“Zaman ve unutuş olayın üstünü örttü, biz de aslen bütün hayatın temeli olan o örtünün üzerinde yaşamaya devam ettik.” Thomas Mann, Efendi ile Köpeği (Çeviri Esen Tezel, Can Yayınları).Yıllar sonra Hırvat topraklarına yeniden yolum düştü. Zamanında Osmanlı’nın izlerini taşıyan bu kıyıların, gel zaman git zaman yaşadıkları değişim ve dönüşüm bu kıyıları eksiltmemiş, çoğaltmış. Evet turistik, ama aynı zamanda Thomas Mann’ın sözünü ettiği o ‘hayatın’ temeli olan ‘örtünün’ buradaki yüzü bir başka anlamlı. İnanıyorum ki zamanın her şeyi örttüğü ve aynı zamanda örterken açtığı farklı bir tanım bu.“Burada sanki hiçbir şey değişmiyor” diyorum karşımdaki adama.“Her şey değişir ama sakince” diyor adam. Sanki yıllar önce Heybeliada’da karşıma çıkmış bir şef garson edasıyla.Yaşanan onca iniş çıkışa karşın, yaşamla kurulan yeni bir bağ diye düşünüyorum bunu. Her şeyin yıkıldığı, enkaz altında kaldığı bir dünyanın her şeye rağmen yeniden kurulabileceğinin ya da kaldığı yerden yeniden başlanabileceğinin kanıtı.Peki her öykü böyle midir?Gelelim Thomas Mann’ın öyküsüne. Efendi ile Köpeği! 20. yüzyılın başında Avrupa’nın göbeğinde, 1. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki Almanya’da, Münih’teyiz. Tonio Kröger ve Venedik’te Ölüm’ün ölümsüz yazarı bu kez otobiyografik kısa bir metinle karşımızda ve sözcüklerle bir şölene vardırmış işi. Aynı zamanda da kısa tüylü bir Alman avcı köpeğinin bir insanla kurduğu bir ilişkinin peşine düşmüş. Cümlelerin aralarındaki oyuklar ise o dönem Alman burjuvazisinin yitirdikleri ve çok değil, on yıl içersinde toptan yitirecek olduklarının ipuçlarını taşıyor. Mann’ın yaşamını takip ettiğinizde onun Hitler döneminde memleketini terk ettiğini ve Amerikan vatandaşlığına geçtiğini hatırlamak bu satırları okurken farklı bir önseziye taşıyor sizi. İnsanın birey olamama çelişkisini anlatmaktan vazgeçmemiş bir yazarın Doktor Faustus adlı kitabında Alman kültürünün düştüğü o derin yarığı anlatacak olması da bu yüzden şaşırtıcı gelmiyor insana. Zaman ve unutuşun örtemeyeceği kimi gerçeklere... Kimi yarıklara.Öte yandan avcı olamamış bir adamın, bir av köpeğiyle kurduğu ilişki, belki tam da bu yüzden, kopuk, yitik ama her şeye rağmen devam edebilmenin mucizesini taşıyor. Farklı bir umut bu! Efendinin efendi olmadığını fark ettiği bir noktada bambaşka bir öyküye evrilme hikayesi.Avcı ve sadık bir köpek olan Bauschan’in sahibiyle yaşadığı en büyük travma ise gerçek bir avcıyla karşılaştığı zaman oluyor. Belki ilk defa kim olduğunu hatırlıyor ve sahibinin tanımladığı biçimde avcıyla gitmeyi delicesine özlüyor.Ancak Bauschan gitmiyor. Eskiyi, sadakati bunun üzerine kurulabilecek yeniyi umarak, ama aynı oranda fazla telaşa kapılmadan sahibiyle yaşamaya devam ediyor... Zaman ve unutuşun içine bırakıyorlar birlikte kendilerini ve devam etmeyi başarıyorlar. Böyle bir devam ediş ve bunun üzerine kurulabilecek farklı bir birliktelik fikri durduk yere (desem de inanmayın!) heyecanlandırıyor beni. 7 Haziran sonrası için farklı bir örtünün içinde olmak, zamana, olmuş ve olacaklara meydan okumak... Neden olmasın diyorum. Sakince başka bir eşiğe geçmeyi umuyorum. Farklı bir yeninin içinde olmayı. Bahanelerden azade, umuttan ve evet, geçekten yana!
