Dört ülkede yaşayan 27-28 milyon nüfuslu Kürtlerin siyasi temsilcileri bir araya gelip “ortak hareket etme“yi tartışacak, “Kürtlerin birliği” yolunda önemli bir ilerleme sağlamaya çalışacaklar.Böyle bir girişimin meşruiyetinde kuşku yoktur. Yaşadıkları dört ülkede, farklı koşullarda da olsa kötü muamele görmüş bu topluluk kimlik sahibi olurken, bir “ana vatan” sahibi olmaya da çok yaklaştı.Kürtlerin çoğunluğunun yaşadığı, vatandaşı olduğu Türkiye’de “Kürdistan” kelimesinin akla düşürdüğü, “Türkiye’nin bölünmesi”dir. Dört ülkeden toprak alarak “Büyük Kürdistan’ı kurmak” Kürtlerin bir kısmının “büyük hayal”i olarak vardır, olabilir.Bugünkü koşullarda ise Kürtlerin yaşadıkları bütün topraklarda medeni ve eşit vatandaş olarak kendi kimlikleriyle var olmaları gerçek bir hedeftir.Eski reflekslerAnkara’nın resmi politikası her zaman başka coğrafyada olsa da bir Kürt devletine karşı çıkmak, böyle bir oluşumu engellemek yönünde oldu. Bölünme korkusunun kuvvetiyle bu politika iyice kök saldı.Kuzey Irak’ın soluk alanı Türkiye’dir, burası bağımsız bir Kürdistan devleti olduğu zaman da bu ülke Türkiye tarafından korunursa güven bulacak, toplumsal ve ekonomik gelişmesinde temel dayanağı hep Türkiye olacaktır.Ona rağmen her gerilimde eski korku refleksleri ortaya çıkıyor. Suriye’nin kuzeyinde Kürt örgütlerinin bir siyasi kuvvet olması da aynı refleksle karşılanıyor, bayrak indirtiliyor.Türkiye Kürtlerinin büyük çoğunluğunun tercihi, Türkiye’de barış içinde ve kendi kimlikleriyle, özgürlükleriyle yaşamaktır. En uzun Kürt isyanının sonucu budur.Türkiye’yi güçlendirirDört ülkenin Kürtlerinin ortak hareket etmelerinden çekinmek yerine bu ortak hareketin yanında olmak da Türkiye’yi siyasi olarak sadece güçlendirir. Bu ülkelerdeki Kürtlerin çoğunluğu Türkiye’de yaşadığına, Türk vatandaşı olduğuna ve şu anda açık bir seçim yaptığına göre Türkiye’nin kazanacağı alan çok açıktır.Ortak hareket planları da yapsınlar, bayrak da assınlar, Türkiye de eski korkularından, kuşkularından tümüyle kurtulsun.
Mısır’daki yangın burnumuzun dibinde cereyan ediyor, bütün dünyanın gözünün önünde yaşanıyor. Ama vicdanlarda henüz küçük yankılar uyandırıyor.Batı’nın siyasi merkezlerinin, radikal İslam tehlikesine karşı demokrasiyi erteleme kararı geçerliliğini koruyor.Bundan böyle de koruyacak ve hatta daha da kuvvetlenecektir.Çünkü oyuna Tunus da katıldı, Somali de katıldı.Tunus’ta iki laik muhalif arka arkaya aynı silahla öldürüldü. Olayın “okuması”ndan çıkan sonuç, Tunus’taki radikal İslam’ın demokrasi baharının çok uzağında olduğudur.Somali’de de El Kaide Türk temsilciliğine bombalı saldırı düzenledi. Saldırının nedeni, Türklerin burada yaptığı insani yardım faaliyetlerinin “laik” faaliyetler olmasıymış.Mısır darbesi bir şeyleri tetikledi, ama tetiklediği, vicdani seslenişler ve demokrasi talepleri olmadı, cinayetler oldu, kan dökme güdülerinin tırmanması oldu...Türkiye’nin farkıArap baharlarının yarattığı demokrasi talepleri rüzgârının yerini tekrar Batı ve Batıcı siyasetlerle radikal İslam’ın savaşı alıyor.Bu yangında, bu hengâmede vicdanlara seslenmek de zordur, demokrasi bayrağını yüksekte tutmak da zordur.Zorluk Suriye ve Mısır üzerinden bize de yüklenmiştir, Tunus cinayetleri ve Somali saldırısıyla yük daha da ağırlaşmıştır.Yangını Türkiye sınırları içine daha da etkili bir şekilde sokmak isteyenler, Türkiye’nin içini de büyük çatışmanın alanlarından biri hâline getirmek isteyenler vardır.Türkiye’nin bunlara karşı en kuvvetli direnç alanı da demokraside sağladığı ilerlemelerdir. Bu yüzden Türkiye’yi benzer bir çatışma alanı hâline getirmek isteyenler bizdeki her ayak sürçmesinde, her tereddütlü ortamda gerilimleri tırmandırma çabalarına girişiyor.Türkiye bir yıl önce Arap baharının örnek ülkesiydi. Çok kısa bir sürede “yangına çekilebilir” ülke muamelesi görmeye başladı.Türkiye’nin yangının dışında kalmasını sağlayacak güçlü tarafı, hâlen canlı olan “demokrasi özeni” ve buna dayanan vicdani hassasiyetlerdir. Çatışma alanları bu temel üzerine daraltıldığı sürece de Türkiye’yi yangınlara çekmek kimsenin haddi olmayacaktır.
