Seçimler yaklaştıkça, yaşanan her olayın ardından görülen ilk siyasi refleks “sandığa nasıl yansır” şeklinde oluyor.Geçtiğimiz yazın ana gerilim alanı Gezi olaylarının sandığa AKP açısından “olumsuz” yansıyacağına ilişkin yaygın bir kanaat vardı. Gezi’nin çıkışındaki duyarlılığın bütün ülkeye gerilim olarak aktarılmasından siyasi sonuç bekleyenler bu algıyı yaratmayı da başarmıştı İstanbul’da yaşayanların asıl şikâyet konusu olan trafik meselesinin sandığa yansıyabileceğini bizzat Ulaştırma Bakanı söylemişti.Türkiye’de seçime gidildiği dönemlerdeki ortamları ve seçim sonuçlarını tahlil eden siyaset bilimcilerin çoğu, seçmenin “rasyonel-mantıklı” tercihleri üzerinde duruyor. Burada “rasyonel-mantıklı” kavramını “küçük dalgalardan etkilenmemek”, “ehemle mühimi karıştırmamak” olarak anlayabiliriz.Ekim ayında yapılmış iki seçim araştırmasının verilerini aktaralım.Konda’nın araştırmasında “bugün seçim olsa”nın cevabı şöyle çıkıyor:AKP yüzde 51,4CHP yüzde 22,9MHP yüzde 14,2BDP yüzde 7,3PollMark’ın araştırması da şu sonuçları veriyor:AKP yüzde 50,4CHP yüzde 24,8MHP yüzde 12,7BDP yüzde 7,9İki araştırmanın sonuçlarının basit tercümesi şu: Seçmenin ana eğilimlerinde bir değişiklik olmamıştır. Gezi olayları, AKP aleyhine bir hava yaratmamıştır, CHP hâlen iktidar alternatifi olmamıştır.AKP oylarında, son genel seçime göre artış küçük olsa da, iktidar partisinin 2002-2011’deki “yukarı” gidiş trendi devam etmektedir.İtiraz etmek yetmiyorBu cümleye bağırıp çağırarak itiraz etmek bir anlam taşımıyor, sadece iki araştırmanın sonuçları bunu söylüyor.Bu araştırmalardan sonra iki olay yaşandı: Biri 29 Ekim kutlamaları ve Marmaray’ın açılışı, diğeri de hepimizi son birkaç gündür meşgul eden “karma öğrenci evleri” dolayısıyla “özel hayata müdahale eğilimi mi var” sorusunun tekrar ortaya çıkması.İki olayın da sandığa bir yansıması olup olmayacağını bu ay yapılacak seçim araştırmaları gösterecek. Ama şu anda da seçmenin “ehemle mühimi karıştırmama” direncinde devam ettiğini görebiliyoruz.
“Karma öğrenci evleri” meselesinin önemli bir faydası oldu, “özel alana” müdahale edilmesinin söz konusu olamayacağını, olmaması gerektiğini herkes tekrarladı.“Özel alan” kavramında bazı algı kaymalarına rağmen, birkaç önemsiz şahıs dışında herkesin değişik tonlarla demokratça tepki vermesi gerçekten önemlidir.Devletçi ruh “özel alan” kavramını tümüyle reddeder, devletin “bekası” için her alana girilebileceğini, bireye her türlü müdahalede bulunulabileceğini kabul eder.Bu devletçi ruhun toplumun ne kadar içine işlediğini, en umulmadık köşelerden bile ortaya çıkmasından anlayabiliriz. O yüzden de muhafazakârlık ve demokratlık bir arada durmaya çalışırken muhafazakârlık en kaba devletçilik olarak ortaya çıkabiliyor.Siyaset “devlet için var olmak” ile “insan için var olmak” arasında bir tercih yaparken kökleşmiş yapıyla ya çatışıyor ya da bu yapının zorladığı anlayışların etkisi altına giriyor.Böyle köklü bir yapıyı değiştirmek için her konuda, her alanda açık tercih yapmak gerekiyor. Şu tarafı değişsin ama bu tarafı kalsın anlayışının her zamanki sonucu, o kökleşmiş yapının biraz daha kök salmasıdır.Bizde demokrasi olur...Devlet dersinde çok genç öldürüldü, demokrasi dersi bundan sonrakileri kurtarmaya çalışıyor.Demokrasi tarihi, insan hak ve özgürlüklerinin ilerlemesi tarihidir, ne kadar olacağı bilinmez ama bundan sonra da öyle olacaktır.Kıraathane münazaralarında sık sık “bizde demokrasi olur mu olmaz mı” meselesi tartışılır ve genel eğilim, hep bir yerlerde, herkese göre farklı bir maddede kısıtlamayı kabul etmek şeklinde tecelli eder.Birkaç gündür sürüklendiğimiz tartışmanın seyrine baktığımız zaman “bizde demokrasi bal gibi olur” diyebiliriz.“Özel alan” kavramının ne anlama geldiğini bu vesileyle çok iyi öğrendiğimiz gibi, “özel alanın dokunulmazlığının” demokrasinin özünü oluşturan olmazsa olmaz kavramlardan biri olduğunu da öğrendik.Bunu sağlayanlara teşekkür bile edebilir, bundan sonra “devlet dersleri”nin yerini sürekli olarak “demokrasi dersleri”nin almasını dileyebiliriz.