Ünlü Arnavut yazar İsmail Kadare’nin 2005 Uluslararası Man Booker Ödülü’ne değer görülen “Taş Kentin Öyküsü” (Çeviri Yaşar Avunç, Kırmızı Kedi Yayınevi) adlı romanında ise başka bir korkunun izi var. Balkan topraklarında gerçeğin ne olduğu algısı ve bu algının yıllar içerisinde insanlar için nasıl bir tehdit haline gelebileceği... Kısacası çok tanıdık olduğumuz bir korku!Siyaset sen ne menem bir şeysin!Tarihsel gerçekleri yeniden biçimlendirmekten çekinmeyen Kadare, postmodern edebiyatın yollarını farklı bir boyutta zorluyor. Bu arada insanın yazgısından hiç vazgeçmeyen tavrıyla edebiyatın (doğal olarak yaşamın da) ne olduğunu biz okurlara yeniden hatırlatıyor. Dahası, hem edebi, hem de siyasi bir hayatı (1970-82 yılları arasında Arnavutluk Meclisi’nde aldığı görevle) birlikte kotarmış olmasıyla da siyasetin insanı hangi köşelere sıkıştırabileceğinin örmeklerini net bir biçimde gözler önüne serebiliyor.Roman 16 Eylül 1943 günü ve onu izleyen gece boyunca gelişiyor. Sonra 2000’lere kadar geliyoruz. “Taş kent” olarak bilinen bir kentte önce Nazizm, sonra komünizm yaşanıyor, nihayet günümüz Arnavutluk’una varıyoruz. Bu esnada ise gerçeğin nasıl kolaylıkla eğilip bükülebileceğine tanıklık ediyoruz.Doktor Gurameto’nun evinde, Alman Nazi subaylarına kurulan ziyafet sofrasının yıllara yansıyışı ve Gurameto’nun varlığı her döneme göre değişiyor. Gurameto, 2. Dünya Savaşı’nın kendi çapında kahraman bir doktoru iken, komünizm döneminde siyasetin yeni aktörleri tarafından azılı bir casusa dönüşüyor. Peki sonra ne oluyor dersiniz? 20. yüzyılın son yarısında onu casuslukla suçlayanlar birer işkenceci olarak cezalandırılıyorlar. Bu çok tanıdık hayat örgüsü Kadare gibi bir yeteneğin elinde ölümsüz bir yapıta dönüşüyor dönüşmesine ama sizi de okur olarak hırpalıyor elbette! Çünkü tarihinizin bu tür örneklerle tıka basa dolu olduğunu bal gibi biliyorsunuz!Ha, kitapta büyük bir esrar var ama o esrar bile (kitabın sonunda bu esrar perdesinin ağır ağır kalktığına tanıklık ediyorsunuz) tarihin insanla dalga geçen bu huyu karşısında zaman zaman pes edebiliyor! Şöyle ki yüzyılın en büyük komplosu diye bilinen bir olay, gel zaman git zaman hemen herkes tarafından tozlar içersinde kalmış bir ayna gibi size öylece bakabiliyor. O ayna çok insana özgü ve sınır tanımaz bir ayna! Örnekse buyurun: Ve bir zamanlar, ismi lazım olmayan bir ülkede çocuklarına coşkuyla Evren adını koymuş olanlar bu adı neden çocuklarına koyduklarını unutup bugün her türlü darbeye karşı olduklarını içtenlikle dile getirebiliyorlar.Gelelim bugüne. Bugün, bugün olduğu için biraz karışık. Onu da Refik Halid Karay’ın basınla ilgili yazılarının derlendiği Bu Gazeteciler adlı kitaptan, eski ve bildik bir öyküyle bitirelim. Napolyon’un Elba Adası dönüşünü o dönem Lyon gazeteleri ilk başta “Eşkiya reisi Fransa’ya ayak bastı” diye verir. İkinci haberde dil değişmiştir: “Eski imparator Paris’e yürüyor.” Ama iş sarpa sarınca bakın haber ne hale gelir: “Haşmetli 1. Napolyon hazretleri payitahtlarının kapısı önünde!” . Ve son haber: “Sevgili imparatorumuza kavuştuk, yaşasın imparator!”İnsan değişmiyor galiba... Ne insan ne de medya!