Yerel seçimlerin odağına İstanbul Büyükşehir yerleşiyor. Hareketlenme, aday adayları en erken ortaya çıkan parti olmasıyla CHP’de başladı.Suyu, çöpü, yolları, toplu taşımayı, altyapıyı, yeşilleri öne alarak İstanbul için düşününce CHP’nin umutlanması için bir neden görünmüyor.Gökdelenler farklı bir tartışma konusu...CHP’nin umutlanmasının nedeni, Taksim-Gezi olaylarının İstanbul merkezli olmasıyla şehirde yoğunlaşan anti-AKP rüzgârın yerel seçim tercihlerine yansıması ihtimalidir.Seçmenin tercihlerine böyle bir etki yansıyabilir ama belediye ve hizmet denildiği zaman Büyükşehir’in de hatta diğer tüm ilçe belediyelerinin de ellerinin kuvvetli olduğuna kuşku yok.İstanbul’un CHP’li ilçe belediyeleri de AKP’lilerle “hizmet yarışı” havasına girmişler ve kendi bölgelerinde olumlu notlar almışlardır.İstanbul ve TopbaşYerel seçime “hizmet ve şehir” diye bakanların İstanbul yerel yönetimini değiştirmeyi istemelerinin görünürde bir mantığı yok.Ama umut ve hedef “İstanbul’da iktidar değişirse merkezi iktidar da değişir” inancı üzerine kuruluyor.İstanbul’da CHP ve bütün anti-AKP çevrelerde yerel seçim kampanyası “önce İstanbul sonra Ankara” diye sloganlaştırılan bir siyasi tema üzerinden yürüyecektir.1989’da Bedrettin Dalan’ın İstanbul yenilgisine ANAP karşıtlığı yol açtı ve 1991’de Ankara’da iktidar değişti.Dalan örneğinin tekrarını mümkün kılacak maddi ve siyasi koşulların bugün mevcut olduğunu söylemek mümkün değil.Altında fazla kuvvet olmayan bir siyasi yüklenmenin karşısına Kadir Topbaş’ın koyacağı vaatler, İstanbul’da yaşayanlar için bellidir.Ulaşım sorunlarına karşı toplu taşımada yapılacak yeni projeler ve trafik düzenlemeleri ile soluk alması sağlanmış şehri kirli hava derdinden de uzak tutacak “yeşil projeler”...Kadir Topbaş, iki dönemde İstanbul’da yaptıklarıyla ne kadar önde olursa olsun ona da ilçe belediyelerine de “siyaseten” oy vermeyecek olanlar olacaktır.Yine de İstanbul seçiminde esas olan İstanbul’dur ve çoğunluk İstanbul açısından bakacaktır.
