Merak etmeyin o herkesin...

28 Ekim 2013

Bu ülkenin birkaç kuşağını fena hâlde yormuş kavgalardan biridir “cumhuriyet kimin” kavgası. Aslında bu, hep tek taraflı bir kavga oldu.Cumhuriyetin kurucu kimliğinin kendilerine ait olduğunu söyleyenler sürekli olarak “cumhuriyet benim” diyerek, olmayan bir kavga hâlini canlı tuttu.Cumhuriyetin kurulduğu dönemde bu “sistem”e karşı olanlar da vardı, ama o siyasi hareketler ciddi bir varlık göstermeden sönmüştür.Geçen 29 Ekim’de tören alanında bir siyasinin askeri erkâna “Cumhuriyeti siz koruyamadınız biz koruyoruz” diye seslenmesi aslında bu kavga konusunun neden canlı tutulduğunu çok iyi anlattı.Kendisinden farklı olanı “cumhuriyet karşıtı” ilan ederek düşman yaratmak ve esasında olmayan düşmanlarla sürekli bir mücadele hâlini canlı tutarak siyasi egemenliğini kuvvetlendirmek uzun yıllar boyunca başarılı bir siyasi strateji oldu.O devir de bitti bitecek...Sindirme üzerine kurulu bu strateji hâlâ kullanılmak isteniyor. Farklı bir görüşüm varsa, “cumhuriyetin sahibi benim” diye sürekli bağıranlarla farklı düşünüyorsam cumhuriyet düşmanı ilan edilirim korkusu bu stratejinin, sindirme ve susturma stratejisinin ana unsurları olarak “korkan toplum” yaratılmasını sağladı.“Korkan toplum”dan, özgürce düşünen ve konuşan topluma dönüşmek kolay bir süreç değil. Demokrasiyi “kötüye” kullananların cumhuriyete zarar vereceğine dair kanaatlerin uzun zaman süren faaliyetler sonucu yerleştirilmiş korkuların bir sonucu olduğunu anlamak da kolay değil.Mustafa Kemal’in cumhuriyet fikrini, medeni ve çağdaş bir sistem olarak hayata geçirmesinin üzerinden geçen 90 yıl boyunca ve en başından beri cumhuriyet “herkesin cumhuriyeti”.Demokrasiyi kısıtlı tutmak ve toplumu sindirmek için “cumhuriyetin sahibi benim” diye bağıranların devri de bitti bitecek.Kimse korkmasın, merak etmesin, cumhuriyet bütün toplumun cumhuriyetidir.Herkesin korkusuzca konuşabildiği demokrasinin, medeni bir toplum hedefinde buluşan iradenin adı olan Cumhuriyet Bayramı herkese kutlu olsun.

Devamını Oku

Sarıgül aday mı?

27 Ekim 2013

CHP’nin İstanbul belediye başkan adayını belirlemesi bayağı sancılı oldu. Genel Başkan Kılıçdaroğlu önceden Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül için ağırlığını koymuştu, ama parti yönetimindeki karşı havayı aşması kolay olmadı.Sarıgül CHP’ye geldi gitti, genel başkanlık yarışına girdi, son olarak, henüz partileşme aşamasına gelmemiş bir hareketin başında “siyaset” yapıyor. Bu hareket Sarıgül’ün CHP’ye katılarak İstanbul adayı olmasına destek veriyor.CHP’de Sarıgül’ü istemeyenlerin görüşü, çok parti değiştirmesi dolayısıyla “sadık bir CHP’li” olmayacağı ihtimaline dayanıyor. Sarıgül, eğer İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olursa, daha sonraki ana siyasi endeksinin “daha yukarısı” olacağı üzerinde duruyorlar.Sarıgül’ü destekleyenler ise “garanti” üzerinde duruyor. Şişli’deki uzun yönetimi sayesinde, CHP dışındaki bir miktar oyun da Sarıgül’e yönelebileceğini, Genel Başkan’ın da düşündüğü anlaşılıyor.Zor seçim...Sarıgül’ü istemeyenler ortaya “ağırlıklı” bir isim çıkartamadı. Sarıgül’den “daha hafif” bir isimle büyük başarısızlık ihtimalinin sonucu yüksek bir siyasi fatura olacağı için Sarıgül muhalifleri de kuvvetli bir tepki veremiyor.İstanbul’da, AKP ile CHP arasındaki oy farkı hâlen 20 puan dolayında. İstanbul’un iki dönemdir büyükşehir başkanlığını yapan Kadir Topbaş’ın kişisel oyu da partisinin birkaç puan üzerinde görünüyor.Bu farkı Sarıgül’ün kapatması ihtimali nedir, sorusunun cevabını Sarıgül’ü isteyen CHP’liler de kolayca veremedikleri için adaylığını resmen açıklanana kadar beklemek yerinde olacaktır.Şişli’yi bırakıp İstanbul’u da kaybetmek, daha yüksek hevesleri olan bir siyasi için siyasetten tümüyle silinme riskini getireceğinden, karar vermek Sarıgül için de kolay değil.Onun için “büyükşehri istemiyorum, ben Şişli halkına hizmet etmeye devam edeceğim” demek sağlam bir siyasi garantidir.Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun son olarak İstanbul için tekrar Sarıgül’ü işaret etmesi üzerine bile “adaylığı kesinleşti” demek zor görünüyor.