Önce bazı hukuki hatırlatmalar yerinde olacaktır. 18 yaşından büyük kişiler evli olmadıkları hâlde aynı evde oturuyorlar diye o eve giren polis suç işlemiş olur.Polisi oraya gönderen mülki amir, vali vesaire de suç işlemiş olur. Baskı yapmış olmak için, başka gerekçe veya sahte ihbarla o eve giden polis suç işlemiş olur.18 yaşından büyük kişilerin birlikte yaşamaları dünyanın hiçbir yerinde, (tabii ki medeni dünyadan söz ediyoruz) suç değildir.Böyle bir denetlemeye yönelik yasayı, velev ki parlamentodan geçmiş olsun, her anayasa mahkemesi iptal eder.Bunlar basit hukuki gerçekler, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın da açık olarak belirttiği üzere...O zaman neden böyle bir gündemle tartıştığımız sorusunu sormak gerekiyor. Belki Başbakan kendisine iletilmiş bir kişisel şikâyeti fazla düşünmeden tekrarlamıştır. Bazen başbakanların kimi çıkışlarını, fazla üzerinde durmadan geçmek yerinde olabilir.Ancak Başbakan Erdoğan’ın zaman zaman bilinçli olarak gündem değiştirme, farklı konularda kamuoyunu tartıştırmadaki başarılarını hatırlarsak, bu “karma öğrenci evleri” konusundan bazı siyasi sonuçlar da çıkarabiliriz.Ölçü kaçtığında...Önümüzde üç seçim var. AKP’nin hedefi doğal olarak, elindeki büyük şehirleri artırmak, oy oranını yükselterek “tırmanış”ını devam ettirmek. Yerel seçimde alınacak yüzde 50’nin üzerindeki oyun cumhurbaşkanı seçiminde daha da artması, ilk turda yüzde 60’ın üzerinde bir sonuç almak, doğal ve meşru bir hedeftir.Başbakan ve AKP kurmayları bu oy hedefleri için, muhafazakâr kesime yönelik bir strateji benimsemiş olabilirler. Muhafazakâr kesimde MHP’ye ve FP’ye oy verenlerin sayısı az değildir. Yoğun bir şekilde “biz de muhafazakârız” mesajları verilerek bu oyların bir kısmının AKP’ye dönmesini sağlamak bir siyasi strateji olarak “anlaşılabilir”.Muhafazakâr hassasiyetlerle fazla oynamanın getirebileceği tehlikeleri herhâlde bu stratejiyi tespit edenler de bilmektedir. Dolayısıyla muhafazakâr oyların “tümünü toplama” stratejisinde ölçünün kaçması ihtimali olan çok fazla alan vardır, siyasi tarihimizde bunun örnekleri çoktur.“Karma öğrenci evleri” konusu bu çerçevede ortaya atılmışsa, aslında “fazlasıyla yapay” bir gündemden başka bir şey değildir, olamaz.Hâlâ çok ciddi gündem maddelerimiz var, yapay gündemlerin risklerine hiç ihtiyacımız yok.
