Arap Baharı, İslam dünyasının, demokrasiye oldukça uzak toplumlarında demokrasi umuduydu. Mısır’da bu umutlar son bulmasa da ciddi bir karartmaya uğradı.Batı dünyası bu olaya radikal İslam gözlüğünden bakıyor, İslam dünyasının her unsuru kendi konumundan bakıyor, biz de Türkiye’de kafamızı dolduran sorular üzerinden bakıyoruz.Batı’nın, Avrupa Birliği ve Amerika’nın Mısır’a ilişkin tavrı şu ana kadar, saf demokrat, darbe karşıtı bir tavır olmadı. Olamadı, çünkü Batı’nın gözünde Mısır’ın Müslüman Kardeşler’i, İran’ın mollaları, Hamas, Hizbullah, El Kaide hattında yer alan bir radikal İslamcı harekettir. Müslüman Kardeşler’in uzun geçmişinde şiddet önemli yer tutmaktadır.KaygılarımızBatı’nın Mısır’a bakışı “zorunlu bir parantez” olarak görülebilir. Bu “parantez”de Mısır toplumunun yaşayacaklarını herhâlde “kabul edilebilir zayiat”a sokacaklardır.Biz de Mısır üzerinden kendi kaygılarımızı konuşuyoruz.“Dünyada askeri darbeler dönemi bitmiştir” cümlesinin kesin bir doğru olarak sık sık tekrarlandığı bir ortamda Mısır dolayısıyla bu cümlenin kesin bir doğruyu ifade etmediğini gördük.Mısır ile Türkiye’nin benzemezleri çok daha fazla. Toplumsal yapıdan ekonomiye, siyaset deneyimlerinden demokrasi hamlelerine kadar uzun ve önemli bir farklılıklar listesi var.Buna rağmen yaygın ve kuvvetli bir “acaba” sesi çıktı. Çünkü bunca demokratik gelişime rağmen Türkiye’de de darbe ihtimali üzerine siyaset yapanlar da var, darbeyi alkışlamak için sokaklara dökülecek olanlar da var.Yükümlülük...İstanbul’un Gezi’sini Kahire’nin Tahrir’ine benzetmek için büyük hevesler varken, meselenin bu heveslerin altyapısının yok edilmesi olduğunu düşünmek ve buna göre siyasetler geliştirmek zorunda olduğumuzu Mısır üzerinden konuşmanın bir sakıncası yok.Doğrudur, askeri darbe asla kabul edilmemesi gereken bir ayıptır. Demokratik siyaset de, Mısır üzerinde olsa da, bunun altyapısının sıfırlanmasını sağlayacak politikalar geliştirmekle yükümlüdür.
Yeni Gezi Parkı gayet güzel olmuş; ağaçlar, şehrin göbeğinde gerçek bir soluklanma alanı. Kışlaya da mahkeme yol vermedi.İlk eylemcilerin istedikleri oldu...Biber gazıyla tetiklenen, öfkeli beyanlarla yol verilen siyasi kısım ise altta duruyor.Sert pozisyonların beslenmesiyle, gerilim alanlarına zemin yaratılmasıyla ancak yeni Gezi’lerin yolları açılır.Türk toplumunun bu travmayı atlatması; yarına, öbür güne taşımaması, gerilimin yeni şekillerde ortaya çıkmaması için de bir siyasi irade gerekiyor.Böyle gergin bir ortam elbette ki ilelebet süremez. Uzadıkça ortaya çıkabilecek senaryoları tahmin etmek, biraz siyasi tarih bilenler için hiç de zor değildir.“Seçim olur, evli evine köylü köyüne döner,” anlayışı geçerliliğini çoktan yitirmiş bir anlayıştır.Suçlu ararken...Konu Gezi krizi gibi, 1 milyon kişinin katıldığı bir protesto dalgası olunca, böyle bir dalganın yarattığı hararetin giderilebilmesi için adamakıllı “siyaset” gerekiyor.Ancak şu anda siyaset de medyanın hemen tümü de aynı hararetin içinde pozisyonlarına sımsıkı sarılmış duruyor.Krizin suçluları aranırken, “Yahudi diasporası”na kadar gelmekle de “yanlış teşhis-yanlış tedavi” ve bunun biriktirdiği tepki canlı tutulmuş oluyor.Türk toplumu Gezi’yi aşmak zorundadır. Aşabilmesi için de önce “cadı avı” izlenimi veren suçlama ve soruşturmalar durmalıdır.Çok somut suç iddiaları hakkında tabii ki bazı soruşturmalar olabilir. Ama sürekli yeni soruşturmalar açılması, gözaltılar derken hukukun yerini bir “dersini verme” sisteminin alması ciddi bir tehlikedir.‘Dersini vermek!’Demokraside “dersini verme” yoktur. kimse kimseye “ders veremez” sadece hukuk ve vatandaş haklarını gözeten hukuk geçerlidir.“Mümkün olduğu kadar çok sayıda kişiye dersini vermek”le kriz ve gerilim çözülmez; tersine, bir tek kişiye bile “dersini verme”ye kalkışılmazsa hararet azalır.Toplumun bu gerilimin geride bırakılmasını istediğinden kimsenin kuşkusu olmasın.Siyasetin görevi bu ortamdan çıkılmasını sağlamak olduğuna göre, toplum bunu siyasetten bekleyecektir. Siyaset gerilimleri yok etmek için vardır.
