İlerleme fena değilmiş

16 Ekim 2013

Dışarıdan bizi nasıl gördüklerine ilişkin sarsılmaz bir merakımız vardır; bazen hiç önemi olmayan bir yazıya, bir habere karşı dahi fırtınalar kopartacak kadar derin bir ilgimiz... Bu aşırı ilgi yüzünden de sık sık endazemiz şaşar.Avrupa Birliği aday adayı olduğumuz günden bu yana Avrupa çıkışlı “raporlar”a kimimiz kızar, kimimiz de raporlardaki eleştirileri az buluruz. Türkiye’de yaşanan çeşit çeşit havanın yansımalarıyla, tabii bu raporlarda da endazenin kaçtığı çok olmuştur.Üslup değiştiAvrupa Birliği’nin 2013 “Türkiye İlerleme Raporu“ dün yayınlandı. Buradaki “ilerleme” kelimesi elbette ki mevcut “geriliğin” tespiti anlamına geliyor.“İlerleme” tamamlanmış olsa Avrupa Birliği de demek zorunda kalır ki “Türkiye tam üyelik için bütün eksiklerini tamamlamıştır, ama biz onu üye alamıyoruz...”Dolayısıyla Avrupa Birliği’nin Türkiye’de “eksik bulma” eğilimi bir süre daha devam edecektir. Ancak Avrupa Birliği de “eksikleri” bulur ve sıralarken “kırıcı” bulduğumuz ifadeleri dilinden çıkardı. “Müfettiş edası”nın yerine “tavsiyelerde bulunan dost” üslubunun seçilmesi zaman aldı ama büyük ölçüde gerçekleşti. ‘Neden olmasın?’Son rapora bakarak “Avrupa Birliği gözüyle ilerlememiz fena değilmiş” diyebiliriz.Sıralanan eksikliklerin hepsini biz de biliyoruz. Kimilerini düzeltme iradesini tekrarlarken kimini “az görmeye” çalışıyoruz.Manzaranın genelindeki Avrupa Birliği’nin “Hükümetin demokratikleşme ve reformlar konusunda taahhütlerini yerine getirme iradesini koruduğu” tespiti son günlerin sıcağından arındırılmış bir bakış açısını işaret ediyor.Raporda, ifade ve basın özgürlüğüyle ilgili sorunlar önemli yer tutuyor. Son yargı paketleri ve demokratikleşme paketiyle sağlanan ilerlemelere rağmen hem uygulama sorunları hem de “havanın bozuk olduğu” yönünde bir sorun algısı dikkati çekiyor.“İfade ve basın özgürlüğünde sıfır sorun” gibi bir hedefe ulaşmanın önünde çok fazla barikat var. Ama neden olmasın, diye yola çıkmanın bile bir faydası olacaktır.Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi gerçekten üye olarak görmek isteyip istemediği ise daha yıllarca sürecek bir tartışmanın konusudur.

Devamını Oku

Şükretmek mi istemek mi?

14 Ekim 2013

Bizim kuşak “şükretmek” eğitimiyle büyüdü. Öğretilen hep “bardağın dolu tarafını” görmek ve daha kötüsünü düşünerek “şükretmek”ti.Buradan da “bir lokma bir hırka”ya geçilirdi. Öğretilirdi ki, dünya nimetleri için fazla talepkâr olmayacaksın, en azla yetinmesini bileceksin.Şimdi geçmişe doğru bakınca, bu felsefenin mecburiyetten kaynaklandığını görmek zor değil. Ne vardı ki ne isteyeceksin?Otomobil çok zengin işiydi, orta üst sınıf için bile hayaldi. Telefon olmasa ne olurdu. Akşam baba eve ekmek getiriyor ya...Sadece özgürlük...Çok uzak değil, yirmi yıl öncesinde “hayal” denilecek vakalar, bugünün basit gerçekleri olunca istemeyi de öğrendik.Bugünün genç kuşakları istiyor. Ulaşılabilecek her şey bir adım ötende, neden uzanmayasın, neden istemeyesin ki...Özgür olunca isteyebileceğini genç kuşaklar dünyanın hızına uygun olarak öğrendi. Bizden ancak “yetmez ama evet” çıkıyor, onlar hep “yetmez” diyor.Kimine o yetmez, kimine bu yetmez, ama özgürlük hiçbir zaman yetmez.Biz de bunu biliyor gibi yapıyorduk, ama bugün tam öğrendik.68 dalgasının içinde savrulurken ne istediğimizi zor ifade ediyorduk, tanımları doğru yapamıyor, kavramları birbirine karıştırıyorduk.Aslında sadece özgürlükmüş, insan yerine konulduğumuzu, dolayısıyla her şeye hakkımız olduğunu hissetmekmiş.Yıldızlara dokunmak...Genç kuşaklara imrenmemek elde değil. Ne istediklerini biliyorlar, her şeyi istemeye hakları olduğunu biliyorlar ve özgür bireyler olduklarının kabul edilmesini istiyorlar.Şükretmenin yerine sürekli daha iyisini talep etmeyi koyan genç kuşaklarla dünyanın kaderinde olan ilerleme daha da hızlanacaktır.Gençlere güvenmemek kendinden korkmaktan başka bir şey değildir.Gençlerde lüzumsuz korkular olmaz. Her bebek yıldızları ilk gördüğünde uzanıp dokunmak ister.Kurban Bayramı’nda bir “şükretme” gerekiyor, kurban kanlarına bulanmış şehirler kalmadı. Okurlarımızın ve okumayanlarımızın bayramı kutlu olsun.

