Başkanlık - yarı başkanlık konusu bir süredir oldukça geri planda kalmıştı. Başbakan Erdoğan’ın anayasa tartışmasında son olarak, başkanlık meselesinin “kırmızı çizgi olmadığını” söylemesi, konunun gündemden çıkacağı yorumlarına yol açtı.AKP’li Bekir Bozdağ, bayramın siyasi gündemi Ergenekon üzerine dönerken, başkanlık - yarı başkanlık konusuna döndü.Bozdağ, daha önce söylenmiş bir yaklaşımı tekrarladı. Ama Başbakan’ın “kırmızı çizgi değil” demesinden sonra bu yaklaşımın gündeme getirilmesi farklı bir durum yaratıyor.Evren’den Sezer’eBozdağ’ın söylediği şu: Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesiyle fiilen yarı başkanlık sistemine geçilmiş olacak.Aslında bu şart değil. Mevcut sistemde Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin yarı başkanlık sistemine yakın nitelikte olduğunu anayasa hukukçuları hep belirtiyor.Bu “yapı” yine “kişiye göre” düzenlenmişti, Kenan Evren’in “temsili” bir cumhurbaşkanı olmaması üzerine ayarlanmıştı.O yetkileri az bulan cumhurbaşkanları, Turgut Özal ve Süleyman Demirel sistem tartışmaları açtılar, ama fazla ilerleme sağlayamadılar.Buna karşılık Sezer, kendi yetkilerinin fazla olduğu kanaatindeydi ve bunu açıkça ifade ediyordu.Halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı ile yarı başkanlığa geçilmesi şart değil, çünkü bu yapıda Cumhurbaşkanı’nın kendi konumunu nasıl gördüğü ve yetkilerini nasıl kullanacağı büyük önem kazanıyor.Kişiye göre sistemCumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu’nu her hafta toplayıp idarenin tepesine sürekli ayar vermek isteyebilir. Başbakan ve Bakanlar Kurulu durumu “kabul” eder ve uyum sağlarsa yarı başkanlığa fiilen geçilmiş olur.Başbakan ve bakanlar kurulu bu durumu kabul etmezlerse, sürekli olarak Cumhurbaşkanı’nın “by-pass” etme imkânlarını kullanırlar ve “fiili yarı başkanlık” tecelli etmez.Siyasetin tepesi yeniden şekillenirken asıl belirleyici, “kişi”lerin yapıyı algılama ve öngörme tarzı olacaktır. Yani Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın nasıl çalışacakları konusunda vardıkları anlaşma...Sistemler hep “kişiye göre” ayarlandığı, kurumsal yapılar zayıf kaldığı sürece bu tartışmalar yaşanacak ve içinden çıkmak hep zor olacak.
Ergenekon davasından, neredeyse herkesin kendi düşüncesine göre kararlar beklediği anlaşılıyor.“Ulusalcı” kesime göre, davanın tümüyle “tertip” olduğunu savundukları için kararlar tümüyle beraat çıksa “adalet yerine gelmiş” olacaktı.Bu kesim, dava konusu olaylar hiç olmamış gibi davrandıkları, konuştukları ve savaştıkları için tutarlı oldu; aynı şekilde tepki göstermeye de devam ettiler.Bir kesim ise anlaşılan daha “makul” cezalar verilmesini ve olayın bu şekilde sona ermesini bekliyordu.Mahkemenin verdiği cezaların, “darbeye tam teşebbüs”ün karşılığındaki en ağır cezalar olduğuna kuşku yoktur.Yaşını başını almış kimselerin, emekli askerlerin adının karşısında yazan “müebbet” kelimesinin insani rahatsızlıklar yaratması da doğaldır.Hukuk ne zaman bitti?Bu listeyi okurken, insan olan herkes rahatsız olur, olmalıdır.Ama cezaların ağırlığı karşısındaki vicdani ve duygusal tepkilerin “hukuk bitti”ye kadar vardırılması çok ayrı bir konu.27 Mayıs’ta Yassıada’da hukuk bitti mi?12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün askeri mahkemelerinde hukuk nasıl var oldu? İşkence sanıklarının asla ceza almadıkları yıllarda hukuk ne kadar yaşıyordu?28 Şubat’ta yüksek yargıya herkesin gözü önünde “ayar verilirken” hukuk neredeydi?Hukuku bitiren, Ergenekon davası -cumhuriyet tarihinin ilk darbe davası mı oldu?Cumhuriyet tarihinin ilk darbe davasında muhtelif yanlışlıklar yapıldığını görmek için hukukçu olmak gerekmiyor, ama hukukçu olmayanların kırk yıllık hukukçu gibi ayrıntılar üzerinden gönüllü avukatlar olması da hukuku ihya etmiyor.Bu dava olmalı mıydı?Ergenekon davası, olmazsa olmaz bir davaydı. Hukuk da bu dava görüldüğü için ölmedi. Dava sürecindeki hukuki eksiklikler ve yanlışlar için de Yargıtay var.Davayla ilgili vicdani ve hukuki kanaatlerini açıklayan herkes lafa “bu davanın gerekli olup olmadığı”nı söyleyerek başlarsa siyasi kampanyanın uzantısı olmamış olur.Birinci soru budur: Ergenekon davası olmalı mıydı olmamalı mıydı?Haksızlığa uğradığına inandığımız kişiler için temyizin terazisinin daha hassas olmasını diliyoruz, bekliyoruz ki o soru üzerine daha açık düşünme imkânı olsun.