‘AK Parti ile CHP birleşse iyi olur. Kürt sorunu çözülse iyi olur. Son seçimde MHP’ye verdim. Çankırılıyım. Yani aileden MHP’liyim. Aslında AK Parti’liyim. AK Parti ile MHP birleşse de fena olmazdı. Ama o zaman da Kürt sorunu çözümsüzleşir. Aklım iyice karışmış durumda. Sizce?’(Bir taksi şoförü ile 20 dakikalık yol muhabbetimiz)Ona verilecek net bir cevabım yok. Buna verilebilecek tek cevap olsa olsa şu olabilir: ‘Takmayın kafanıza. Aklımızın karışması için her şey mevcut!’Değerler karmaşasıAdnan Binyazar’ın deneme kitabı ‘Ağıt Toplumu’ (Can Yayınevi) elime geçtiğinde bir başka sevindim. Adnan Binyazar, soyadının verdiği ışık da dahil, her zaman ayrı sevdiğim o bilge insanlardan, aynı zamanda da o usta yazarlardan biridir. ‘Masalını Yitiren Dev’i hâlâ okumadıysanız, bu işe biran önce girişin derim. Halk anlatılarını çağdaş edebiyatımıza kazandıran ve doğduğu toprakların (Diyarbakır) rengiyle ve birleştirici bir dille (Türkiye’nin gerçek dili) yazan Binyazar’ı ayrı bir tutkuyla seveceğinize inanıyorum.Kitabındaki bir bölüme ‘değerler karmaşası’ başlığını koymuş Binyazar. Ve orada Charlie Chaplin’in sözlerine yer vermiş. ‘Seyircinin istediğini sandığım şeyi özellikle yapmamaya kendimi zorladım’ diyor Şarlo ve kendi ilkelerinden asla ödün vermediğini söylüyor. Bir toplumdaki sanatçının, akademisyenin, düşünürün işinin bu olduğunun altını çizerek... Binyazar’ın da böyle yazarlardan biri olduğunu biliyorum. Ne olursa olsun sanatından ödün vermemenin prensipleriyle yazan bir yazar olduğundan.Dahası ‘halk bunu istiyor’ diye ortaya çıkanları, bu biçimde göz boyamaya yeltenenleri, evet adlı adınca söyleyelim sanatçıları, yazarları, gazeteleri, televizyon kanallarını da sonuna kadar eleştiriyor Binyazar. Bunlar ‘halkın gerçek gücünü ortaya çıkaracaklarına, onu ilkelleştirmenin yollarını ararlar’ derken ne kadar da haklı! Dahası, halk gibi gözüküp ona kazık atanlardan bahsediyor bize. Halkçılığın yapay bir oyalama aracı olduğundan söz ediyor. ‘Halka yatkın, halk gibidir halkçılık ama halk değildir’ diyor. Yönetimin hiçbir zaman halk yönetimi olmayışının da nedenini buna bağlıyor: ‘Ne denli olumlu düşünürsek düşünelim, işin gerçeği şudur: Demokrasi bugün egemen güçlerin bir uyutma aracı olarak uygulanmaktadır!’Ona göre ‘demokrasi adına uygulanan da demokrasi, yani halkın özyönetimi değil.’ Bu yüzden böylesi bir seçim sonrası karmaşası ile burun burunayız ya! Halkın ne dediği ortada ama siyasetçiler bunu anlamak istemiyor! Tekrar Binyazar’a dönelim o halde: ‘Tabanın bir bilinç oluşumu değildir demokrasi, tavanın bir baskı aracıdır. Halkçı geçinip halkı can evinden vurmaktır. Bu yüzden demokrasi çağdaş anlamını yitirmiştir. Halkçılığın yeni bir yoruma uğraması bundan ötürü gereklidir. Gerçek halkçılık, hiçbir zaman bürokrasinin yarattığı bir uyutma aracı olmamalı, özyönetimi gerçekleştirici bir birikim olmalı.’Mesafe koyabilmekAğıt Toplumu, birçok farklı konuda yazılmış denemelerden oluşuyor. Bugün yaşadıklarımıza, yakın geçmişin perspektifiyle, bir edebiyatçının gözü ve diliyle bakmak, tüm deneyimlere belli bir mesafe koymak anlamına da gelebilir. Mesafe derken, başka bir mercekten ve daha serinkanlı bir bakış açısıyla olaylara bakmayı kastediyorum. Mesafe, sadece toplumsal olaylara yaklaşımımızda değil, insan ruhunu (belki bizzat kendimizi de) anlamakta da çok kıymetli bir anahtar. Ancak mesafeden kastettiğimin, ilişkilere ve elbette yaşama duvarlar örmek anlamına gelmediğini de belirteyim. Belki sırf bu yüzden Adnan Binyazar’ın ‘Ağıt Toplumu’ kitabını ve benzerlerini okumanız gerekebilir! Ve belki tam da bu sayede, ağıt toplumu olmaktan çıkıp yaşamı bugünde ve yüzleşilmesi gerekenlerle ‘yaşama’ şansı doğabilir! Ve neden olmasın, tüm bunlar varolmakla yokolmak arasındaki ince çizgiyi daha net görmemize ve tercihimizi gerçekten ‘varolmaktan’ yana kullanmamıza yol açabilir.
‘Totalitarizmin yanılgısı, özgürlüğün hapse tıkılabileceğini sanmasıdır.’Metis Yayınevi’nin geçtiğimiz ay bastığı Asılı Adam (çev. Haluk Barışcan) adlı kitabın kapağında yer alan cümleyle başlamak istedim yazıma. İngiliz gazeteci Barnaby Martin ünlü Çinli sanatçı Ai Weiwei’in tutuklanışını masaya yatırmış. Elbette bunu yaparken de başta Çin olmak üzere dünyada esen yeni totalitarizm fırtınasının nelere yol açabileceğini gözler önüne sermiş.Kültür Devrimi’nden buralaraTektipleştirmenin bir başka adı olan Kültür Devrimi sırasında, Ai Weiwei’in, edebiyat dünyasının önde gelen yazarlardan biri olan babası da tutuklanmıştı. Bu yüzden, sanatçının Gobi Çölü’nde, yeraltında yaşayarak geçirilmiş bir çocukluğu vardı. Küçük bir köyde geçen beş yıl boyunca okula gitmişti gitmesine ama ona ve diğer öğrencilere sadece Mao’nun vecizeleri öğretilmişti. Kısacası dil buydu...‘Dilimiz dilimizin yokluğu tarafından sınırlanmıştı’ diyordu Ai Weiwei. ‘Derinde bir yerlerde bir şeyler hissedersin ama ne hissettiğini bilemezsin, çünkü bunu ifade edecek sözcük elinden alınmıştır. İşte böyle ufaltırlar insanı.’