Devamını Oku

Aşağısı sakinleşti mi?

13 Ekim 2013

Mısır ve Suriye’de bir süredir belli bir sükûnet havası ortaya çıkarken, Ankara’ya Batı’dan eleştiriler devam ediyor.Mısır’da askeri cunta çok kan döküldükten sonra duruma hâkim olmuş görünüyor. İhvan’ın karşısında darbeyi destekleyen toplumsal güçler sayesinde askeri yönetim rahatlamış durumda.Batı’nın Mısır’daki temel tavrı değişmedi, sadece ekonomik yardımlarla ilgili bazı hamleler yapıldı, ancak bunlar da askeri yönetimi “bunaltacak” ölçüde değildir.Batı’nın Mısır’a bakışındaki ana eksen hâlâ “siyasal İslam”ın iktidar seçeneği olmasıdır. Askeri yönetim siyasal İslam’ı püskürtür, sonra Batı’dan “demokrasiye geçiş” talepleri başlar.‘Kolay lokma’ değilmiş...Suriye’de de Esad duruma hâkim görünüyor. Orada da çok kan döküldü. Ama Esad karşısında kuvvetli bir toplumsal muhalefet ve iktidara aday bir oluşum ortaya çıkamadı.“Özgür Suriye Ordusu” adı altında anılan çeşitli silahlı güçlerde de radikal İslamcı grupların hâkimiyeti ve burada Ankara’ya dönük tepkiler devam ediyor.Suriye’de savaşan muhalif grupların Ankara’dan desteklendiği kanaati Batı’da yerleşmiştir. Batı’nın Suriye krizine bakışı da yine radikal İslam’a endekslidir ve bu ülkeye Esad sonrasında radikal İslamcı grupların hâkim olması endişesi Batı için birinci sorundur.Esad’ın “kolay lokma” olmayacağını Batılı siyasi analistler krizin başından beri söylediler. Esad, İran hattının yanında Rusya siyasetini de belli dengeler içinde yürüterek “kolay lokma” olmayacağını kanıtladı.Gereksiz yükler atılmalıAnkara’nın Suriye politikasında zaman zaman “savaşa istekli” görüntüsü vermesi de Batı merkezlerindeki soru işaretlerini fazlasıyla çoğaltmıştır.Batı “radikal İslam”ı hem Suriye hem Mısır’da birinci tehlike olarak görmeye devam ettikçe bu soru işaretleri devam edecektir.Ankara’nın manevra alanı ne kadar daralmış görünürse görünsün siyasetin yeni kanallar açması her zaman mümkündür.Suriye tezkeresi çok önemli değil; önemli olan, şu anda gereksiz yüklerin atılmasıdır.

