Yarım yüzyıldır, her Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı öncesinde Ankara’yı ve siyasetle ilgili kimseleri ayda bir kez bir telaş sarar: “MGK filan gün filan saatte, filan yerde Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanacak.”Herkes bilir ki sivil siyasetçiler bir şekilde “sigaya çekilecek”. Toplantı bittiğinde, açıklanan MGK bildirisi pertavsızla okunur, noktadan virgülden bir sonuç çıkartılmaya çalışılır...MGK toplantıları, tutanakları ve kararları gizlidir, açıklamak suçtur. Nihayet 28 Şubat davası dolayısıyla bu gizlilik bir anlamda ortadan kalktı, 28 Şubat 1997 tarihli toplantının tutanakları ve kararları, talebi üzerine mahkemeye verildi, naip hâkimlerin mahkeme için hazırladığı tutanaklar dünkü duruşmada “yargılamanın aleniyeti” esasına uygun olarak kamuoyunun bilgisine açılmış oldu.“Geliyorlar!”28 Şubat süreci denilen olayın başlangıç noktası aslında iki yıl kadar daha öncesine gider. 1994 yerel seçiminde Erbakan’ın büyük ilerlemesinin; İstanbul ve Ankara’yı almasının ardından 1995 genel seçimi arifesinde Orgeneral Çevik Bir, gazetecilere “geliyorlar” diyerek ilk işaret fişeğini atmıştır.Malum toplantının tutanakları MGK’nın nasıl çalıştığını gösteriyor. Cumhurbaşkanı, başbakan ve diğer siviller diziliyor, askerler önce bir sunum yaparak ülkenin “hangi tehlikelerle karşı karşıya olduğunu” anlatıyor. Sonra askerler tek tek söz alıp sivillere parmak sallayarak tehlikelere karşı “nasıl uyuduklarını” “tebliğ” ediyor.Başöğretmenin karşısına dizilmiş öğrenciler edasındaki siviller de “valla ben bir şey yapmadım” diye kendini savunuyor, hatta bazıları “ben yapmadım ama o yapmış olabilir” işareti veriyor.Davanın ardından...28 Şubat MGK kararlarının, ki bunları Erbakan da imzalamıştır, şu anda yargılamaları süren askerlere, o dönemdeki “postmodern müdahale” için talimat niteliğinde olup olmadığına yargı karar verecek.Ama askerler kendilerini savunurken “bu uygulamaları o MGK kararlarına uygun olarak” yaptıklarına yargıyı ikna ederlerse, o kararlara imza atan herkesin de, dönemin Cumhurbaşkanı Demirel hariç, sanık olması gerekecek.Bu davanın ardından Milli Güvenlik Kurulu’nun tümüyle kaldırılması aşamasına gelineceği de çok açıktır.
Demokrasi paketinden bugüne kadar yansıyan unsurlar beklentileri daha da yükseltti. Başbakan’ın son açıklamasından paketin gerçekten geniş kapsamlı olacağı anlaşılıyor.Paket açıklandığında “dağ fare doğurdu” diyebilme umudunu taşıyanlar da var, bunu açıkça dile getiriyorlar.AKP hükümeti 2004’te Avrupa Birliği üye adaylığıyla birlikte, 2010 referandumuna kadar önemli reformlara imza attı. Bunun siyasetteki karşılığı değişik çevrelerin desteğini kazanmak oldu.2010 referandumunda, Kürt siyasetlerinin de karşı durmasına rağmen yüzde 58 evet çıkması AKP’nin yanında bir “demokrasi cephesi” oluştuğunun ifadesidir.Belirleyici soru2011 genel seçiminde yine oyunu artırarak yüzde 50’ye ulaşan AKP’nin demokrasi hamlelerinde “durağan” bir döneme girmesinin yarattığı soru işaretleri bellidir.AKP’nin demokrasi hamlesine sadakati, en yakın çevrelerde de sorgulandı. Ama sorgulamalarda bir sorunun cevabı açıkça verildiği zaman beklentilerin ibresi yine AKP’ye dönüyor:Eğer AKP iktidardan gider, CHP-MHP koalisyonu iktidar olursa Türkiye yine bir demokratik reformlar sürecine girecek midir?Bu soru sorulduğunda, beklentilerin hedefinin AKP hükümeti olması kaçınılmazdır.Soru, terörün sona ermesi ve barış süreci için sorulduğunda da beklentiler yine AKP hükümetine dönüyor.Talep eden toplumÜç yıllık durağan dönemde, barış süreci başta olmak üzere, bazı rahatsızlıkların öne çıkması ve “türbülanslar” yaşanması, çatışmacı dilin egemen olması bütün toplumu gerdi.Bu çerçeveden bakıldığında demokrasi paketiyle ilgili beklentilerin yükselmesi çok yerindedir. Beklentinin yüksekliği, toplumun bütün sıkıntıların ilacının demokraside olduğu bilincinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.Demokrasi paketiyle 2004-2010 ruhuna dönmeyi sağlayacak siyasetler ülkenin geleceğini kuracak siyasetler olacaktır.Başbakan Erdoğan’ın söylediği gibi kapsamlı bir paketle ilerlemeyi isteyen bir toplum, her zaman talep eden, daha fazlasını isteyen bir toplum, sağlıklı bir toplum olmaya adaydır.