Örnek olarak da yoldaşlık sözcüğünün ‘arkadaşlık’ anlamına geliyor olmasını veriyordu: ‘Arkadaşlık tanımımız bu olacaktı öyle mi? Şaka gibi bir şey. Ama şaka değildi!’Yoldaşlığın sözcüklerden silindiği şimdilerde ise Batı teknolojisinin montaj hattı olarak görülen Çin’in, yine Batı tarafından göz yumulan yanlarına vurgu yapıyordu sanatçı. Hemen her şey kapitalist dünyanın Çin’e biçtiği biçimdeydi artık. Örneğin çok geniş bir demiryolu ağı vardı Çin’de ama hazin olan o demiryolu ağının hiçbir köşesinin güvenli olmamasıydı. Tıpkı ülkedeki siyasi yapı gibi. Yani her şey göz boyamak anlamında kılıfına uydurulmuş, 21. yüzyılın kapitalist dünyasına eklenmek üzere inşa edilmişti. Ancak ‘dil’ yine yokluğun diliydi. Bu dilde insan ve yaşama verilen değer yoktu, demokrasi yoktu, bilim de...‘Demokrasi ve bilim. İhtiyacımız olan budur’ diyordu Ai Weiwei. ‘Ama hükümet buna inanmayı reddediyor. Demokrasiye inanmamız, bilimsel bir toplum olmamız gerek, ancak böyle başa çıkabiliriz önümüzdekilerle. Ama buna hiçbir zaman inanmayacaklar, halkın yönetimine izin vermeyecekler.’***Ne tuhaf! Çok uzak bir ülke olmasına karşın Çin’in bugün yaşamakta olduğu sıkıntıları okurken Türkiye’yi düşündüm. Ai Weiwei’in ifade ettiği biçimde temelde ihtiyacımız olanın demokrasi ve bilim olduğunu bir kez daha teslim ettim. Dahası, ince bir yağ tabakasıyla kaplı Beijing Nehri’ne paralel olarak uzanan puslu Tongzhou otoyolunda giderken etraftaki ‘karaktersiz, kör pencereli, beton ve çelikten mezar taşlarını’ andıran küreselleşme icadı gökbloklara tanıklık ettim. Beijing, Manila, Bogota, Yeni Delhi, İstanbul... Dünyada, bu tür metropollerin banliyölerinin hemen her köşesini sarmış olan rezil binaların arasına sıkışmış irili ufaklı insanlık trajedilerine rastladım. Ve esas olarak insan hayatının Çin’de de pek bir değer taşımadığını fark ederken, yeni totaliter yapıların hep buralardan beslendiğini düşündüm. Böylesi bir dilsizlikten... Buralardaki koşulların, adaletsizlik ve antidemokratik yaklaşımlarla donattığı bu dilsizlikten ürktüm. Batılı güçlerin böylesi montajcı, ucuz emek diyarlarına onay vermekte pek de zorlanmadıkları bu suskunluğu çok tanıdık buldum. Adaletin, hukukun ve özgürlüğün es geçilmesine göz yumarak pekiştirilen bu dilsizliğin yeni dünyanın dili olmasından korkarak takip ettim Tongzhou otobanını. Tarzları ve malzemeleri aynı olan binaları ve bu binaların benzer öykülerini.***Ama yine de Ai Weiwei’in sözleriyle bitirmek istedim yazımı: ‘Özgürlüğü zindana atarsan kanatlanıp kaçar ve bir pencerenin eşiğine konar.’Kısacası, geçmişin ‘yollar yürümekle aşınmaz’ diye toplumu paralize etmiş Adalet Partisi’ne bir gönderme yaparak ‘yollar bal gibi de yürümekle aşınır’ da diyebilirdik buna! Şimdiki zamanın adalet sözcüğünü partilerinde onurla taşıyanlara bir başka gönderme yaparak. (Ülkede adalet namına hiçbir şey kalmadığını bir kez daha hatırlayarak.)***Babalar! Gününüz kutlu olsun. Evlatlarınıza, iyi ve dürüst olmanın korkulacak bir şey olmadığını anlatın, olur mu?