Devamını Oku

Hâlâ güven sorunu

11 Ekim 2013

“Demokrasi paketi”nden genel beklenti yüksekti, Kürtlerin beklentisi de yüksekti. Paket Kürtlerin beklentisini karşılamadı.Karşılamadığı gibi hâlâ bir “güven” sorunu yaşandığını da gösterdi.Nevruz’dan bu yana geçen aylarda beklenti Hükümet tarafından en azından “kararlılık” gösteren bazı adımların atılmasıydı.Önceki deneyimlerin tümünde “devlet”in bir şekilde “yan çizdigi” gerçektir.Ve güven sorununun temel kaynağı budur.‘Terör’ tanımının önemiToplumun geniş kesiminde, Anayasa’daki etnik vurguların kalkması, herkesi kapsayan vatandaşlık tanımıyla ayrımcılığın en temelden ortadan kaldırılması onaylanmıştır.Yeni anayasa hazırlığının ilk komisyonda takılmış olması, iki ileri bir geri hâlinde sallanmakta oluşu Hükümet’in iradesine bağlanamaz. Ama “bekleyenler” tarafının “Siz elli yılın en güçlü hükümetisiniz, ilan ettiğiniz irade yolunda çözümleri bulmakla yükümlüsünüz” demesi de meşrudur, anlaşılması gereken bir tepkidir.Terörle Mücadele Kanunu’nun kalkması, kanunlardaki “terör” kavramının düzeltilmesi her pakette bekleniyordu, son pakete de giremedi.“Terör” tanımı gerçekten “terör faaliyeti”ni ayırt edecek şekilde düzeltildiğinde şu anda tutuklu KCK sanıklarının büyük çoğunluğunun, gazeteci kimliği olanların tahliyesi mümkün olacaktır.Alavere dalavere...Esasında sıkıntı, Ergenekon, Balyoz ve 28 Şubat davalarıdır. Hükümet’in “Subaylar hapse atılıyor” saldırısıyla karşılaşmak istememesi doğaldır. Böyle bir hassasiyet olmakla birlikte, mesele varolan bir haksızlığın, adaletsizliğin giderilmesi olduğu için tabii ki “bekleyenler”in rahatsızlığı da doğaldır.“Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” cümlesi sadece bir askerlik hâlini anlatmaz, yüz yıllık bir adaletsizlik hâlini de anlatır.Bugün bu cümle bir güvensizliği ifadesi olarak ortaya çıkıyor. Beklenti, haklı beklenti, hâlâ Hükümet’in çözüm iradesinin aynı kuvvetle devam ettiğinin kanıtlanmasıdır.“Barış süreci” güvenin sürekli diri tutulmasını gerektiren bir süreçtir, geçmiş deneyler de bunun ana sorumluluğunu siyasete yüklüyor.

Devamını Oku

İstanbul’un trafiğinden CHP’ye

10 Ekim 2013

Ulaştırma Bakanı Yıldırım “İstanbul’un tek derdi trafiktir” dedi, doğru söyledi. İstanbul’da yaşayan, İstanbul’da hareket eden herkes bunu çok iyi biliyor.İstanbul Büyükşehir Belediyesi, onlarca alt geçit, üst geçit, yeni yol yaptı. Yetmiyor. Nüfus sürekli artıyor, her gün yeni yüzlerce araç geliyor.Trafik sıkıntısına Taksim de eklendi. Gezi olayları dolayısıyla aylarca çalışmalar durdu, planlar değişmek zorunda kaldı, Taksim ve çevresi de yeni bir sıkıntı alanı oldu.Bunun faturasını belediyeye kesmek fazla ucuza kaçmak olur ama, sonuçta da İstanbul’un bir numaralı merkezi “battal” oldu.Kadir Topbaş, gazetelere ilan vererek hem kendi döneminde yapılan işleri anlattı hem de ulaşımla ilgili gelecek döneme yönelik hedeflerini açıkladı.Ama biliyoruz ki, yapılacak olanlar da İstanbul trafiğine kesin çözüm getirmeyecek. Bunun için İstanbul’un nüfus artışını durduracak ya da en aza indirecek merkezi politikalar gerekiyor.Ya CHP’nin İstanbul’u?İstanbul Belediyesi’ni almak konusunda bir süre çok iddialı görünen CHP’de İstanbul’la ilgili pek bir ses çıktığı söylenemez. Çıkan sesler, İstanbul Büyükşehir adayını belirleme kavgasının başka bir şey değil.CHP yönetimi aday tespitinde, anlaşılan Genel Başkan’ın ağırlığını koymasıyla Mustafa Sarıgül’e yöneldi. Bunun için bazı hazırlık hamleleri yapıldıktan sonra Sarıgül’e karşı olan Gürsel Tekin de aday adayı olacağını ilan etti.Siyasette bu tür hamleler, “o zaman o da olmasın ben de olmayayım, başka birini aday yapalım” hamlesi olarak okunur. Tekin’in hamlesi de bu mudur, bilemeyiz ama sonuçta Genel Başkan’ın karar ve iradesinin kuvveden fiile geçmesi son anda “kesilmiş” oldu.Kadir Topbaş bir eylem planının ana hatlarını açıkladı. Köklü çözümlerin hükümet politikasına bırakıldığı görülüyor.CHP ise bu konularla henüz ilgilenemiyor, çünkü aday tespitinde ağır sıkıntılarla boğuşuyor.İstanbul’da yaşayanlar da “ah trafik!” diye ağlıyor, “bari bir an önce şu Taksim ve çevresini halletseniz” diye temennide bulunuyor.