Cumhuriyet tarihinin tümünde, öncesine girmiyoruz; Aleviler, Türk Aleviler de Kürt Aleviler de sürekli hor görülmüş bir “azınlık” oldu.Bunun tartışılacak tarafı da yok; “Sünni devlet” için Aleviler, Türk’üyle Kürt’üyle hep kuşku duyulan “ötekiler” dendi.Devletin Alevilere bakışını en iyi anlatan olayı daha önce de yazmıştık, hatırlatalım. Emniyet’te siyasi şube olarak da bilinen ‘birinci şube’nin herkes tarafından kullanılan günlük adı “3 K masası”ydı.3 K, yani Kürt, komünist, Kızılbaş...Aleviler, 60 sonrasında siyasi parti olarak da örgütlenerek hakları için mücadele etmeyi denediler, Türkiye Birlik Partisi (TBP)(*) ile siyasi bir ağırlık kazanmış olsalar da daha çok “CHP’nin sol kanadı” denebilecek çerçevede siyaset yaptılar. Radikal sol hareketler içinde de bazı Alevi kesimleri etkili oldu.Haklarını istiyorlarAleviler, demokratik gelişmeler içinde şimdi seslerini daha yüksek çıkartabiliyor, haklarını istiyor.İstedikleri, “eşit yurttaşlık” diye özetledikleri kimliklerine saygı ve cemevlerinin ibadethane olarak tanınmasıdır. Günlük hayatta devam eden “ayrımcılık” gelenekleri de diğer bütün azınlıklar gibi onlar için de şikâyet konusudur.Yer isimlerinin değiştirilmesi de başta Dersim/Tunceli olmak üzere, bunlar arasındadır ve son demokratikleşme paketinde bu konuda “söz” verilmiştir.Cemevlerinin resmen ibadethane olarak kabul edilmesi en temel kimlik sorunu hâline gelmiştir.Cemevlerinin tıpkı “cami” gibi ibadethane olarak muamelesi görmesi, baş örtüsü sorunundan farklı bir mesele değildir.Çok kolay ve kimsenin karşı çıkmayacağı çözüm yolu bellidir.Alevi örgütlerinin önceki gün Kadıköy’de dile getirdikleri “demokratik anayasa” talebi, hâlen herkesin talebi.İstanbul’a yapılacak 3. köprünün adının Yavuz Sultan Selim olması da söyledikleri gibi, özensizlik sonucu yapılmış bir hatadır, bu durumun da düzeltilmesi kolaydır. Birkaç seçenek sunarak halka sorarsınız. Türkiye’nin Alevilerinin eşit ve mutlu vatandaşlar olarak yaşamaması için hiçbir neden yok. Siyasi irade kararını verdiği anda Türkiye Alevi vatandaşlarını “kazanır”.(*) 1973’e kadar Birlik Partisi (BP). 1966 - 1981 döneminde faaldi. 1981’de 12 Eylül darbe idaresinin Milli Güvenlik Konseyi kararıyla, tüm partilerle birlikte kapatıldı.
Bu kışın ilk pazarına iki önemli “oylama” denk geldi.Fenerbahçe üyeleri kulübün başkanı için oy kullandılar, CHP parti meclisi üyeleri de Mustafa Sarıgül’ün partiye dönüşünü onaylayarak İstanbul’a büyükşehir başkan adayı olması için oy kullanmış oldular.Pazar karanlığında iki oylamayı izlemeye çalışırken ister istemez, ülkemizin hâlleri üzerine zihin idmanı yapıyoruz.Fenerbahçe üyeleri ezici bir ağırlıkla Aziz Yıldırım’ı tekrar başkan seçti. Aziz Yıldırım şike davasından hüküm giymiştir, aynı olaylar dolayısıyla Fenerbahçe UEFA’dan ceza almıştır.Yıldırım’ın kongredeki ve dışarıdaki konuşmalarına bakınca insanın içine kasvet basmaması mümkün değil. Vatan-millet, iç düşman-dış düşman edebiyatları, kulübe “çuvalla para getirme” övünmeleri, iç ve dış düşmanlara karşı yapılan “kahramanca” direniş hikâyelerini dinleyenler meselenin bir spor kulübünün yönetiminden çok fazla bir şey olduğuna inanmış olmalılar ki Yıldırım’a oy verdiler.Ülke gerçeğiOy kullanırken yapılan tercihte esas etkili olanın sanki bir ulusal var olma savaşı varmış edasıyla atılan nutuklar mı yoksa “çuvalla para” mı olduğunu bilemeyiz.Ama kongreye hâkim olan havaya ve sonuca bakıldığında yine bir “ülke gerçeği” ile karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz.Buradan Türk sporunun, futbolunun geleceğiyle ilgili fikir üretmek serbest, “ülke gerçeği”nin ne olduğunu düşünmek de serbest.CHP’nin parti meclisi de Mustafa Sarıgül’ün affedilmesini kabul etti. Bundan sonra bazı işlemler yapılacak, Sarıgül tekrar CHP üyesi olacak ve partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olacak. Buna da kesinleşmiş gözüyle bakılabilir.Artık Sarıgül’ün vazgeçme ihtimali kalmadığı gibi CHP yönetiminin de karar değiştirmesi mümkün değildir.CHP parti meclisinde karar öncesindeki tartışmaları bilmiyoruz, ama üyelerin bu kararı o kadar rahat almadıkları anlaşılıyor.CHP İstanbul için bir aday bulamamış, daha önce partiden çıkarılmış Sarıgül’ü aday göstermek zorunda kalmıştır.Bu da bir başka “ülke gerçeği”dir, bunun üzerinde de fikir üretmek, yorum yapmak serbesttir.“Ülke gerçekleriyle” yaşamaya biraz daha alışacağız.