Türkiye’nin Alevi inanca sahip vatandaşlarının, hem Türk Alevilerin hem Kürt Alevilerin uğradıkları haksızlıklar artık kimsenin yabancısı değil. Horlanmak, aşağılanmak, sürekli potansiyel suçlu muamelesi görmek neredeyse alışılmış bir hâldi.Dersim ve sonrasını da herkes öğrendi, 1980 öncesi Sünnilerle Alevileri birbirlerine kırdırma operasyonlarını da herkes biliyor. Son operasyon da Madımak katliamıydı.1. Şube veya 3 K masasıOn yıllarca Emniyet’in 1. Şubesi, siyasi şube olarak bilinmiştir. “Siyasi işlere” bakardı bu şube ve diğer adı da “3 K masası”ydı. 3 K, yani Kürt, Komünist, Kızılbaş. Emniyet sıralamayı belki değişik yapardı, ama bu kadarından da devletin bakışı çok açık anlaşılıyor.Aleviler, muhalif ve sola açık duruşlarıyla, devletin “tehlike” alanının içinde görülürken merkez sağ siyasetlerin de terk ettiği bir “cemaat” oldu.Aleviler, demokratik haklarını bir süredir açık olarak talep edebiliyorlar. Bunların hepsi “dışlanmışlık” duygusunu giderecek, toplumun eşit parçası olduklarını tescil edecek ve yerine getirilmesi hiç de zor olmayan konular.Ama bir türlü olmuyor. Cemevlerinin “ibadethane” olarak kabul edilmesi ve devletin bu konumu resmen tanıması şu anda birinci sorun gibi duruyor.Laik ve sola açık Alevilerin birinci talebinin “dini” bir mesele üzerine olmasını yadırgamak mümkün. Ama buradaki esas sorun Alevi kimliğinin resmen tanınmasıdır, dini olmanın üzerindeki bir taleptir.Cemevlerini tanımakSon olarak Hükümetin Meclis’e getireceği bir reform paketinde, cemevlerine birtakım maddi destekler getirilmesi öngörülüyor.Bu, meseleyi yine ertelemektir. Ve ertelemenin gerekçesi de açık değildir. Eğer Sünni vatandaşlardan tepki geleceğine ilişkin bir endişe varsa, bunu aslında Sünni vatandaşlara da haksızlık olarak görmek gerekir. Alevilerin eşit vatandaş olmalarını istemeyen ciddi bir Sünni kamuoyu olduğunu düşünmektir Sünnilere gerçek haksızlık.Yarım iş yapma adetimiz en kolay ve çözümü belli olaylarda bile nüksediyor. Cemevleri resmen ibadethane olunca sadece Alevi vatandaşlar kendilerinin haksızlığa uğradığı bir dünyanın sona erdiğini görecekler. Bu kadar.