Devamını Oku

Tek boyutlu siyaset

25 Ekim 2013

AKP on bir yıldır iktidarda, büyük gelişmeler olmazsa, önümüzdeki yerel seçimden, cumhurbaşkanı seçimi ve genel seçimden de galip çıkmaması için bir neden görünmüyor. Geçen on bir yılın siyasi bilançolarının ve AKP’nin şu andaki rahatlığının temelindeki önemli unsurlardan biri hâlâ muhalefet yokluğudur. Muhalefet partileri de, şu anda en sert görünen muhalefet odakları da topluma siyasi perspektif vermekten hâlâ çok uzaktırlar. Ekonomi politikası, eğitim politikası, sağlık politikası, kültür politikası, sosyal politikalar ve medeni bir toplum inşasının hiçbir tarafında AKP’nin ürettikleri dışında bir odak yoktur. Demokratik politikalar üretmekte, mevcut koşulların BDP’ye getirdiği sorumluluklar da bu koşullarla sınırlıdır. HDP’ye bakış AKP’nin “merkez devlet partisi” olma yolunda ilerleyişinin her türlü muhalefet alanını tıkamasının da getirdiği “terazi ayarları”nın eksikliği benzer deneyleri yaşayan ülkelerde çok açık görülmüştür.Bugünkü HDP hareketlenmesine öncelikle bu açıdan bakmak gerekir. Bu hareketlenmede “68 ruhu”nun “nostaljik” ağırlığını tartışanlar, bugünkü Avrupa solunda ve birçoğu iktidar ya da iktidar alternatifi olan sosyalist partilerde “68 ruhu”nun heyecanını da görebilirler.Bir “milli dava” partisi olan BDP’nin demokratik mücadelesi geçen on bir yılda çok önemli oldu. Ama bir “milli dava” partisinin gidebileceği yol bellidir ve bu yapıda bir partinin “ülke” politikasında taşıyacağı ağırlık da bellidir. Bugünkü muhalefet esas olarak kendisini Silivri’de ufalamış, Gezi ile bir ruh kazanma çabasından öteye geçememiş “kadük” bir muhalefettir. Ufuksuzluk... Önümüzdeki üç seçimi de kaybetmeye razı olduğu her hâlinden belli siyasi oluşumlarla, hakkaniyet duygusunu zorlayan girişimlerle gerçek bir muhalefetin ortaya çıkması da mümkün değildir. Bu siyasi ufuksuzluğun küçük ama açık bir örneği dün bir CHP’linin sözüyle sergilendi. Diyor ki “Ana dilde eğitimi savunursak BDP’den bir farkımız kalmaz.” Politika üretme aczinin bu kadar açık bir itirafı üzerine söylenecek fazla bir şey yok. Bu kadar fikir acizi bir muhalefet de bugün AKP için büyük mutluluk gibi görünebilir, ama görünmesin.