BDP’nin, solu yanına alarak bir “Türkiye partisi”ne dönüşme girişimi ilk andan itibaren tepki ve eleştiri toplamaya başladı.Bu girişimin fikir babası olan Abdullah Öcalan’a açık tepki vermeyen bazı BDP’lilerden olumsuz görüşler geldi.Türkiye’de sosyalist solun legal olarak sahneye çıktığı 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin oy oranı yüzde 3’tü. O dönemdeki seçim sistemi sayesinde TİP’ten Meclis’e 14 milletvekili girdi ve bu grup gerçekten siyasetin havasını değiştirdi.Bugün de sosyalist solda 6-7 siyasi parti var, toplam oy oranı da yine ancak yüzde 3’e yaklaşıyor. Kavram kargaşası Halkların Demokratik Partisi’ne, ÖDP ve TKP dışındaki küçük partilerin birçoğu katıldı. TKP, adındaki komünist kelimesine rağmen “ulusalcı” çizgiye çok yakın bir hatta siyaset yapıyor, ÖDP ise CHP’den gelen seçim ittifakı önerisine yakın, HDP’ye uzak duruyor.Milliyetçi-devletçi-Kemalist siyasetlerin kendilerini sol olarak sunmasının yarattığı kavram ve siyaset kargaşaları hâlen giderilmiş değil. Bu yüzden “sol oylar” derken herkesin kastettiği bayağı fark ediyor, hesaplar da bu kargaşaya göre yapılıyor.Türkiye’de sol siyaset üretimindeki fukaralık ortadadır. Sol, yakasını devletçilik ve milliyetçilikten kurtaramadığı gibi 70’lerde yakalandığı hastalıkların ağırlığı da hâlâ üzerinde.HDP’nin bunları aşacak bir parti olup olmayacağını şu anda söylemek mümkün değil. Ama etkili bir sol siyasetin hem bir ihtiyaç hem de mecburiyet olduğu kesindir. Bir hesap daha var BDP‘nin, etnik ve milliyetçi yapısıyla Türkiye siyasetinde varabileceği en uç noktaya geldiği tespitini demokratik Kürt siyaseti uzun süre önce yaptı.Bu girişimin “kadük” kalıp kalmayacağı da hem Kürt siyasetinin hem solun değişik unsurlarının bu konudaki iradesine ve fikir açıklığına bağlı.Hesabı daha basitleştirerek yapanlar “yüzde 7 Kürt oyları artı yüzde 3-4 sol oylar eşittir yüzde 10-11’lik bir Türkiye partisi” sonucuna varıyor.HDP’nin izleyeceği siyasi çizgide “AKP karşıtlığı”nın demokratik mücadelenin önüne geçebileceği kaygısı da vardır ve bundan “HDP barış sürecini zora sokabilir” endişesi de çıkıyor.“AKP karşıtlığı”nı ana endeks yapan siyasetlerin buluştuğu hat “ulusalcı” hattır ve HDP’nin de bu tuzağa düşmesi, Kürt siyasetini de “ulusalcılığa” payanda yapma ihtimalini kuvvetli bir ihtimal olarak görmediğimizi söyleyebiliriz.