Devamını Oku

Dava bitti, ruh bitti mi?

9 Ekim 2013

Darbe hazırlığı davalarından biri daha bitti. Balyoz davasında alınan mahkûmiyet kararlarının büyük çoğunluğu onaylandı.Mahkûm olanlar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüksek rütbeli subaylarıdır. Aralarında daha alt kademeden subayların da olması yine “emir komuta zinciri” tartışmasını kaçınılmaz olarak açacaktır.Askeri disiplin içinde üstlerin verdiği emirlere uymaktan başka bir şey yapma durumunda olmayanların mahkûmiyetleri tartışılacaktır.Ayrıca Silahlı Kuvvetler’in “seçkin” kesiminin 20 yıllık hapis cezalarının da “vicdan-mantık” arasındaki sıkışmada çelişik duygular yaratması da çok doğaldır.Birileri de diyecektir ki “insanlara kötülük yapanlar için vicdan olur mu?” Olur, olmalıdır, on yaşından itibaren belli bir ruhla şekil verilmiş kimseler için olmalıdır.Hukuki süreçler açıkYargıtay 9. Ceza Dairesi’nin Balyoz davası kararı, söz konusu faaliyetin, faaliyetlerin “darbeye hazırlık” olduğunun yüksek yargı tarafından onaylanmasını ifade ediyor.Bu faaliyetlerin esası, Özden Örnek günlüklerinin meydana çıkmasıyla tam anlamıyla ortaya “dökülmüştür.”Bu faaliyetler ne yazık ki, “seminer”den Zirve katliamı, Hrant Dink cinayeti vs. şiddet olaylarına kadar uzanan bir zinciri kapsıyor.“Kişiler”in rolleri, etkinlikleri, zorunlu uyma hâlleri, fakında olmadan katılma hâlleri farklı olabilir. Bunları ayırt edecek olan yargı süreçleridir.Balyoz davası kararları Anayasa Mahkemesi’ne de gidebilir, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de götürülebilir. Mevcut hukuki süreçleri kullanmak herkesin hakkıdır.‘Devlet adına...’Kararın ardından mahkûm olanlar adına bir ortak açıklama yapıldı. Tabii ki, yüz yıldır kökleşmiş bir çalışma tarzına, “vatan kurtarma” ve “düşman ilan ettiklerini bertaraf etme” hakkına sahip olduklarına inananlar bu faaliyetlerini halen “görevlerinin parçası” olarak görüyorlar.Açıklamada şöyle bir ifade var: “Bir çetenin komplosu karşısında devletimiz başarısız olmuştur.”Kendileri “devlettir”, ne yapıldıysa “devlet adına” yapılmıştır.Balyoz davası bitti, ama bu bildiride deniyor ki “o ruh bitmedi.”

Devamını Oku

Yetmedi mi!