Yerel seçimlere 8 ay kaldı. Belli olan şu ki, bu yerel seçim öncesinde kimse yerel bir mesele konuşmayacak, genel seçim havasında “çatışılacak.”Meclis tatile girmeden önce, barış sürecinin “ikinci aşama”sına geçilip geçilmeyeceğine ilişkin açık bir işaret de görülmüyor.Böylece seçim sathı mailinin en olumsuz, tıkız çatışmalar üzerine gelişmesi ihtimali kuvvetleniyor.Camide bira içildi mi içilmedi mi, üzerinden devam eden tartışmalarla, “eyleme katılanlara para verildi - hayır AKP mitinglerine katılanlara para verildi” düzeyinde itişmelerle yürüyecek bir seçim kampanyasının ucu da bucağı da bellidir.Gerilimin faturasıSeçim araştırmaları, son gerilimlerin oy desteği açısından AKP’ye yaramadığını gösteriyor.AKP yine açık ara birinci olacaktır, ana muhalefet partisine araştırmalarda en fazla yüzde 30’luk bir destek görünüyor.Sekiz ayda “gerilimler”in alacağı yön kuşkusuz etkili olacaktır. Ancak en yakın rakibine yüzde 50 fark atsa bile, yüzde 45-46’lık bir oy oranının AKP’yi tatmin etmesi de kolay değildir.Geçen genel seçime göre 4-5 puanlık bir gerileme, kaçınılmaz olarak son krizin yönetim tarzının sorgulanmasını getirecektir.Başbakan Erdoğan’ın son mitinglerindeki konuşmaları, seçim kampanyasında oy hedefinin özellikle MHP’ye oy veren muhafazakâr seçmen olacağı izlenimini yarattı. Gezi krizi en umulmadık partiyi, MHP’yi de etkiledi, partinin bir yanı direnişe bağlanırken diğer yanı AKP’nin yanında durdu.Zor seçim...Erdoğan bir yanda muhafazakâr seçmeni çekecek bir üslup kullanır, aynı zamanda “demokrasi projesi”ni açarsa bunun sandığa nasıl yansıyacağını şimdiden söylemek zor.“Demokrasi projesi” tümüyle ertelenir ve sadece muhafazakâr oyların çevrilmesi üzerine bir strateji uygularsa bunun da başarı garantisinin olmadığını söylemek mümkün.Yerel seçime sadece yerel seçim olarak gidilmesi ihtimali oldukça düşüktür. Bunun olumsuz sonuçlarından biri kuşkusuz “başarılı yerel yönetici” değil “daha çok oy getirebilecek aday” tercihini öne çıkarır ki bu da sadece kayıp olur.
Türkiye, iki ay önce en büyük toplumsal yangınını söndürmekte büyük mesafeler almış bir ülke olarak görünüyordu.Şimdi ise her tarafı tutuşmaya hazır, gerilimleri en tepe noktada bir ülke görüntüsü veriyor.Lice olayı da yeni bir öfke dalgasının kabarmasına yol açarken, barış sürecine karşı olan çevrelerin olaya bu kadar heyecanla sarılması bile ciddi bir kuşku yaratmadı.Taksim’in arkasında ne varsa Lice’nin arkasına da aynı toplumsal huzursuzluk kaynaklarının üzerine döşenen kuşku yığını var.Bu kuşku yığını da sürekli olarak çatışmacı bir dille besleniyor. Çatışmacı dilleri öne çıkarmak, sadece kendisini taraf hissedenleri değil, aslında taraf olmayanları da gerilimin içine sürüklemekte her zaman en başarılı yöntemdir.Kazanan var mı?Türk toplumu esas sorununu uzlaşmacı yöntemlerle, barış diliyle çözmeye yönelmiş ve bunun gerektirdiği hassasiyetleri benimsemişken bugün alabildiğine bir çatışma diliyle bombardıman ediliyor.Çatışmacı dilin egemenliği devam ettikçe de Hükümet’in, Tayyip Erdoğan’ın barış sürecini bundan sonra nasıl yöneteceğine ilişkin sorular artıyor.“Komplo”nun amacı Türkiye’nin bir kez daha barış dilinden uzaklaşması, barış sürecini baltalamak ve Hükümet’i en kuvvetli olduğu alanda zayıflatmak ise, bunda epeyce mesafe alındığı ortadadır.Barış dilinden uzak kaldıkça, barış sürecine olan inanç ve umut da zayıflayacaktır. O zaman da başka Lice’ler gelir, barış karşıtı cephe kendisine yeni oyun alanları bulur.Hiç de zor değilLice’nin arkasındaki siyasi iradenin barış sürecindeki kararlılığına ilişkin soru işaretlerini gidermek sadece siyasi iradeye aittir.Siyasi iradenin, barış sürecindeki kararlılığının zayıflamadığını göstermesinin yollarını herkes biliyor.Önce çatışmacı dili yok etmek, suni kuşku ve korku alanlarını silmek siyasi irade için zor değil. Siyasi iradeden medyaya aktarılmış çatışma dilini bertaraf etmek de zor değil.En fazla saldırı altında oy desteği yüzde 45’in altına düşmeyen Hükümet bu rahatlığını barış diline dönüşle gösterdiği zaman bugünkü genel manzara hızla değişecektir.