Meclis’e dün baş örtülü dört milletvekili geldi, bazı kaynaşmalar dışında on dört yıl önceki sahne tekrarlanmadı. Anlamsız yasaklarla zamanı heba ettiren çatışmalardan biri daha noktalandı.Laiklik elden gitmedi, gitmeyecek.Özal döneminde, komünizmi yasaklayan ünlü 141-142 numaralı ceza kanunu maddeleri kaldırıldığında gösterilen tepkileri hatırladığımızda yine aynı zihniyeti görebiliriz.Yasaklar üzerine kurulu bir toplumsal düzende yaşamaya devam etmek isteyenleri hayat sürekli bir kenara itiyor.Gezi’de gençlerin kendilerini ifade etme hareketinin üzerine bir siyasi operasyon çökmüş olmasına rağmen alttaki esas dalgayı bu gözle gördüğümüzde dünkü sahnenin anlamını daha iyi kavrayabiliriz.Gelinen noktaBaş örtüsü yasakları neden vardı? Birileri bu özgürlüğü “kötüye kullanarak“” laik düzende delik açabilir, diye vardı.Özgürlüklerin, ifade özgürlüğünün “kötüye kullanılması” korkusuna dayanılarak getirilen insan hayatıyla ilgili her kısıtlama son bulmak durumundadır.Türkiye’nin bu aşamaya gelmiş olması, yakın dönemin özgürlükçü dalgalarının her kesimde karşılık görmesi sayesindedir.Baş örtüsü mü türban mı? Sağdan bağlarsan şöyle olur soldan bağlarsan öyle mi olur? İnsanların hayatlarını nasıl yaşayacaklarıyla ilgili bu tartışmalar bugün gülünç kalmışsa, bireysel özgürlüklerimize sahip çıkmada çok büyük mesafe kaydettik demektir.Unutulup gidecek...Meclis’te baş örtüsü, birilerinin başka birilerini yenmesi değildir, özgürlükçü ruhun bütün milletin iradesiyle hayat bulmasıdır.Bugün 141-142’yi genç kuşaklar bilmiyorlar bile. Bir sonraki kuşak baş örtüsü savaşını zar zor hatırlayacak, sonrakiler belki hiç bilmeyecek.Hayatımızı daraltan, bize ikinci sınıf bir hayatı dayatan başka yasakları da bilmeyecekler, hatırlamayacaklar. Yaşadığı toplumun hayatında her zaman özgürlüklerin tam egemen olduğunu düşünen bir kuşağa gelindiğinde de iş bitecek.O kuşak, yaratılmış korkuları da anlamsız savaşları da bilmeyecek.Meclis’te dünkü sahneler bunu anlatıyordu, çok açık ve net anlatıyordu.
Meclis’te, ikinci kez baş örtülü milletvekilleri olması ihtimali üzerine CHP’liler bu vekilleri içeri sokmamayı deneyecekler.Baş örtülü vekil krizi ilk kez 1999’da, üçlü koalisyon döneminde yaşanmıştı. DSP lideri ve dönemin başbakanı Bülent Ecevit, Fazilet Partisi’den İstanbul Milletvekili Merve Kavakçı’ya çok sert tepki göstermiş, kendisini toplantı salonundan ayrılmaya zorlamıştı.28 Şubat dalgasının devam ettiği o günlerde, böyle bir konuda makul veya özgürlükçü bir karşı harekette bulunmak oldukça zordu, ortamın havasına “çıksın!” dalgası hâkim olmuştu.Baş örtüsüyle ilgili yasakların, aslında kanunla ilgili olmadığı, yönetmelik ve idari kararlarla, daha çok da “yaparım, olur biter” sistemiyle uygulandığı sonradan iyice ortaya çıktı.Geçen on dört yıldaki tartışmalarda kamuoyunun büyük çoğunluğu baş örtüsü meselesinin “abes” meselelerden biri olduğunu gördü ve baş örtüsünün artık mesele olmaktan çıkması, özgürlükçü bir şekilde çözülmesi için irade gösterdi.AKP hükümeti, baş örtüsüyle ilgili ve diğer bazı manasız kılık kıyafet yönetmeliklerini değiştirirken de geniş bir onay aldı.Bu kez komedi olurŞimdi yine baş örtüsü üzerinden bir kriz yaratma girişimi CHP’nin büyük bir siyaset hamlesi gibi ortaya atıldı.Tarihte ilk kez gerçekleştiğinde dram olan olayların, tekrar edildiğinde komedi olarak ortaya çıktığına dikkat çekmişti çok önemli bir düşünür.CHP de Merve Kavakçı olayını tekrarlama peşine düşerken, kendisinin merkezinde bulunduğu bir komediyi sahneye koymuş olacağını anlamadığını gösteren bir siyaset mantığında direniyor.Siyaseti, muhalefeti, sadece iktidarı zorlamak, zor durumda bırakmak olarak gören bir siyasi anlayışının son kullanma tarihi çoktan geçti.Baş örtülü kadın vekiller Meclis’e geldiğinde gürültü çıkarıp, bundan bir siyasi ve toplumsal nema bekleyecek olanlar da sadece bir komedinin parçası olarak kalacak ve son kullanma tarihlerinin geçtiğini bir kez daha kanıtlayacaklar.Hâlâ özgürlükçü olamayan bir siyasi partinin kendisini solcu, sosyal demokrat zannetmesi de o düşünürün dikkat çektiği komedinin ta kendisidir.