Hükümetin yüzde 10 seçim barajına dokunmayacağı anlaşılıyor. Daha önce yapılan yüzde 5-7 tartışmaları böylece noktalanmış oldu.Yüzde 10 seçim barajının getirilmesinin gerekçesi “siyasi istikrar” olmuştur. Siyasi istikrarsızlık denilen durum, oyların dağılması nedeniyle tek parti hükümetlerinin kurulamaması, koalisyon uzlaşmalarına mecbur kalınmasıdır. Koalisyonlara katılan küçük partilerin girdikleri hükümette temsil ettikleri oy desteğinin üzerinde etkinlik sahibi olması da siyasi istikrarsızlık nedeni olarak görülmüştür.Yüzde 10 barajı şartı, ilke olarak siyaset alanını daraltan, temsil eksikliği yaratan bir kısıtlamadır. Son seçimde Meclis’te temsil oranının, bu kısıtlamaya rağmen yüzde 95 gibi bir düzeyde olması o günün koşullarının bir ürünüdür.Barajın fazla dillendirilmeyen, ama en başından beri var olan gizli gerekçesi de Kürt partilerinin parti olarak Meclis’te temsil edilmemelerini sağlamaktır. Ancak koşullar değişti, Kürt partileri bağımsız adaylar yoluyla bu kısıtlamayı kendi açılarından etkisiz kıldılar.Türkiye milletvekilliğiYüzde 10 barajının yüksekliği küçük partilere hayat hakkını kısıtlasa bile resmi kayıtlara göre Türkiye’de şu anda yasal 73 siyasi parti bulunuyor.Bu partilerin Meclis’teki üçü, yüzde 10 barajını aşıyor, biri yüzde 7 ile baraj altında kalmasına rağmen gereken temsili sağlıyor, 4-5 parti ise yüzde 1-2’lik oranlarda. Yüzde 1’in yaklaşık 400 bin oy olduğunu da hatırlayalım.“Siyasi istikrar”ı sallamadan hem temsili artırmak, hem siyasetin alanını genişletmek, hatta “renk” katmak için daha önce de tartışılmış bir yol vardır, “Türkiye milletvekilliği”.Mevcut sistemdeki 550 milletvekilinin yanına 100 kişilik bir “Türkiye milletvekilliği” eklenebilir. Seçime katılan her siyasi parti 100 kişilik bir liste de açıklar ve seçim sonucunda her siyasi partinin aldığı oy oranına göre bu 100 milletvekilliği dağıtılır.Yüzde 3 alan 3 vekil sokar, yüzde 1 alan bir vekil sokar. Oy oranları yüksek partiler de kendi oranlarına göre daha çok vekil getirir, siyasi istikrar bozulmaz, temsil de yüzde yüze çıkar.Siyaseti canlandırmak her zaman faydalıdır, yurttaşların siyasete daha çok katılması da demokratik eğitimin önemli bir parçasıdır.
İçeride de dışarıda da Türkiye’de demokrasinin sorgulanmasının nedenleri oldukça açık. O nedenlerin bir kısmı “şüyuu vukuundan beter” üslup meseleleridir.“Gerçek” nedenler kısmındaysa “terör suçu” tanımının en geniş şekilde uygulanması bulunuyor.Bunlara gazetecilik faaliyetlerinin terör suçu kapsamına sokulması alışkanlığı da eklenince yukarıdan bakıldığında tabloda epey kara leke bulunduğu görülüyor.Bu tablonun her parçasını görmek gerekiyor. Son dönemde sağlanan ilerlemeleri eski günlerle kıyaslamak yeterli olmuyor. Kara lekelerin her biri tek tek temizlenince tartışmasız bir kıyaslama kendiliğinden yapılmış olacaktır.Hükümetin sık sık “o kadar demokratik adım atılmasını sağladık yine yaranamıyoruz” duygusuna kapılmasına yol açan algıların değişmesini sağlayacak maddeleri aslında AKP de biliyor.Adalet Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu son paketin adının “demokrasi paketi” olması da beklentileri yükseltti. “Demokrasi paketi” adına layık bir paket olarak ortaya çıkarsa anayasa tartışmalarının da çıtası yükselecektir.Gezi’ye karşı demokrasiYerel seçim yaklaşırken, muhalefetin ana kampanya ekseni “hizmet” değil yüksek siyaset olacak, bütün içerik Gezi direnişi üzerinden yürüyecektir. Bunu CHP birçok kez ifade etti.İktidar partisinin ise “hizmet”e ağırlık vermesi doğaldır, hem bu bağlamda bir “yaptık” listesine sahiptirler hem de yeni projeler getirecek deneyime sahiptirler.“Demokrasi paketi” yerel seçimin siyasi ekseni olabilirse, siyaset de Gezi direnişi gibi tıkız ve yorucu bir daralmadan kurtulabilir.Yeni anayasa çalışmasının fiilen durmuş olmasına karşılık “Demokrasi paketi” ile geniş kapsamlı bir reform hareketinin gerçekleşmesi imkânı vardır.AKP hükümeti Gezi daraltmasına karşı demokrasi hamlesini koyduğu zaman barış sürecinin hayatiyetinin güvenceleri de sağlanmış olacaktır.“Demokrasi paketi”nin aciliyeti çok açıktır, Hükümet’in de bunu değerlendirmesi ve paketin içeriğini en geniş şekle getirmesi herkese rahat bir nefes aldıracaktır.