Muhalefet, yerel seçimde İstanbul’a yüklenirken Gezi olaylarının yansımalarının seçmen tercihlerini de etkileyeceği umudundaydı.Hatta bir “üçlü ittifak” hâlinde, CHP ve MHP ve de İP, seçim ittifakında AKP’nin elinden İstanbul’un alınabileceği hesapları yapılıyordu.Olmuyor. Güvenilir araştırma kuruluşlarından biri olan ANAR’ın son araştırması, bir önceki genel seçimlerdeki ana eğilimlerin devam ettiğini gösteriyor. ANAR’ın verdiği seçmen desteği oranları şöyle:AKP yüzde 51CHP yüzde 24-25MHP yüzde 13-14ANAR’ın tespitine göre seçmen desteği 1,5 puan artış gösteren parti AKP’dir.AKP’nin yaptırdığı araştırmalarda (Yalçın Akdoğan’ın dünkü Star’daki yazısına göre) AKP’nin asıl yükselişi İstanbul’da. AKP araştırması İstanbul için şu oranları veriyor:AKP yüzde 55,1CHP yüzde 29,9MHP yüzde 8,8Bu oranlarda, İstanbul halkının yüzde 70’inden fazlasının Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı başarılı bulmasının etkili olduğu söylenebilir.İyi tahlil edilmeli...Mart 2014 yerel seçimlerinde genel seçim havasının ağır basacağı öngörüsü epeydir gündemde. Ama kent bilincinin de etkisi azımsanmamalı. AKP’nin yaptırdığı araştırma Türkiye geneli için şu sayıları veriyor:AKP yüzde 50,1CHP yüzde 31,4MHP yüzde 10,7Bu tablodan çıkacak birinci sonuç, genel seçim şartlarında MHP’den CHP’ye oy kayması ihtimalidir. Anti-AKP ittifak fikrinin bir kısım MHP’li seçmende etkili olduğunu da buradan çıkarabiliriz.İstanbul’da ise MHP’li seçmenin bir kısmı AKP’ye bir kısmı da CHP’ye yönelme eğilimi gösteriyor.Yine İstanbul verilerinin tümünden bir çıkarsama yaparsak; AKP’nin oranı yüzde 55 çıktığına göre, üç yerel seçimde CHP’nin çok güçlü olduğu ilçelerde de bu kez ciddi oy kaybı yaşanması ihtimali bulunduğunu göz önüne almak gerekir.Yerel seçimlere daha 6 ay var ve bir genel seçim havası ağır bassa bile seçmen tercihlerinin ana nirengi noktalarında “hizmet” kavramı da önemli olacaktır.Seçmenin yarısının AKP’ye bağlılığının devam ediyor oluşunu herkes çok iyi tahlil etmeli, peşin hükümlerle girişilecek mahalle kavgalarını unutmalıdır.