Siyasi iktidarın son seçimlerden sanki büyük bir zaferle ayrılmış gibi davrandığı, hatta bu seçimler hiç yaşanmamış gibi takıldığı şu ilginç süreçte bir okur mektubu ulaştı bana. ‘Olaylar böyle gelişirken siz hâlâ dişi bir dilden bahsediyorsunuz; bu neyin nesi?’ diye soruyordu. Dilim döndüğünce anlatayım, hatta bir örnekle de besleyeyim anlatacaklarımı.Everest Yayınevi ilginç bir dörtlüyü dilimize kazandırmaya başladı. Dünya çapında ün kazanan ElenaFerrante’nin 1700 sayfalık ‘Napoli Romanları’nın ilk cildi dilimize kazandırıldı. Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım (çev. Eren YücesanCendey). İki kız çocuğunun Lila ve Lenu’nun hikâyesi bu. Şık Napoli’nin yoksul mu yoksul arka sokaklarında iki yoksul kız çocuğunun serpilmeleri, büyümeleri, hayatla tanışmaları ve yazarlıkla bu hayatı taçlandırmaları dört ayrı kitaba yayılarak çarpıcı bir anlatıya dönüşüyor. Gergin, rekabet dolu, zaman zaman sevgiden beslenen bir nefrete kayan, canlı, hayat kokan, soluk soluğa bir ilişki var bu kızların arasında. Sırf bu yüzden bile kitabı okumanızı önerebilirim!Otoriter dil ve metinlerGelelim burada tartışmak istediğim asıl konuya: Bu kitabın yazarı takma bir ad kullanıyor. Son zamanlarda onun bir erkek yazar olduğu tartışmaları ise neredeyse kitabı gölgelemeye başlamış durumda. Fakat kimisi de onun kesinlikle kadın bir yazar olduğunu iddia ediyor. Zira karakterler ancak bir kadın kaleminin yakalayabileceği dişilikte ve kadınlıkta! Kısaca hemen hiçbir erkeğin göremeyeceği detayların hakim olduğu karakterler bunlar. Kadınların yaşam yolundaki girdaplarını, en olmadık duvarlara kapılar çizerek bir sonraki fasıllara geçişlerini Ferrante’nin kalemi tereyağından kıl çeker gibi aktarıyor. Dahası bunu yaparken, hem Ferrante’nin kalemi hem de bu kalemin yarattığı kadın kahramanlar doğrusal (lineer) akış diyebileceğimiz ve yaşamımızda karşımıza çıkabilecek, adına otorite denilen ve erkek egemen sesle dillendirilen ne varsa onu altüst ediyor. Bu erkek egemen bir hükümet de olabilir, ikili ilişkilerde çaktırarak ya da çaktırmadan karşındakine üstünlük taslayan bir sevgili de. Fark etmiyor. Hiyerarşi başladığında ve bu hiyerarşi sizi, hiyerarşi koyanın konumuna göre altlara, en altlara göndermeye, yok saymaya eğilim gösterdiğinde, evet hiçbir şey fark etmiyor! Erkek egemen dilin en belirgin otorite kurma biçimidir bu işte.Ferrante bu yüzden bana göre bir kadın yazar. Ancak yine bence buradaki asıl sorun, yazarın değil, metnin dişiliğini tartışmak! Örneğin Tolstoy’un AnnaKarenina karakterine Tolstoy’un merceğiyle bakmıyoruz artık. AnnaKarenina gerçek bir kadın kahraman olarak karşımızda duruyor ve bizi ilgilendiren de o oluyor.Yazının cinsiyetiO zaman şu soru geliyor akla: Yazının cinsiyeti olur mu?Ben yazının cinsiyeti olduğuna inanan biriyim. Ve bu, kanımca, yazarın cinsiyetinden bağımsız bir cinsiyet. Yani bal gibi bir erkek de bir ‘kadın yazını’ ortaya koyabilir. Ancak bunun tam tersi de olabilir! Yani sistemin ikiliklerini besleyen, kadını hep tali yollara iten kadın yazarlar da var. Üstelik sayıları hiç de az değil. O halde ikinci olarak sorulacak soru şudur. Kadın yazınından ne anlıyoruz?Erkek egemen dile karşı, içerden bakarak, örneğin DorisLessing’in Altın Defter adlı kitabındaki AnnaWulf’un, Halide Edip’in Handan karakterinin ya da Latife Tekin’in Muinar karakterinin varlığında hissettiğimiz, kadını kadına ve sonrasında kadını yaşama taşıyan bir dildir bu. Tekrar okurumuzun dikkat çektiği noktaya dönecek olursak: Bu dili erkekler siyaset alanında öğrenebilir mi? Erkek bir politikacı da, isterse, gerçekten bu yola baş koyarsa ‘dişi bir dil oluşturulmasına katkıda bulunabilir’ diyelim ve şimdilik noktalayalım.(Daha keskin bir örnek isteyenlere: AKP hükümeti erkek egemen dil için paha biçilmez bir örnektir, gerisini siz kurgulayın da diyebiliriz.)