Kavgaya nasıl başladığımızı unuttuk. Olay, başlangıcında Gezi Parkı’nda ağaç kesilmesi ve Taksim’e yeni düzenlemede Topçu Kışlası inşası, içine de alışveriş merkezi, otel, rezidans yapılması projesidir.İnsanlar, çevre duyarlılığından başlayarak çeşitli nedenlerle bunlara karşı tepkilerini gösterdiler. Bir süre sonra çeşitli siyasi gruplar da bu protestolara katıldı ve siyasi sloganlar yukarı çıkmaya başladı.31 Mayıs gecesi güvenlik güçleri protestoculara kuvvetli bir biber gazı saldırısı yapınca tepkiler de öfkeler de tümüyle siyasileşti, sloganların ana hedefi Tayyip Erdoğan oldu.Tepkileri yönlendiren iki “oluşum” da bu arada ayrıştı. Bir oluşum Taksim -Gezi meselesine odaklanmaya devam ederken, diğeri, ki onlara İşçi Partisi’nin egemen olduğu anlaşıldı, “hükümeti düşürme“ saikiyle devam ediyor, polisin biber gazları da onlara fazlasıyla yardımcı oluyor.Olanların ilk aşamasının özeti tastamam budur. Bugün kimileri başka şeyler anlatsa da budur.Nedenini düşünelim...Protestolar tümüyle siyasileşirken Tayyip Erdoğan da günde birkaç beyanat vererek tepkilerin karşısına yerleşti.Bu arada anlaşıldı ki, kavga tırmanırken idare mahkemesi, en baştaki Gezi-Taksim projesiyle ilgili olarak 6 Haziran’da yürütmeyi durdurma kararı vermiş.Ama bunu kimse açıklamamış, herhâlde kavganın asıl gerekçesi hafızalarda tazeyken kafalar karışmasın, tepkilerin dozu aşağı inmesin istediler.Dün de bir üst mahkeme kararı çıktı. Bu mahkeme de Taksim-Gezi projesiyle ilgili yürütmenin durdurulması kararını iptal etti.Bu kararın ardından herhâlde Taksim-Gezi projesinin asıl sahibi olan, olması gereken İstanbul Belediyesi kendi kararını açıklayacak. Gezi Parkı zaten sorun olmaktan çıktı. Kaldı geriye Topçu Kışlası ve nasıl kullanılacağı. İstanbul Belediyesi şehir müzesi önerisini hayata geçirmeye karar verirse herhâlde kimsenin itirazı olmaz.Peki bütün o biber gazlarını neden yedik? İnsanlar hayatını neden kaybetti? Ülkenin tümüne bir “kin, nefret, düşmanlık“ havası neden yayıldı? Bu soruların cevabını verirken, “manevi“ kayıpları da iyi hesaplamak gerekiyor, bir daha aynı yanlışa düşmemek için.