Devamını Oku

Fidan üzerinden Erdoğan’a

23 Ekim 2013

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a yönelik, Amerikan-İsrail kaynaklı yıpratma faaliyeti, pek alışılmış bir yöntem değil. Gelenek “gölgede savaşanlar” arasındaki çatışmaların yine “gölgede” çözülmesidir.Bu kez Amerikan basınında Fidan’a yönelik itibarsızlaştırma faaliyeti açık açık, isim verilerek yürütülüyor.Fidan, hatırlanacağı gibi, daha önce de çok ciddi bir hamlenin hedefi olmuştu. PKK ile yürütülen gizli görüşmelerin açığa çıkmasının ardından “özel yetkili savcılar” Fidan’ı ifadeye çağırmıştı. İddia, ifadesinin ardından MİT Müsteşarı’nın gözaltına alınacağı ve ardından da bağlı olduğu Başbakan’a yönelik bir hukuki hamle başlatılacağı yönündeydi. Bu iddialar, kanıtlanmadığı için iddia diyoruz, operasyonun Gülen cemaati kaynaklı olduğu yönündeydi. O günlerde kulislerde, aslında operasyonun, kendisini Gülen cemaatinden gibi gösteren bir “derin devlet” bağlantısı olduğu da konuşulmuş, yazılmıştı.Asıl hedef...Fidan’a yönelik dış kaynaklı saldırıları düzenleyenlerin bir sonuç almaları mümkün değildir. Cumhurbaşkanı Gül de, Başbakan Erdoğan da, AKP de MİT Müsteşarı’na kuvvetle sahip çıkmışlardır.Amerikan-İsrail kaynaklı saldırıyı planlayıp düzenleyenlerin hedefinin ne olduğunu bilmek tabii ki mümkün değil. Gölge savaşlarının operasyoncuları, karmaşık planlarla asıl hedefleri gizlemede ustadırlar.Ama Fidan’ın hem iç politikada hem dış politikada yükselen konumunun yarattığı bir rahatsızlık da ortadadır. Barış sürecinin “teknik” kısmının doğrudan MİT tarafından yönetildiği çoktan biliniyor. Suriye olayında ise çok bilinmeyen var ama MİT’in etkili olduğunu düşünmek doğaldır.Fidan üzerinden yürüyen faaliyetlerin asıl hedefin Erdoğan olduğunu düşündüren çok fazla unsur var. Ama Cumhurbaşkanı Gül’ün de Fidan’a kuvvetle sahip çıkması, sağlam duruş ve kararlılık kanıtı olarak görülecektir.Bu arada, içeriden “Askeri vesayetin yerini MİT vesayeti aldı, biz askeri vesayeti tercih edecek hâle geldik” diyenlerin de bu savlarını somut olarak açıklamaları mecburiyeti vardır, yoksa olay geçen “operasyon”un devamından ibaret kalır ve bu durumda inandırıcı olması güçtür.

Devamını Oku

Altı yılın sonunda

21 Ekim 2013

Türkiye’nin medeni bir anayasa sahibi olacağına inanan kaç kişi kaldı, bilemeyiz. Ama sayının fazla olmadığı kesin.1982 yılında, 12 Eylül askeri yönetiminin tayin ettiği Danışma Meclisi tarafından yapılan ve yüzde 92 oyla halkın kabul ettiği anayasa defalarca değiştirildi. Bu değişiklikler medeni bir anayasa hedefi doğrultusunda değil, günün ihtiyaçlarına göre yapıldı. Herkes bunun için kendine göre bahaneler buldu ve işin esasından uzak durdu.1982 anayasası halkın oyuna sunulmadan önce bu metni eleştirmek de yasaktı, halkı hayır demeye çağırmak da yasaktı. Oy kullanmamak da yasaktı. O günlerde kimlerin yayın organlarının 1982 anayasasının gönüllü taraftarı olduğunu da hatırlamak gerekiyor. Hatırlayanlar bilmeyenlere anlatsın, meraklılar gazete arşivlerine baksın.‘Kaderin cilvesi!’Hesap belli, 1982 anayasasının üzerinden 31 yıl geçti, kendilerini “demokratik siyaset” içinde sayanların, zaman zaman iktidara oturan ya da ilişenlerin hiçbiri bu anayasadan kurtulmak için bir hamle yapmadı.Türkiye’ye anayasanın anlamını ve demokratik anayasayı öğretenlerin de “ulusalcı” ve “az özgürlükçü” olmalarına artık herhâlde “kaderin cilvesi” diyeceğiz...AKP’nin ilk anayasa hamlesi ise 2007’de, Prof. Özbudun başkanlığındaki bir heyete hazırlatılan anayasa metnini tartışmaya açmak oldu.Fakat çok şiddetli saldırılar karşısında bu metin rafa kalktı, hamle de kenara alındı.Önce siyaset inanacakSon duruma gelince; dört partinin eşit sayıda üyeyle temsil edildiği komisyonda 60 maddede uzlaşma sağlandı. Şimdi AKP bu paketi diğer partilerle görüşecek.Ama “60 madde” ile ne yapılacağı, nasıl bir yöntemle ilerleneceği de belli değil.Askeri yönetimin anayasası ayıbından kurtulmak ve medeni bir anayasa için belli bir “toplumsal ruh” gerekiyor. “Olsa ne olur olmasa ne olur” ruhuyla medeni bir anayasa seferberliği mümkün değil. Ne yazık ki, altı yılık debelenmelerle gelinen yer böyle bir nokta. Önce toplumda anayasa için bir hareket yaratılacak, toplum tekrar medeni bir anayasaya, bunun şart olduğuna inanacak ve harekete katılacak. Ama önce siyaset inanacak ki, toplum da inansın.