7 Ekim 2013

Futbolla ilgili olumsuz yorumlara sık sık “futbolumuz neyse...” lafı sıkıştırılır. “Futbolumuz neyse filanca hâlimiz de öyle” değil, futbolumuz çok geride kaldı.Futbol dünyasının üzerine tuhaf bir “ağalık” sistemi çöktüğünden beri dünyanın ve bizim en yaygın eğlencemiz de kâbusa döndü.Binlerce güvenlik görevlisi statları kuşatıyor, misafir takımın taraftarları stada alınmıyor, yine de olay çıkıyor!..Futbol izlemeye değil savaşa gelen bir “taraftar” türü büyük, orta ve küçük boy futbol ağalarının eseridir.İşlerinin milyonları eğlendirmek ve sporun her türünü sevdirmek olduğunu bilmeyen, savaş örgütü yönetir gibi spor kulübü yönetenlere uzun süre kimse ses çıkarmadı. Bunların anlamsız güç savaşları sessizce izlendi.Milyonlara karşı suç‘Savaş örgütleri’ de bedava bilet dağıtılan, çeşitli çıkarlar sağlanan taraftar gruplarıdır.Maça giderek, televizyondan izleyerek, forma alarak kulüp kasalarını dolduran milyonlara karşı yükümlülüklerini yerine getirmemek o milyonlara karşı suç işlemektir. Onların ödediği paraları kendi güç oyunlarında harcamak suçtur.Türk futbolunun Avrupa kapılarında düştüğü zavallı hâllerin sorumlularını hâlâ iş başında tutmak da açıklanması bayağı zor bir durumdur.Olaylı maçlardan sonra, birkaç maç stat kapatma ya da seyircisiz oynama cezası, birkaç kuruş para cezası yerine, olay çıkan stadı 1 yıl kapatsınlar. Olay çıkaran futbolcuya bir sezon ceza versinler.Ağalar temizlenene kadarKulüp yönetimlerinin kusuru bulunduğunda küme düşürme cezaları verilsin.Daha da ilerisini söyleyelim; olaylar devam ederse ligler bir yıllığına tatil edilsin, Avrupa kupalarına hiçbir Türk takımı bir yıl gitmesin. Futbol ekonomisinin çökmesi de göze alınsın.Futbol ağaları temizlenene, bunların etrafında örgütlenmiş küçüklü büyüklü çıkar grupları dağılana kadar gereken her şey yapılsın.Futbol dünyamızın baştan kurulması gerekiyorsa baştan kurulsun. “Futbolumuz neyse her işimiz aynı” lafını unutalım.Haydi harekete geçin, futbolun en tepesindekiler.

Devamını Oku

Polis yetkileri

6 Ekim 2013

Öncelikle kitle eylemlerini önlemeye yönelik olarak polis yetkilerinin artırılmasıyla ilgili mevzuat değişikliği yapılacağı açıklandı.Polis yetkileri yeniden düzenlenirken, temel amaç açıkça söylenmiyor, ama açıklanan maddelerin hemen tümüne bakıldığında hedefin kitle eylemleri olduğu açık.Gezi olaylarının yansımalarından biri olarak, gelecekteki kitle eylemlerini ortaya çıkmadan engellemek ilk anda makul bir tedbir gibi görülebilir.Ama yasalarda zaten “kuvvetli suç kuşkusu”na ilişkin maddeler var, güvenlik güçlerinin bu gibi durumlarda müdahale yetkileri var. Yetkilerin doğru kullanılıp kullanılmadığı da yargı denetiminde.Bu maddelerin yetersiz bulunması, polisin önceden müdahale yetkilerinin artırılması düşüncesi çok bellidir ki Gezi kaynaklı.Eksik olan yetki değilBazı çevreler, Gezi benzeri eylemler planlıyor olabilirler, bunlar olacaktır. Olmamasını isteyenlerin tedbir düşünmeleri de doğaldır. Ancak en baştaki teşhis arızası devam ettiği için meselenin bir siyaset meselesi değil “polisiye” bir vaka olduğunda ısrar etmek yine polisiye çözümlerde sıkışmaya yol açacaktır.Türkiye’de polis yetkilerinin artırılması ihtiyacını ortaya çıkaran bir mevzuat eksikliği değil; tam tersine, polisin yetkilerini kullanışının denetlenmesinde eksiklikler var.Polisin yetkilerinin artırılmasının anti-demokratik bir hamle olarak görülmesi doğal sayılmalıdır. Çünkü yürürlükteki mevzuata bakmak bile, yeni polisiye tedbirlerin meşru siyasi faaliyetlere yönelik olarak kullanılabileceği kuşkusunu yaratmaya yeterli olacaktır.Özgür siyaset korkusuTürkiye’deki geleneksel “iç güvenlik” anlayışının bir tarafında hâlâ ağırlıklı olarak siyaset korkusu, özgür siyaset korkusu var ve bu anlayış sık sık kendini açığa vuruyor.Olabildiğince çok sayıda kişi gözaltına alınıp, hakkında kovuşturma, soruşturma yapıldığında “huzur” gelmeyecektir.Ne kadar az sayıda kimse gözaltına alınırsa “huzur”a o kadar yaklaşılır.Bu polisiye “karşı-paket”in hiçbir derde deva olmayacağı açıktır; fikrin sahipleri hemen bu fikirlerini unutmalıdır.

Devamını Oku