Birinci olay Uludere / Roboski’dir. Kaçakçı grubu havadan bombalandı, 34 kişi öldü. Mahkeme bu konuda yargılama yapmayı reddetti.Yakınları ölen köylülere bir bahaneyle para cezaları verildiği haberinin doğruluğu da tam anlaşılmadı. Ama anlaşılan, “birileri” köylülerin çocuklarının davasını sürdürmemeleri için böyle bir caydırma yöntemini uygulamaya en azından teşebbüs etmişti.Yargı gerçeği araştırmak, soruşturmak istemiyor. Devletin içinden birileri de olayın kapanması için yol arıyor.Neden karanlıkta?İkinci olay Paris’te üç kadının öldürülmesidir. Kürt hareketinin içindeki bu kadınların katili olarak bir “zanlı” var. Bu zanlıyla ilgili çeşitli iddialar ortaya atıldı. Bazı protestolar oldu. Sonra herkes sustu. Türkiye’deki ve Fransa’daki soruşturmaların ne durumda olduğu bilinmiyor. Fransız yetkililerden de bir ses çıkmıyor. Üç kişinin öldürüldüğü bu cinayetin aydınlanmasını sanki kimse istemiyor. Fransız güvenlik yetkilileri neden istemiyor? Bunun cevabını arayan da yok.Üçüncü olay Hatay Reyhanlı’daki katliamdır. Önce suçlanan Suriye’deki Esad rejimi, Esad için çalışan Türkiye bağlantılı bir örgüt oldu. Suriyeliler suçlamayı kesinlikle reddetti.Bu arada Başbakan, Gezi olaylarını bağladığı “komplo”yu anlatırken Reyhanlı ile ilgili olarak “Ergenekon” kelimesini kullandı. Devletin elinde birçok zanlı var, hatta operasyonunun bir numarasının teslim olduğu da iddia edildi, ama karartma devam ediyor.Yenileri ekleniyorDördüncü olay, Gezi protestoları sırasında bir polisin tabancasından çıkan kurşunla bir gencin ölmesidir. Mahkeme “meşru müdafaa” gerekçesiyle polisi ilk celsede tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktı. Bu kadar açık bir “meşru müdafaa” hâli olması için, ölen gencin elinde polise doğrultulmuş bir silah olması gerektiğini hukuk birinci sınıf öğrencileri de biliyor. Bu kadar hızlı bir üstünü örtme, unutturma faaliyetinin dikkati çekmemesi mümkün değildir.Geçmişimizle ilgili vicdani temizlikler yapılmaya çalışılırken, toplumun vicdanına sürekli yeni ağırlıklar yükleniyor. Bu ağırlıklardan kurtulmak isteyen var mı?