Güneyde, Suriye sınırındaki Türkiye’ye yönelik silahlı saldırıların bir amacı olmalı. Ve o amaç da Türkiye’yi daha yoğun şekilde çatışmaların içine çekmektir.Reyhanlı operasyonunda o kadar sivilin kanının dökülmesinde de amaç buydu. Hâlen o olayla ilgili, failleriyle ilgili doğru dürüst bir bilgi yok, yetkililer biliyorlarsa da açıklamıyorlar.Ankara, Suriye’de de bir Arap baharı esintisi hissedildiğinde, siyasi olarak manevra alanını daraltan bir tarzda davranmıştı. Ankara, Esad yönetiminin gücüyle ilgili tespitlerinde ciddi şekilde yanlışa düştü ve Esad iktidarına oldukça kısa bir ömür biçti.Batı’nın karar merkezlerinde, Tunus ve Mısır’dan sonra gelişen “ihtiyatlı” pozisyonların ardından Ankara daha farklı bir konuma girdi.Sıcak çatışma hâliBatı’nın karar merkezleri, tek iktidar seçeneğinin İslamcı hareketler olduğu bir ortamda Arap baharlarında acele etmek istemiyorlar.Tartışırsınız, eleştirirsiniz ama durum budur; Batı, Suriye’ye de bu gözlükle bakıyor.Türkiye’nin Suriye ile doğrudan çatışma hâline girmesi, kendi cephesini ve desteklerini güçlendirme imkânı sağlaması açısından Esad yönetiminin isteyebileceği bir durumdur.Suriye’de iktidarı değiştirmek için tek başına savaşır konumuna giren Türkiye’nin Orta Doğu’da karşılaşacağı güçlükleri tahmin etmek zor değil.Sıcak çatışma hâlinin gelişmesi Türkiye için sadece bir dış politika meselesi değildir, muhtemel sonuçları ve yansımalarıyla aynı zamanda ağır bir iç politika meselesidir.Mecburen sil baştan...İç siyasette çatışma alanlarını temizlemekte gösterilen zaafların üzerine gelecek bir -yarım da olsa savaş hâli, her yönetim için fazlasıyla ağır bir durumdur.Suriye’deki Kürt meselesini asıl sorunun içinde bir şekilde “ithal etmek” de bütün barış sürecine zarar verecek bir yanlış olarak ortaya çıkıyor.Ankara’nın Suriye politikası, koyduğu hedeflerle başarı hanesine yazılacak bir politika olmamıştır.Şu andaki koşullar ve tehlike işaretleri Suriye konusunun bütün boyutlarıyla yeni baştan ele alınması gereğini göstermektedir.
Bizim kuşak Can Bartu’yla, Lefter Küçükandonyadis’le, Mehmetçik Basri’yle Fenerbahçeli oldu.Fenerbahçe hayatımızın bir parçasıydı. Eski statta çocukları saha kenarına oturturlardı, Mikro Mustafa bir karış ötemizde çalım atardı.İlk kez formayla taş tribünün arkasındaki alanda oynamıştık. Sonra mahalle turnuvasında Kuşdili Çayırı’na terfi ettik.Kulüp başkanları Kadıköylü’ydü, komşuydu. Malzemeci semt esnafındandı. Yöneticilerden biri çok ilgimizi çekerdi; solcu olduğu, hapse girdiği söylenirdi; nitekim tekrar girdi.Futbolcular da hep Kadıköy’de otururdu, birlikte langırt oynardık, sonra Ziya ağabey bizim bölgeye damat geldi.Kızılcığın acısıBasketbolu Kadıköyspor ve Modaspor’da oynasak da Fenerbahçe farklıydı, baş rakip her zaman Galatasaray’dı.Önemli maçlara duvardan atlayıp girerken alınan kızılcık sopası darbelerinin acısını maçı izlemeye başlayınca hiç hissetmezdik. İlk sigaramızı Fener’in tribününde içmiştik. En yakın arkadaşlarımızdan birinin babası deplasman dönüşü kazada hayatını kaybetmişti.Fenerbahçe stadına Galatasaray da gelirdi, Beşiktaş da taraftarları da; asla kavga çıkmaz, yenen sevinir yenilenle dalgasını geçer sonraki maçta tekrar karşılaşılırdı.Nostalji böyle bir şey; ama Fenerbahçe’nin başına gelenlerin üzüntüsü içinde eskiyi anmamak elde değil.Avrupa kupalarına katılacak diye seviniyoruz. Türlü çeşitli güç oyunlarına kapılıp gitmiş yöneticilerin Fenerbahçe’yi soktuğu durumda teselli bulmaya çalışıyoruz.Fenerbahçe ödüyorFenerbahçe’yi bu hâle futbolcular getirmedi, taraftarlar getirmedi, işledikleri suçlar birkaç kanaldan tescillenmiş yöneticiler getirdi. O yöneticiler hâlâ taraftarın duyguları üzerine oynuyor, bir de işin içine “vatan millet” edebiyatları sokarak yerlerinde durmaya çalışıyorlar.Bazen köy ağası, bazen siyasi lider gibi davranmaya çalışan kulüp yöneticisi türünün hâlâ direnmesinin, herkese saldırarak futbolu çirkinleştirmeye devam etmesinin faturasını yine Fenerbahçe ödüyor.Yeterince mahcup oldunuz; gidin artık, Fenerbahçe’ye yeterince zarar verdiniz.