Gezi olayları dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmaların ucundan yaklaşık bin kişiyi kapsayacak bir davanın şekillendiği basına yansıdı. Dava açılacaklar kapsamında protestoları ilk örgütleyen grupların ve daha sonraki siyasi tepkileri yönlendirenlerin de bulunduğu bildiriliyor.Gezi protestosunun, siyasi bir içerikle büyümesinde, hükümeti devirme heveslilerinin eline geçmesinde “kamu” hâlâ özeleştiri yapmış değil.31 Mayıs gecesi başlayan “sert polis müdahalesi“nin protestoların yön değiştirmesine sağladığı büyük katkıyı üstlenen de olmadı.Siyasi bir yanlışın yol açtığı siyasi sonuçlar hâlâ tartışılıyor, daha da tartışılacak. Ama bu olayın siyasi sonuçları bağlamındaki yanlış tespitler ve öngörülerin üzerinde asıl durması gerekenler basit polemiklerin dışında bir tahlil de getirmiyorlar.Bir yanlış daha mı?Bin kişilik bir Gezi davası, 31 Mayıs gecesi başlayan yanlış kararlar zincirinin son halkası olacaktır.Toplumun çeşitli kesimlerindeki rahatsızlıkları iyi kullanan çevreler için böyle bir dava yeni fırsatlara yol açacaktır.Siyaset yapmak ve her türlü siyasi ifade özgürlüğünü kullanmak ile demokrasi dışı oyunlar arasındaki farkları ayırt etmekte zafiyet içindeyiz.Aynı zafiyeti siyasi faaliyetle terör faaliyeti arasında ayırım yaparken de gösterdik. Doğru bir ayrım yapılmasını engelleyenlere boyun eğdik.Gezi olaylarının sonunda bin kişilik bir davaya gidilmesi de bu zafiyetin son zararı olarak karşımıza çıkacaktır.Teşhiste zorlandıkçaBöyle bir davanın “kullanımı“, Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat gibi davalarla ilgili karartma faaliyetlerine de destek olacaktır.Gezi olayları bir travma yarattı. Teşhisi eksik yapıldıkça da travmanın yansımaları devam etti.Siyaset bu travmaları gidermek için doğru teşhis koymakta zorlandığı sürece, bin kişilik davalarla toplumda yeni gerilim ve çatışma alanları yaratılmasına göz yummuş olur.Bir nokta daha: Güvenlik güçleri bu gibi olaylarda “taraf“ değildir, güvenlik güçleri göstericilerin güvenliğini de sağlamakla yükümlüdür.Bu hassasiyetlerin kaybolduğu dönemlerde büyük sorunlar yaşanmıştır ve gereken tedbirinin çok erkenden alınması şarttır.
Barış sürecindeki teklemeler, çok taraflı mantık kaymalarına yol açtı. Süreci canlandırma, hızlandırma amaçlı, iyi niyetli de olsa bazı çıkışlar ana hatta arıza yaratabiliyor.Kandil tarafından da getirilen “müzakere” kelimesi, aslında tedavülden kalkmış olması gereken bir durumu ifade ediyor.Gerçek müzakere, herkesin gözü önünde ve oldukça şeffaf bir şekilde gerçekleşmiş ve gerçek bir toplumsal uzlaşma sağlanmıştır.Müzakere aşaması aşılmış, demokrasi ve temel insan hakları üzerinde icraat aşamasına gelinmiştir.KCK tutuklamaları, davaları bir sorundur ve sorunun kaynağı neredeyse her siyasi faaliyeti “terör eylemi” olarak gören terörle mücadele kanunu ve diğer kanunlardaki ilgili maddelerdir.Temel haklar...- Siyasi haklara, özgürlüklere getirilmiş olan, uygulaması devam eden kısıtlamaların kalkması bir müzakere konusu değildir, hemen çözülmesi gereken bir demokrasi meselesidir. Bunun için kimsenin kimseyle müzakere etmesine gerek yoktur, siyasi irade bu kamburdan toplumu kurtarmakla yükümlüdür.- Ana dilde eğitim hakkı da müzakere konusu olamayacak, olmaması gereken bir haktır ve bütün medeni ülkelerdeki gibi, temel haklar arasındaki yerini alması şarttır.Ana dilde eğitim hakkı, temel bir hak ve özgürlük olarak herkese aittir, bu hakkı da kimsenin kimseyle müzakere etmesine gerek yoktur.- Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, çağdaş “yönetime katılma” ve “kendini yönetme” haklarının kullanılabilmesini sağlayan bir düzene yönelişin adıdır. Medeni bir “kendini yönetme” anlayışının öne çıktığı toplumlarda hiçbir sakıncası görülmemiş, tam tersine “insani gelişme” adına çok büyük faydaları görülmüştür.İrade tazelenmeliTürk toplumunun da böyle bir sürece girmesi kaçınılmazdır ve bunun için de kimsenin kimseyle müzakere etmesine gerek yoktur.Barış sürecindeki kimi el titremelerinin yarattığı kafa karışıklıkları, sürecin gerçek ve tam anlamı tekrar ayakları üzerine dikilirse çok rahat giderilir.Tekrar, demokrasi ve temel insan hakları için müzakereye gerek olmadığı noktasından devam edersek, bilinç ve siyasi irade tazelemesini de kolayca gerçekleştirebiliriz.