Bizim bayramların en güzel geleneği, gelecek için umutlu olmak, iyi şeyler dilemektir. Bayramda kavga edilmez, küsler barıştırılır.Gerilimli günlerde araya bir bayram ateşkesinin girmesi de fena olmuyor. Sert konuşmaya alışık olanların tonu bayram sayesinde biraz aşağıya iniyor. Kavga sevenler de bayramın tadını kaçırmamaya çalışıyor.Siyaset geleneğimizdeki “çok laf, sert laf” üslubu, yakın çevrelerden gelen alkışlarla, “efendim dersini çok güzel verdiniz” destekleriyle bir gerilim makinesine dönüştü.Düşman üretmekGezi geriliminin en büyük üreticisi de bu üslup oldu. Öyle bir kısır döngü ki insanın söyledikçe söyleyesi geliyor, kişiler üzerindeki etkileri kimsenin umurunda olmuyor.Camiye ayakkabıyla girme ve bira içilmesi meselesinde, olayın gerçek olduğuna inananlar da deseydi ki: “Ben hiçbir gencimizin böyle bir saygısızlık yapacağına ihtimal vermem, böyle bir iki densiz çıksa da eminim diğerleri onları uyarmıştır...”Siyasilerimizin haftalık beyanatlarının her birini alıp aynı şekilde “düzeltmek” mümkün. Her beyanat, insanları tedirgin eden, insanların kendisini hedef gibi hissetmesine yol açan vurgulardan arındırılsa şu andaki gerilim alanlarının yarısı temizlenmiş olur.Ama laflardaki sertlik tırmandıkça “düşman üretme” makineleri de bütün hızıyla çalışıyor, “biz ve onlar” ayrımları biraz daha sabitleniyor.En sonda, çok düşünerek, çok tartarak edilmesi gereken laflar, az düşünerek ve ilk başta söylendiği zaman zaten tartışma ve düşünme alanları kaybolmuş oluyor.Bayram sabahı dileğiGerçek çatışma alanları yok mu? Tabii ki var. Ama siyasetin başarısı bu çatışma alanlarını uzlaşma alanlarına dönüştürmek.Uzlaşma alanlarını da medeni ilkeler üzerine oturtmak.Çok laf çok gerilim hâlleri çoğunlukları her zaman rahatsız eder.Küçük, yeminli düşman çevreleri ise zaten bu gerilimlerle, bu laflarla var oldukları için rahatsız olmazlar.Az laf az gerilim hâlinde siyaset yapmayı öğrenince, eğer mümkün olursa önemli bir ruhi gelişme sağlamış oluruz.Bayram sabahının dileği bu olsun.