Devamını Oku

Önder’in oylarını bölmeyin

20 Ekim 2013

BDP’li Sırrı Süreyya Önder’in İstanbul Büyükşehir adayı olmasıyla önümüzdeki yerel seçime kuvvetli bir renk geldi. Önder, BDP’nin içinden çıkan ve başka sol parti ve grupların katılmasıyla oluşan Halkların Demokratik Partisi’nin adayı olacak. Sağlam kaleleri dışında AKP’ye seçenek olma çabasındaki CHP, İşçi Partisi dışında BDP ile de bir seçim ittifakı arayışına girdi. Önder’in adaylığı belli olunca da yine “oyları bölmeyin” teranesi ortaya çıktı. “Türkiye solu” olmayı amaçlayan bir siyasi partinin “ulusalcı” bir siyasi partiye destek olması herhâlde düşünülemez. Önder de doğru cevabı verdi: “Siz benim oylarımı bölmeyin...” Bu söz bir “espri” olarak alınmasın. Ulusalcı ağırlıklı CHP, kendisini solda hissedenlerin gerçek bir sol partiye oy vermelerine engel olmasın. Sol oyların yönü... Türk siyasetindeki “sol” boşluğunu doldurmaya aday olarak ortaya çıkan parti şu anda HDP’dir. HDP’nin ana gövdesinin BDP kökenli olması, BDP’nin Kürtlerin çoğunluk olduğu şehirler dışında HDP’yi destekleme kararı başka bir “handikap” gibi görülebilir. Ancak solda, ulusalcı değil gerçekten solda siyaset yapmayı amaçlayanlar için HDP şu anda doğal bir çekim noktası olabilir. Kürt siyasetinin, ulusal düzeyde siyaset yapan, Kürtlerin dışında da farklı çevrelerle ilerlemeyi amaçlayan bir siyasi yapının içinde yer alma amacı, bu oluşumun başını çekmek olarak kendisini gösterdi. Sırrı Süreyya Önder’in söylediği gibi, sol oyların HDP’ye yönelmesi “sol seçenek” arayışını kuvvetlendirebilir. Oyların özgürleşmesi Türk toplumu hızlı değişimler yaşamaya devam ediyor. Bu değişimlerin bir yerinde “sol” kavramının da giderek yerine oturması beklenebilir, beklenmelidir. HDP şimdi “o parti” olmasa da “o parti”nin ortaya çıkabilmesinin koşullarının yaratılmasına ciddi katkılarda bulunabilir. Sırrı Süreyya Önder’in sözünün devamı olarak, “CHP de artık sol oyları milliyetçi-devletçi anlayışta rehin tutma işlevini” sona erdirir. Bunun diğer tarafı da Kürt oylarının “özgürleşmesi” sürecidir.