İstanbul’un 122 ülkeden daha büyük olduğunu öğrenince ilk akla gelen, bu kenti yönetecek olan kişinin bu 122 ülkenin muktedirinden daha önemli olduğudur.İstanbul’un turizm mevsimi çoktandır on iki ay. İşe, gezmeye gelen yabancılar da, her gün iş için olsun gezmek için olsun, Anadolu’dan gelen vatandaşlar da İstanbul’u yöneten kişinin memnun etmesi, iyi bakması gereken kimselerdir.İstanbul, merkezi bir müdahale olmadığı sürece daha da büyüyecektir. Böyle bir büyümenin kaçınılmaz olarak taşıdığı bir sağlıksızlık ve getirdiği sıkıntılar olsa da İstanbul’u yöneten kim olursa olsun, büyümeyi durduramaz, yavaşlatamaz.Yapabileceği tek şey, İstanbul’a, İstanbul’da yaşayan herkese sürekli “hizmet akıtmak”tır.CHP’nin seçimiİstanbul seçimini bir tür genel seçim provası gibi görmek siyasilerin bileceği iştir, ama İstanbul seçmeninin önemli çoğunluğu bu seçimi İstanbul seçimi olarak görüyor ve görecektir.CHP, İstanbul Büyükşehir ve ilçe seçimlerini önce genel seçimin provası olarak değerlendirme eğilimindeydi, sonra vazgeçti ve direksiyonu kesin olarak Mustafa Sarıgül’e çevirdi.Sarıgül, bir ara siyaseti merkezde yapma eğilimine girmiş olsa da, esasen İstanbul’un en büyük ve önemli parçalarından birini “iyi yönetmesiyle” dikkati çekmiş bir siyasetçidir.CHP de Sarıgül’ü büyükşehrin CHP adayı olarak belirlerken, Sarıgül’ün ülkenin geleceği veya barış süreciyle ilgili görüşleri için seçmedi. Şişli’nin uzun süredir yöneticisi olarak başarılı bulunduğu ve bu başarılı algısının diğer ilçelerde de geçerli olduğuna inanıldığı için seçti.Sarıgül’ün şansıCHP’nin tercihi, yeni bir adayla risk almak yerine Sarıgül’ün “başarılı yerel yönetici” algısından faydalanma tercihidir.Kadir Topbaş’ın, AKP’ye oy vermeyenlerin önemli bir kısmında da başarılı bulunması ise seçim anketlerine sürekli yansıyor.CHP’nin Sarıgül tercihinin, deneyimli Kadir Topbaş karşısındaki şansı çok konuşulacak, tartışılacaktır.Sarıgül tercihini, epeyce tartışmalı olsa da sonunda yapmış olmakla da CHP’nin işi bitmiyor, CHP’nin en kuvvetli olduğu ilçelerin her birinde yapılacak tercihler de büyükşehir için çok önemlidir.