“Müebbet” kelimesinin art arda defalarca tekrarlanmasıyla ortaya çıkan görüntünün tümü oldukça ağır, etkileyici.Bu kelimenin önünde tanıdık kimselerin isimleri yer aldığında, o kişileri düşünmemek de elde değil. Adının karşısında “müebbet” yazmasa da Yalçın Küçük‘ün hapiste kalacak oluşunu düşününce, manzaraya “hukuk” diye bakmak zor oluyor.Mahkeme, “Ergenekon” adıyla anılan “oluşum”un, değişik unsur ve yapılarla, “darbeye tam teşebbüs” suçunu işlediğine kanaat getirmiştir.Tabii ki kişilerden bakınca kararın her maddesi farklı çağrışımlar uyandırır, hükümleri ağır bulanlar olabilir. Ama yargı söz konusu icraatların “örgütlü” bir faaliyetin parçaları olduğuna hükmetmiş ve kararını buna göre vermiştir.Mahkemenin kanaatiBu davanın, cumhuriyetin en önemli siyasi davası olduğuna kuşku yoktur. Açılabilmesiyle de görülmesiyle de sonuca ulaşmış olmasıyla da en önemli siyasi davadır.Davanın yürümesi sırasında birçok “arıza” olmuştur, dün de hatırlattık; bunların önemli bir kısmı acemilikten ve siyasi bakış eksikliğinden kaynaklanmıştır.“Teknik” hatalara hukukçular da, bu dava dolayısıyla hukukçu olanlar da değiniyor. Bütün bunlar için temyiz aşaması vardır, avukatlar bunları artık kamuoyuna değil yüksek yargıya anlatacaklardır.Şu anda esas olan yargının “darbeye tam teşebbüs” suçunun işlenmiş olduğuna kanaat getirmesi ve bütün cezaları buna göre belirlemiş olmasıdır.Davalar uzamamalıBir gün önce söylediğimizi tekrar edeceğiz: 12 Eylül ve 28 Şubat davaları, uzamamak, kısa sürede sonuçlanmak durumundadır.Ergenekon davasında savunmalar “tümüyle inkâr” ve “siyasi tertip” iddiası üzerine kurulmuştu. 28 Şubat davasında ise bütün icraatlar açıktır ve “kabul” üzerine kurulacak, “görevimizi yerine getirdik” savunması yapılacaktır.28 Şubat davası herhâlde “askeri müdahaleler” dönemini kapatan son dava olacaktır. Olmak zorundadır.Tekrar edelim: “Bir daha bu ülkede askeri müdahale, darbe gibi olaylar olmayacak” demeye, diyebilmeye çok yakınız. Bunu diyebilmek için de eksiksiz demokrasinin kuvvetine ihtiyacımız olduğunu da nihayet öğrendik.
Türkiye’nin en önemli siyasi davasında mahkemenin kararı bugün açıklanacak. Karar ne olursa olsun, aynı soru sorulmaya devam edecek:Askeri müdahaleler dönemi bu davayla birlikte tarihe gömülmüş olacak mı?Ergenekon davasında savunma sadece “tertip” üzerine kuruldu. Silahlar, bombalar, andıçlar, tehditler, ölümler, faili meçhuller, baskınlar, darbe ortamı yaratma faaliyetleri bu ülkede yaşanmamış gibi yapıldı.Halkın bir kesimi de buna inandı, hâlâ inanıyor. Dava sürecinde yapılan kimi yanlışlar, acemilikler de böyle olmasına önemli katkı sağladı.Kolayca hortluyorErgenekon davası, Balyoz planı davası, henüz başlamamış 28 Şubat davası, 12 Eylül davası... Bu davaların hepsi yakın geçmişimizin karanlık ve kanlı sayfalarının aydınlanması, temizlenmesi içindir.Bundan sonra, topluma ve siyasete demokrasi dışı müdahaleler, silahlı müdahaleler olmaması içindir.Ama o soru hâlâ soruluyor ve biz hâlâ “askeri müdahaleler dönemi kesinlikle sona ermiştir” demekte zorlanıyoruz.Zorlanıyoruz çünkü, daha yeni yaşananlar bile demokrasi dışı yollarla siyasi iktidar değiştirme heveslerinin çok kolay hortladığını gösteriyor.‘Utanılacak olaylar’Ergenekon davası başladığında, sonuna kadar gidebileceğine inananların sayısı fazla değildi. “Devlet” gücüyle kapatılacağı, buharlaştırılacağı, eski hamam eski tas hâline dönüleceği kuşkusu hep vardı.Nitekim Hrant Dink cinayeti davasının bütün sürecinde görünmez ellerin müdahalelerini, “koruma” sistemlerinin işleyişini hep birlikte izledik.Ama Ergenekon davası karar aşamasına geldi ve dolayısıyla bir dönemin sona ereceği beklentisi de kuvvetlendi.Türkiye’de askeri müdahaleler, komplolar, faili meçhuller, korkutmalar döneminin sonsuza kadar sona erdiğini söylemeye, inanmaya biraz daha yaklaştık.12 Eylül davası tamamlanınca, 28 Şubat davası tamamlanınca biraz daha yaklaşacağız. Bizim kuşak bunların hepsini yaşadığı için hâlâ çok iyimser olmaya çekiniyor. Ama bir sonraki kuşak için bütün bunlar sadece utanılacak “tarihi olaylar” olarak kalacak.