Boş bir sabah saati yakalayınca kendimi karşıma ilk çıkan ayakkabı dükkânına attım. Öylesine. O esnada içerdeki tansiyon yükselmişti. Tam ‘Sabah sabah bu ne yahu!’ diyecektim ki durumun daha da vahimleşeceğine dair işaretler almaya başladım. Orta yaşlı bir adam elinde torbası (o torbanın içinde bir ayakkabı kutusu vardı, eyvah!) tezgâha vurmaya başlamıştı. Hani deriz ya ‘artist misin abi?’ Öyle bir haldeydi adam. Hem tezgâha vuruyor hem de ‘olmaz, böyle olamaz’ diye ufak çaplı kükrüyordu. Karısı bir ayakkabı almış, dar gelmiş, değiştirmek istemiş, sonra sorunlar çıkmış vs.Tezgâhtar oğlan, Allah tuttuğunu altın etsin, ‘Beyefendi bağırdığınız zaman sizi daha iyi duyuyor değiliz!’ dedi nihayetinde. Adam bir an şaşaladı sonra kaldığı tondan bir oktav düşük ama hâlâ kuyruğunu dik tutarak söylenmeye, inatla söylenmeye ve mağdur olduğunu iddia ederek hakaretler yağdırarak söylenmeye devam etti.Bir süre sonra adamla hiçbirimiz ilgilenemez hale geldik- ilgilenmek istesek bile! Zira hepimiz, istisnasız hepimiz, bu ‘hurracı’ insan tipinden fazlasıyla yorulmuştuk! En azından biz ayakkabı dükkânında o sırada bulunanlar...Adam sinirinden ve halka durduk yere sesleniş, halkı galeyana getiriş ve freni patlamış taraftar bulma eğilimli konuşma stilinden bir kuruş ödün vermeden mağrur bir edayla çıktı gitti. Meğer sonra yeniden gelecekmiş! Dönüşü muhteşem olacakmış, vs. Bu ne beyhude bir hırstı ya! Eminim eve gidince karısını da paylayacaktı. Çocuklarını, komşusunu, marketteki görevliyi, kısaca kendinden başka herkesi. Çünkü o hep haklıydı!Dükkânın sahibi omuzları çökmüş bir halde ayakkabı kutularına bakıyor, kim bilir neleri, hem de neleri hatırlıyordu. Derin derin nefesler çekiyor, başını sağa sola sallıyor ve bir yandan da ‘insanları oy yüzünden sinir hastası ettiler!’ deyip duruyordu.***Doğru teşhis! Hepimiz ufak çaplı sinir hastası olduk! Topluma sirayet eden bu öfkeli tonun menşeinde kimler var biliyoruz. Özellikle son 5-6 yılımız, arkada olup bitenleri örtbas edici öfke ve bazen ona eşlik eden ucuz sinizm tonuyla heder oldu. Bir ülkede siyasi bir partinin buna soyunduğuna inanmak önceden imkansız gelirdi. Ama böyle oldu işte. Partinin ‘kendi gibi olanlardan sesler’ korosu da yanındaydı elbette! Ancak iş burada kalmadı. Daha da vahimi oldu. Artık bu dili sadece belli bir grup tercih etmiyordu; toplum olarak bu yerlerde sürünen kıt sözcüklü dile, komşuda pişer bakarsın bir gün bize de düşer mantığıyla sahip çıkıldı, hâlâ da çıkılıyor.***Şimdi koalisyona gireceğiz ya, kim kiminle ne yapardan çok, ilk etaptaki temel derdimizin bu tansiyonu fırlamış ruh halini sakinleştirmek olduğunu keşfedelim artık. Herkesin birbirine ‘say babam say’ biçiminde algıladığı bu hayat görüşünün kimseye bir hayrı yok, önce şunu keşfedelim.Sonra mı? Sonra da iş yapalım elbette!Dümen çevirmeden, iş. Yoksulun, çocuğun, emekçinin nafakasını cebe atmaksızın, iş. Ülkenin gerçek çıkarlarını düşünerek ve yalancı pehlivanlara taviz vermeksizin, iş. Kabadayı belediye başkanı, külhanbeyi cumhurbaşkanı, ezberci başbakan, kadın düşmanı maço abi, düşünceden ve düşünmekten nefret eden kıskanç amca, kasetçi ve dümenci muhalefet tipi, hırsız milletvekili, tecavüzcü Coşkun, kifayetsiz muhteris bakan, dayak atan polis, yalancı hakim, okumayan öğretmen, şiddeti seven koca, iktidarı yücelten gazeteci ve yazar, gökdelen diken AVM takıntılı cukkacı müteahhit, ormanları kırpan nükleer enerjiye takmış sevimsiz insan modeli, sinir küpü vatandaş olmadan yaşama, insanlara, emeğe saygı duyarak ortaya çıkacak iş...İş; alın teriyle cilalanacak iş. Zira bu ülkede yapılması gereken TONLA iş var. Örneğin yerlerde sürünen eğitim politikalarının en kısa zamanda düzeltilmesi şart! Kadın hakları da öyle... ve nicesi. Velhasıl, yeni hükümetin hedeflediği kuralları çevreleyecek hale, öncelikle görgülü bir dille hayata geçecek ‘iş’ olmalı. Ayakkabı kutularından azade dürüst iş, nitelikli ve kapsayıcı icraat. İster erken ister geç, ister şimdiki seçim... Bunlar olmadığında, aynı tas aynı hamam.