Başbakan, Türkiye’deki PKK militanlarının yüzde 15’inin çekildiğini söyledi. Demirtaş’a göre “çekilme” oranı yüzde 80.Erdoğan’a giden devlet raporlarında yüzde 15 oranının verildiği anlaşılıyor. O da bunu tekrarladı.Ancak devletin izleyemediği, meselenin en başından başlayan “teşhis” yanlışı dolayısıyla hesaba katmadığı, dağdan inenlerin önemli kısmının köylerine, evlerine dönmesidir.Teşhis yanlışı, “dış destekli bir avuç kandırılmış” diyerek kendi kendini kandırmanın sonuçlarından biri olmaya devam ediyor. PKK’ya katılıp dağa çıkanlar yıllarca dağda yaşamıyor, evlerine gidip geliyor, hatta kışın okula devam ediyor.Bizim devletin çok sevdiği deyimle “kökü dışarıda” değillerdir, “kökleri içeride”dir.Raporlar okunmalıAkiller de raporlarında kökleri ve her şeyi içerde bir toplumsal meselenin sona ermesi için yapılması gereken her şeyi büyük bir açıklıkla sıraladılar.Bu meselede fikir beyan edecek herkes bu raporları okumalıdır. Okunduğunda görüleceği üzere, bu meselenin ve daha birçok meselenin çözümünde gelinen yol ayrımı çok berraktır.Türkiye’nin demokrasi hattında net olarak ilerlemesinde açık bir toplumsal uzlaşma vardır. Uzlaşma noktasını sulandırmanın yolu ise her alt başlığın yanına bir “ama” eklemekten geçer.Başbakan Erdoğan, akillerin raporlarını alırken iki kırmızı çizgi, bir de teşhis yanlışı tekrarı yapınca, başkalarının da ellerinde bir sürü kırmızı çizgi ve “ama” ile ortaya çıkmasının yolunu açmış oldu.Önce AKP kurtulmalıBu sürecin bir demokrasi projesi olarak devam etmesi isteniyorsa önce AKP’nin bütün kırmızı çizgilerden ve “ama”lardan kurtulması gerekiyor.Ve tabii yanlış teşhis alışkanlıkları üzerine kurulu bilgi yanlışlarından da.Tekrar ediyoruz, “ikinci aşama”da bir tek oyuncu vardır. Sorumluluğu ve yükü büyük bu oyuncudan beklenen, demokrasi hamlelerinin daha da kararlı şekilde devamıdır.Bunu Batı’nın siyasi merkezlerinin de, kamuoylarının da, İslam’la ilgili takıntıları olanların da, Batı medyasının nasıl çalıştığını bilmeyenlerin de görmesi, anlaması zor olmayacaktır.
Akil insanların raporları Başbakan’a ulaştı. Akiller Öcalan ve Kandil ile görüşmediler, ama Öcalan barış sürecindeki pozisyonunu teyit ettiği için bunun çok önemi kalmadı.Öcalan’ın çizdiği, görüşerek çizdiği yol haritasında bir aksama yok. Dağdaki PKK’lılar büyük ölçüde evlerine dönmüş ve sınır dışına çekilmişlerdir.Birkaç küçük olay dışında taahhütlere uymuşlardır. Korkutan bir tek olay, üst düzey komutanların bulunduğu bir helikoptere ateş açılmasıdır. Bu olay da atlatılmış bir yol kazası olarak görüldü.Eleştiriler doğaldırKürt siyasetleri, Öcalan’la uyum içerisinde barış süreci taahhütlerini yerine getirirken, tabandan gelen baskılara rağmen Gezi olaylarına mesafeli durmaya da dikkat etmişlerdir.Gezi olaylarını, genel bir demokrasi talebi çerçevesinde Kürt meselesiyle birlikte ele alan ve Erdoğan’ın duruşunu eleştirenler vardır. Onlar ne “komplonun parçası” olmakla suçlanabilir ne de barış sürecine zarar vermekle.Cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal barışını, bütün toplumu dönüştürecek bir “demokrasi projesi”ni gerçekleştirmek için uğraşırken, bu projenin bütününe ilişkin yeni kuşku alanları da ortaya çıkabilecektir. Kuşkusu olanın uyarıda bulunması da demokratik hakkı ve görevidir.Üçüncü aşama içinBarış sürecinde “ikinci aşama” adı verilen noktaya gelindi. Şimdi bulunduğumuz noktada bir tek oyuncu vardır, Hükümet ve sürecin “sahibi” Tayyip Erdoğan.Gezi olaylarının bir “takıntı” alanına dönüşmesinin barış sürecinde el titremeleri yaratmasını, “ehem ile mühim”in karıştırılmasını isteyecek tek bir çevre vardır. O da seçimle iktidar olma ihtimalinin bulunmadığını bilen malum çevredir.“İkinci aşama”nın tek oyuncusu olan Başbakan Erdoğan, Meclis’in yaz boyunca yapacağı çalışmalarla demokratik reformları ve zaten ne olduğu belli hukuki ayarları gerçekleştirmesini sağladığı takdirde üçüncü aşamaya gelinmiş olacak.İkinci aşamanın tüm yükünün Erdoğan’da olduğunu bildiğimize göre, Hükümet’in pusulasında bazı ayarlar için talep ve uyarıların tümü de ona dönük olacaktır.