Olay ilk ortaya çıktığında “Lozan Antlaşması nedeniyle” diye bir açıklama yapıldı. Ama durumun daha da vahim olduğu hemen anlaşıldı.Devlet, Türk ve Müslüman olmayan vatandaşlarını kaydederken, kendi anlayacağı şekilde birer de numara eklemiş. Böylece, 1-2 ve 3 numaralarıyla Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlar kayıtta ayrıştırılırmış.Uygulama, Lozan Antlaşması’yla azınlık statüsü ve belli haklar kazanmış Müslüman olmayan azınlıkların bilinmesi şeklinde açıklandı. Antlaşmayla sahip oldukları hakları kullanmak isteyenlerin, devlete başvurduklarında gerçekten o azınlığa ait olup olmadıkları bu numara sayesinde anlaşılıyormuş.Bu “haklar” denince de okul açmak, ibadethane açmak, cemaat vakfı kurmak hakları kastediliyor.90 yıl önce, büyük devletlerin kendi korumaları altındaki azınlıkların hakları böyle anlaşmalarla sağlanıyordu.Lozan’dan 90 yıl sonra bu haklar, artık insanoğlunun doğal hakları oldu. Bu hakları, antlaşmalarda imzası olan güçlü ülkelerin baskısı olmaksızın her ülkedeki azınlıklarının, kayıtsız izinsiz kullanabildiği ortamlara medeni dünyada ulaşıldı.Biz de ulaşmak için çaba gösteriyoruz, ama devletin direnme noktalarının birçoğunu hâlâ aşamıyoruz.İlave numaralar?Gerekçe olarak Lozan Antlaşması gösterildiği zaman, dönemin koşulları falan diyerek bir takım mazeretler dile getirilebilir. Ve getirildi ama, bunun doğru olmadığı da 4 ve 5 gibi iki numaranın daha kullanılmasıyla ortaya çıktı.4 sayısı Süryanilerin tasnifinde kullanılıyormuş, 5 ise “diğerleri” içinmiş. Bu “diğerleri” içinde Balkan göçmenlerinin de bulunduğunu onlarla ilgili bazı uygulamalarının da açığa çıkmış olmasından anlayabiliyoruz.Lozan Antlaşması gerekçesi çökünce ayrımcılık geleneği kabak gibi ortaya çıkıyor.Lozan’da attığı imzanın altındaki azınlıklara ibadethane izni veren, ama imzasının altında ismi olmayan azınlıklara hiçbir şey vermeyen devlet ayrımcılığı bugün sadece bir utançtır.Lozan Antlaşmasında korunan Müslüman olmayan azınlıklara daha sonra yapılan muameleler başka bir konu, uzun süre gizlenmiş ama artık bayağı ortaya çıkmış bir konudur.