Devamını Oku

Üçüncü güç

18 Ekim 2013

Barış sürecinde “tıkanma” umanlar hemen sevinmesin ama belli bir duraksama olduğu ortada. Hükümetin rahatsızlıklarıyla ilgili çeşitli analizler yapılıyor. Hükümet’in, Başbakan’ın düşüncelerini yansıtan Yalçın Akdoğan bu duraksamanın nedeni olarak Kandil ve BDP’den çıkan sert açıklamaları gösteriyor. Kendi taraftarına dönük sert açıklamalar, belki herkesin kendi saflarını sıkılaştırmasına yarar ama doğrudur, süreçte ancak duraksama yaratır. Abdullah Öcalan’ın “bitti” dediği “format” en kaba hatlarıyla PKK’nın taahhütlerini yerine getirmesi, Hükümetin bunun arkasından belli demokratik adımları atmasıydı. Abdullah Öcalan, İmralı’daki son ziyaretçilerinin aktardığına göre bu “format”ın bittiği kanaatinde, “kendisi yapabileceği her şeyi yapmıştır.” Kan dökülmemektedir, toplumun çok büyük kesimi sürece destek vermektedir. Ama yine de bir duraksama dönemi yaşanıyor. Sürece katkı için Öcalan bu aşamada “üçüncü güç” diye bir kavram ortaya attı. “Üçüncü güç” ilk anda bir “dış hakem” gibi anlaşılabilir. Ama öneri sahibi tavrını iki “iç” öneriyle destekliyor: Akil İnsanlar Komisyonu veya Hakikatleri Araştırma Komisyonu. Akil İnsanlar heyetleri yönteminin, barış sürecinin en geniş ve “sivil” tartışmasını sağlayarak, sürece büyük katkıda bulunduğu ortadadır. Akil İnsanlar Komisyonunun bu kez sadece dinleyip tartışıp rapor hazırlayan değil Hükümet’e de somut talep getiren, Kürt tarafının da güveneceği ve “dinleyeceği” bir yapıda öngörüldüğü anlaşılıyor. Hükümet, “zamanı gelince” ve “zamanını ben bilirim” demek, diyebilmek hakkından ve gücünden feragat ederek bir “üste” çıkma imkânını böyle bir “üçüncü güç” vasıtasıyla bulabilir. Barış sürecinde bir yıla yakın bir sürenin “kayıp hanesi”ne yazılmaması iradesi de en kuvvetli “siyasi güç”ün, Hükümet’in hamlelerine bağlıdır. KCK ve BDP kaynaklı sert açıklamalar yerine Abdullah Öcalan’ın İmralı koşullarında ürettiği politikalara kulak vermekle kimse siyasi gücünü kaybetmez. Sürece olumlu katkıda bulunacak her tahlile, her öneriye ve eleştiriye de böyle bakarsak bu dönemi atlatırız.

Devamını Oku

Eğitim sorununun ‘pratik’ çözümü

17 Ekim 2013

Nüfusun artışıyla, devletin eğitim görevini aksatmaya başladığı dönemde bulunmuş alaturka ama pratik bir çözüm oldu “dershane”ler.Temel eğitimin ve orta eğitimin kalitesi sürekli düşerken, üniversiteye girişte büyük eşitsizlikler ortaya çıkınca, imkânı olanlar çocuklarına özel ders aldırma yoluna gitti. Özel öğretmenler arasında “temayüz” edenlerin öğrencisi çoğaldı ve bu özel eğitim örgütlenmesi “özel dershane” sistemine dönüştü.Ortaöğretimde genel düzeyin sürekli düştüğü açık. Teknik eğitime yönlendirme başarılı olmadı. Öğretmen açığı bir yana, öğretmen yetiştiren okullarda da eğitim düzeyi düşük. Öğretmenler bunları iyi bilir...Sistem işleyecek mi?‘Özel dershanede çocuklar ikinci bir eğitim alıp devlet okulundaki açıklarını kapatırlar, üniversite giriş sınavında başarılı olmaları ihtimali yükselir...’Devletin temel eğitimdeki başarısızlığına böylece bir “çözüm” bulunurken önemli bir “iş kolu“ da yaratılmış oldu. Özel dershanelerin birçoğu özel üniversiteler kurdular.Milli Eğitim Bakanlığı üniversiteye giriş kursu olarak çalışan dershaneleri kapatma kararı aldı. Makul gerekçe, üniversite giriş sınavının kaldırılarak yerine ortaöğretimde alınan notlar ve derecelerden oluşan bir puan sisteminin getirilmesi.Okullar arasındaki büyük nitelik farkları dolayısıyla bu sistemin nasıl işleyeceği konusunda ciddi soru işaretleri olduğundan söz ediliyor.Dershane olayının bir de “siyasi” tarafı var. Dershane sektörü ortaya çıkarken Fethullah Gülen cemaati bu alanda ciddi çalışmalar yapmış, hem sektörde geniş bir yer tutmuş hem de öğrencilere “hizmet” açısından başarılı olmuştu.Gülen cemaatinin sözcüleri dershanelerin kapatılmasının doğrudan kendilerini hedef alındığı kanaatinde.Gülen cemaatiyle AKP arasındaki bazı çatışma alanlarının dershane olayında etkili olup olmaması ayrı bir konu ama dershanelerin kapatılmasının eğitimin niteliğiyle ilgili bir gelişme saymak da zor.Bu arada, dershanelere bugünkü yapıyla artık ruhsat verilmeyecek olsa da bunların “eğitim merkezi” olarak ve öğretim yapılarını biraz değiştirerek devam etmelerinde de yasal bir sakınca bulunmuyor.Bir oda “matematik eğitim merkezi” olur, bir diğer oda “tarih eğitim merkezi” olur ve “talep” karşılanır.

Devamını Oku