58 yıl önce aynen böyle oldu. Halk, bir devlet görevlisinin attığı bombayla “galeyana” getirildi, kamyonlar ve sopalar önceden hazırdı.Çok yıllar sonra bir emekli general bunun “mükemmel bir özel harp operasyonu” olduğunu açıkladı.Bu operasyonu düzenleyen ve başarıyla uygulayanlardan herhangi bir başka bilgi gelmedi. Amaçlarının ne olduğunu ise tahmin etmek zor değil.Yunanistan ile gerilim yaratmak bir amaçsa başarılı olundu. Her zaman tehlike olarak gördükleri gayrimüslimleri kaçırtmak ve Müslümanlara hayat alanı açmak amaçsa, onda da başarılı olundu.Hiç sevmedikleri Menderes’i, siyasi olarak inişe geçiş işaretleri verdiği bir anda çok zor bir durumda bırakmak ve başka yanlışlara zorlamaksa, bunda da hayli başarılı oldular.Benzerlerini teşhis için6-7 Eylül operasyonu büyük bir ayıp. Bu olayı görmezden gelmek, unutturmaya çalışmak da büyük ayıp. Bu olayı “servetlerin el değiştirmesi” için kullanmak da çok çok ayıp.Bütün bu ayıpları hep hatırlamak, hatırlatmak gerekiyor. 6-7 Eylül operasyonunun benzerlerinden çok yapıldı ama 6-7 Eylül’ü hatırlamak gerekiyor ki, benzerlerini de doğru teşhis edebilelim.
KCK yöneticisi Cemil Bayık bir süredir, en iyimserlerde bile tedirginlik yaratacak açıklamalar yapıyor. Dün de “çekilmenin durduğunu” söyledi.BDP Eş Başkanı Demirtaş’tan gelen ilk tepkiye göre Bayık’ın açıklaması “kurumsal” bir nitelik taşımıyor.Barış sürecinde PKK tarafında farklı yorum ve tavırların ortaya çıkması beklenmedik bir durum değil. Benzer deneylerden biliyoruz ki, çok daha sert farklılaşmalar yaşanabiliyor.Kürt tarafında “güven” ile ilgili kuşkuların ortaya çıktığını da bir süredir görüyoruz. Abdullah Öcalan’ın Nevruz bildirisinde ortaya koyduğu yol haritasında bugüne kadar bir sapma olmaması da Öcalan’ın iradesiyle açıklandı ve bunun doğru olduğu aradan geçen kısa sürede birçok kez görüldü.Öcalan, bugüne kadar direksiyonu her eline aldığında yol haritasındaki olası sapmaları düzeltti.Süreçte bir “sahipsizlik” sezgisi ortaya çıkınca, dünkü “çekilmeyi durduruyoruz” sözüne kadar uzanan bir rahatsızlığın uç vermesi de beklenmedik bir durum değil.Barış sürecinin yeni bir ayarla birinci mesele olarak öne çıkması gecikirse kafa karıştırıcı başka unsurlar da ortaya çıkabilir. Son olarak Hakkâri’deki bomba yüklü araçlar olayının sürece sabotaj amaçlı bir faaliyetin parçası olduğunu dair ciddi kokular var.Bayık, kendi kararıyla “çekilmeyi durdurma” ilan edebilir, ama barış sürecine gerçekten inanmış iradeler çekilmenin tamamlanmasını sağlayabilir.“Akil insanlar”ın yaptığı önemli çalışmaların üzerine, bu çalışmaların yansımalarının beklendiği sırada ortalığı Gezi bulutu kapladı. Gezi gerilimi “akil insanlar”ın çalışmasının da kenara alınmasını sağlayarak “moral hasarları”na ciddi katkıda bulundu. Gezi’nin yaydığı “ufunet” maalesef barış sürecine çelme oldu.Barış sürecinde, dünkü gibi virgüller olabilir, ama birinin kalkıp gerçek bir nokta koymaması için, yeni bir “moral hamlesi” ve irade tazelemesi için çok imkân var. Bu imkânların en sağlamı da barış sürecine toplumsal desteğin devam etmesidir.