Başbakan Erdoğan’ın son konuşmalarında tekrar “darbe provokasyonu” uyarıları yer aldı. Bu ülkede bir daha demokrasiye silahlı müdahale olmayacağına inananların çoğunluk olduğu görülüyor.Adaylıkta yerinde sayma hâli devam etse de Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine adaylığının bile her türlü darbe ihtimalini yok ettiğini savunanlar da az değil.Geçen on yılda demokratikleşme yolunda atılan adımları da herkes biliyor, ama Başbakan dâhil çok kişi yine de provokasyon uyarılarında bulunuyor.Aslında demokrasinin “kırılgan” kısımlarını bildiğimiz için geleneksel endişelerimiz bir türlü sıfırlanmıyor.İsim ve içerik...Bu endişeler tekrar dile getirilirken demokrasi veya demokratikleşme paketinin nihayet ortaya çıkması uzun süredir beklenen önemli hamle oldu.Önce daha çok “demokrasi paketi” deniyordu. Bu adlandırmadan, sanki hiç demokrasi yokmuş gibi bir anlam çıkmasın diye, sonra “demokratikleşme paketi” denilmeye başlandı.Böyle bir isim kayması ise, paketin içeriğinde eksilme izlenimi verebilir.Adı “demokrasi paketi” olmalı ve içeriği de adına uygun olmalıdır.Demokrasi eksiklerimiz vurgulandığında, Hükümet zaman zaman, geçen on yılda yapılanların görülmediği, unutulduğu veya azımsandığı kuşkusuna kapılıyor.Küçümseyenler de olabilir, azımsayanlar da olabilir. Ama çoğunluk sağlanan gelişmelerin bilincinde, devamını istiyor, bunun için de 12 Eylül 2010 referandumunda yüzde 58 evet oyu verdi, barış sürecine yüzde 90’a ulaşan bir oranda destek veriyor...Açık tartışma şartDemokrasi paketinin tam içeriği bir iki gün içinde açıklanacak. Kimisi bardağın dolu tarafını kimisi boş tarafını görecek. Boşluk ne kadar az olursa olsun, yine de görülecek ve eksikler vurgulanacaktır.Demokrasi taleplerinin gücü bu eleştirilerle ortaya çıkar ve biraz daha ileri gidilmesine yardım eder.“Demokrasi paketi” adına uygun bir paket olmak zorundadır. Demokrasiyi sıfır eksikli hâle getirmek için de açık tartışma şarttır.Bugünkü birçok endişemiz ancak bu süreçte yok olabilir.
Hrant Dink cinayetinin “bir arkadaş grubu”nun icraatı olmadığı her geçen gün biraz daha ortaya çıkıyor. Ancak ortaya çıkaran yargı değil, emniyet değil, devletin bu cinayeti çözmekle yükümlü organları ve görevlileri değil...Avukat Fethiye Çetin araştırmalarında ulaştığı sonuçları yayınladı.(*) Başka gazeteciler de kendi araştırmalarıyla ulaştıkları bilgileri kamuya açıkladı.Devletin güvenlikle ilgili çeşitli birimlerinin mensuplarının bu cinayetle şöyle ya da böyle ilişkileri olduğuna dair işaretler ortadadır.Cinayetten çok sonra ulaşılabilen bazı kayıtlarda da, cinayet mahalli çevresinde gayet “profesyonel” tavırlı kimselerin aldığı pozisyonlar, cinayet öncesinde işaretleşmeler ve cinayet sonrasında hızla ortadan kaybolmaları açık olarak görülüyordu.Yargı bunları dikkate almadı. Yargı dikkate almadığı gibi medya da dikkate almadı. Böyle görüntüler, bütün televizyon kanallarında büyük haber olması gerekirken bir iki yayıncı dışında herkes tarafından görmezden gelindi.Katillerle empati vs...Fethiye Çetin kitabında, bütün bu “yapılmayanları” aktarıyor. Devletin ve yargının içinden gelen engellemeleri, davanın geçiştirilmesi süreçlerini de anlatıyor.Tümüne bakıldığında; öncesinde, sonrasında ve geçiştirme aşamasında cinayete çok fazla “el”in karıştığı da anlaşılıyor.Cinayetin hemen ertesinde “arkadaş grubunun işi“ diye ortaya atlayanların, “katillerle empati kurmak lazım” diyenlerin adeta bir tür “görevli” olup olmadıkları sorusunu da artık sormak gerekiyor.Hrant Dink cinayeti ve sonrasında olup biten her şey, bu toplumun gerçek “namus” meselesi olmak zorundadır.Hrant Dink cinayeti gerçekten aydınlanmadan, suça karışan ve suçun üstünü örtmeye çalışan herkes hesabını vermeden bu namus borcu ödenmiş olmaz.Fethiye Çetin’i okuyan herkes neyin ne olduğunu aşağı yukarı anlayacaktır. Şimdi dikkatler tekrar yargının üzerindedir.Hrant Dink’in gazetesinin yakınındaki merdivenlerin Trabzonspor renkleriyle boyanmasını ise hiç açmayalım, insanın içi bulanıyor.(*) “Utanç Duyuyorum / Hrant Dink Cinayetinin Yargısı” Fethiye Çetin, Metis Yayıncılık Eylül 2013