PKK militanlarının “çekilme”lerinin eylül ayının ilk günleriyle birlikte tamamlanacağı söylenmişti; büyük ölçüde de böyle olacağı anlaşılıyor.“Büyük ölçüde” derken bazı arızalar, farklı tavır almaya çalışanlar olabileceğini öngörmek gerekir.“Çekilme” kelimesiyle ilgili farklı yaklaşım, aslında sürecin en insani boyutlarından biri.Dağdan inen, silahını bırakıp evine dönen militanların “çekilmiş” sayılmasına devletin bir tarafından sıcak bakılmıyor.PKK mensubu herkesin Kuzey Irak’a gitmesini ve bunların “insani” sorunlarının Kuzey Irak Kürt yönetimine devredilmesini isteyenler olabilir.Ama bütün bu insanların aileleri, evleri, hatta işleri, hatta okulları burada ve “normal hayata geçmek” demek bu kişiler için tabii olarak burada, silahlara tümüyle veda etmiş olarak yaşamak demektir.Mehmet Ağar’ın en veciz şekilde ifade ettiği gibi, “düz ovada siyaset” yapma hakkına sahiptirler. Buna engel çıkararak, silahın kafalardan silinmemesine yol açmak da “barış süreci”ne yapılabilecek ciddi bir kötülüktür.Zihinlerden silmekŞu anda silahları, malzeme ve hastaları, yaralıları taşıyarak Kuzey Irak‘a geçmiş ve geçecek olanların birçoğu da “eve dönmek” isteyecektir.“Normal hayata dönüş” yollarının açılmasıyla, açık tutulmasıyla silahları gömenler “pişmanlık” tartışması yerine “uyum” tartışması yapacaklardır.Otuz yıllık savaşın sonuna yaklaşırken, insanların “düz ovaya” uyumunu hem de hızla uyumunu sağlayacak tedbirleri almak, gerekli güven ortamını sağlamak siyasi iradenin ve devletin işidir.Bunun için yasal güvence talepleri de olabilir, yasal güvencenin gerekli olup olmadığına, güven ortamının yalnızca idari tedbirlerle sağlanıp sağlanmayacağına yine siyasi irade karar verecektir.Önemli olan “normal hayat”ın bir korku değil, uyum sürecinin amacı olması ve böylece “eve dönüş”lerin en geniş şekilde sağlanmasıdır.Silahların uzaklaştırılması ve gömülmesi son nokta değildir.Silahların zihinlerden yok edilmesidir son nokta.“Düz ova”nın gerçek olduğunu görenlerin zihinlerinden silahlar çok kolay silinecektir.
Tekrar deneyecekler mi? Bu soru kuşkuyla da soruluyor, ciddi siyasi beklentilerle de soruluyor.Gezi direnişindeki şartları iyi kullanarak dünyaya taşımayı başaranların sonbaharla birlikte harekete geçecekleri açıkça yazılıyor.Gezi direnişi dünyaya biber gazı ve polis şiddetiyle taşındı. Bunları hayatlarından çıkarmış olanlar için uzak ve karmaşık siyasi tahlillerin değil biber gazının önemli olması doğal bir hâl. İnsanlar imzalarını bunun için attı ve doğal, medeni, insani reflekslerle psikolojik savaşa katılmış oldular.Eylül’de Gezi hayaletini diriltme faaliyetinin altına Ergenekon ve Balyoz davaları da yerleşecek. Balyoz davasının temyiz aşaması tamamlanacak, Ergenekon’da karar çıkmış olacak...Gezi’nin siyasi dalgasını yönlendiren yapı, doğrudan Tayyip Erdoğan’ın hedef alınması taktiğinde başarılı olunduğuna inandığı için aynı noktadan yüklenecek.Bunu görmek için büyük istihbarat faaliyetine gerek yok, birkaç gazete, televizyon kanalı ve internet sitesinde her şey anlatılıyor.Yanlışta ısrarın sonuİkinci dalganın altyapısı ise soruşturma, kovuşturma, gözaltılar, tuhaf davalarla hazırlanıyor. Bu icraatların yeni dalgaya kuvvet verdiğini görmemekte hâlâ ısrar edenlerin gözlerini açılmadıkça hayalet tepemizde duracaktır.Siyasi durum değişmedi, Hükümet’i sandıkta gönderme imkânı yok. O zaman sandığın dışında krizler yaratarak, Hükümet’i yanlışa zorlayarak sandığa rağmen kendisini zayıf hissetmesini sağlamak, karşı cepheyi genişletecek uygulamalara girmesini sağlamak tek yol olarak duruyor.Malum cephenin siyasi hesabı ve stratejisi böyledir, bundan başka bir şey de olamaz.Hükümet geziyi savuşturmakta zorlandı. Gezi’nin hayaletini savuşturmasını sağlayacak tecrübe ise bir önceki yanlışların hepsidir.Gezi hayaleti bu tecrübelerin ışığında savuşturulmaz, yine aynı yanlışlarda ısrar edilirse o hayaletten kurtulmak bir yana, sürekli birlikte yaşama eziyetiyle karşı karşıya kalırız.