Yerel seçimler öncesinde muhalefet partilerinde ittifak ihtimalleri üzerine görüşmeler yapılıyor.İstanbul ve Ankara büyükşehirlerini AKP’den almak CHP’nin seçim stratejisinin odağı oldu.CHP, geniş bir seçim ittifakı için MHP yönünde küçük hamleler yaparken bu ittifaka İşçi Partisi’nin ve ÖDP’nin dâhil olması için de temaslar yapıyor.- 2011 genel seçiminde AKP’nin oy oranı yüzde 49,8 olmuştu. Son kamuoyu araştırmalarında AKP oyları yüzde 45 ile yüzde 52 arasında değişen oranlarda görünüyor.- Son genel seçimde CHP’nin oy oranı yüzde 25,98; MHP’nin ise yüzde 13,02 olmuştu. İkisinin toplamı da yüzde 39 oluyor.‘AKP karşıtı büyük ittifak’CHP’nin İstanbul-Ankara odaklı seçim hedefinde hesabı, AKP karşıtlığı üzerine kurulacak bir ittifakta yüzde 2 oy oranının da büyük önem taşıyacağı öngörüsüne dayanıyor.- Kuru matematikten gidilerek yapılan hesap basittir: İstanbul’da Kadir Topbaş adıyla yapılan araştırmalarda oy oranı yüzde 44-45 görünüyor. CHP artı MHP artı İşçi Partisi hesabı da teorik olarak yüzde 41 veriyor. Hesap basittir, ama ne kadar gerçekçidir?“AKP karşıtı büyük ittifak” hesabında aşılması zor engeller var.- MHP’nin büyük kesimi için CHP solcu bir partidir ve bu seçmenin oyunu “solcu” adaylara kullanması için ikna edilmesi bir hayli zordur.- CHP ile ittifak yapacak MHP yönetimi, kendi tabanından bir kesimin de AKP’ye yönelmesi ihtimali olduğunu herkesten iyi bilmektedir.Adayların ağırlığı- CHP’li ittifaka oy vermeyecek MHP seçmeninin doğal adresi AKP’dir. MHP tabanı, Gezi olayıyla bu tereddüdü yaşamış ve yukarıya iletmiştir.CHP’nin seçim ittifakında kalacak olan sonuçta İşçi Partisi’dir.Bu ittifak, siyasi olarak CHP’nin ulusalcı-devletçi yapısının tescili olacaktır. CHP adaylarının bu ittifak ekseninde, “ulusalcı cephe” gözetilerek belirlenmesinin de bazı sonuçları olacaktır.Yerel seçimlerde, ana siyasi stratejiler ne olursa olsun, her zaman adayların ağırlıkları vardır.Her bölgede adayların yaratması ihtimali olan yüzde 1-2’lik farklar da bellidir.
28 Şubat davası, ülke yönetimine hukuki yetkiler aşılarak yapılmış müdahaleler için açılmış davalarının sonuncusu. 28 Şubat, son müdahale değil, son dava.Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, operasyonun görünen yüzüydü, ama bütün süreç “emir komuta zinciri” içinde, oldukça ayrıntılı bir plan çerçevesinde yürümüştü.Müdahaleye “postmodern darbe” adı takıldı, çünkü hiçbir yer işgal edilmedi, siyasiler tutuklanmadı, parlamento kapatılmadı, ama meşru hükümet indirildi.Operasyonun can damarı büyük “irtica korkutması”ydı, bunda da başarılı olundu.Operasyonun içinde yer alan fişlemeler, işten atmalar gibi icraatlar davanın ana gövdesini oluşturuyor.Çiller konuşursa...28 Şubat dönemi aynı zamanda, Susurluk kazasıyla ortaya çıkan karanlık olayların, faili meçhul cinayetlerin zirve yaptığı dönemdir.Bu dönemin Başbakanı Tansu Çiller, Cumhurbaşkanı da Süleyman Demirel’dir. O günleri yakından izleyenlerin çok iyi hatırlayacakları gibi Çiller, “ortama uyum” sağlamıştı, Demirel de siyasi stratejisini “açık bir darbe olmaması” üzerine kurmuştu.Demirel’in Cumhurbaşkanı olarak suçlanması mümkün değildir, ama bu davanın da Türkiye’nin selameti için de Tansu Çiller konuşmalıdır. Çiller, davanın mağduru olarak başvurmuştur, demek ki birçok şeyi açıklamaya hazırdır.Kanun değişmeli28 Şubat davası sanıkları, savunmalarını dava konusu uygulamaları “Milli Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat 1997 tarihli kararları uyarınca” yaptıklarına ve bunların “ülkeyi koruma, kollama görevine dâhil” çalışmalar olduğuna dayandıracaktır.O icraatların “yasal görev alanına” girip girmediğine mahkeme karar verecek. Ancak Milli Güvenlik Kurulu, kurul kararlarının gizli olduğu gerekçesiyle bunları mahkemeye vermeyi reddetmiştir. O kararların yargı sürecinde değerlendirilebilmesi için kanunun değişmesi gerekir.28 Şubat davasının, Ergenekon ve Balyoz davalarından sonra askeri müdahale davalarının sonuncusu olması kuşkusuz herkesin temennisidir.Çok uzun bir dönemin, köklü bir geleneğin sona ermesi kolay değil, ama toplum da siyaset de bu iradeyi gösterdi. Göstermeye devam ederse, gerçekten de sonuncu dava olur.