Seçimler biter bitmez KA.DER tarafından kaleme alınan önemli açıklamayı es geçmek istemedim. Elimizdeki veriler geride bıraktığımız seçimi, kadınlar lehine dönüştürebilecek ipuçları taşısa da katedilecek yolun çetrefillliği ortada. Türkiye 453 erkek milletvekiline karşı 97 kadın vekil ile (bu konuda HDP’ye özel teşekkür!) Meclis’i açacaksa, yakın geçmişte tanık olduğumuz sorunlar bir biçimde devam edecek demektir!Seçim gecesi, erkek yorumcuların çokluğu bu konudaki hassasiyetin tam olarak dile gelmesine olanak sağlamadı. Yoğunlaşılan temel konular ağırlıklı olarak hep ekonomi üzerineydi. Oysa bu ülkenin Meclis’te kadının yüzde elli oranında temsili en az ekonomik istikrar kadar önem taşıyor. Kadına uygulanan şiddet konusunun Meclis’te nasıl temsil edilip ülke geneline ne şekilde yayılacağı yakın gelecekte belli olacak. Umarım bir şeyler gerçekten değişir! Biliyorsunuz, Özgecan Yasası olarak anılan ve kadına karşı işlenen suçlarda iyi hal durumundan cezai indirimler kaldırılmalıdır şeklinde acilen beklediğimiz bir yasa var (HDP ve CHP’ye bu konuda gösterdikleri hassasiyete bağlı olarak bir kez daha özel rica). Dahası kadın milletvekillerinin bakan olarak karşımıza çıkması da çok önemli. Yeni kurulacak hükümette bakanların ve bakan yardımcılarının yarısı kadın olmalı. Gerçek bir Kadın Bakanlığı’nın kurulması elzem. Dahası başta Anayasa Komisyonu olmak üzere, Meclis özelindeki tüm komisyonlarda üyelerin yarısı kadın milletvekillerinden oluşmak durumunda. Ve hiç kuşku yok ki tüm bakanlıklar, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği-son yıllarda yaşadığımız o feci eşitsizliği- giderici politikalar üretmeliler. Yeni Anayasa yapılırken kadın örgütleri mutlaka ama mutlaka sürece dahil edilmeli. Ve şu imam nikahı işi…Hemen, zaman geçirmeksizin yeniden elden geçirilmeli. Çocuk yaşta evliliklerin önüne geçmek durumundayız. Şimdilik düştüğüm acil notlar böyle… Ve dil…Meclis’teki erkek egemen dilin eritilmesi gerekiyor. Lütfen küfürsüz, ortak bir payda bulmaya çalışan, sağduyuyu işaret eden dişi bir dil oluşturulsun artık.Bütün milletvekillerini kutluyorum ama kadın milletvekillerini biraz daha fazla!
Bugün bize düşen gidip oy vermemiz. Daha demokratik bir ülke için. Oy kullanmayıp yurtdışına kalkıp gidenler var ya... 3 yıldır sandıklarda gözünü kırpmadan bekleyen gönüllü bir arkadaşım veryansın etti dün. Avukat arkadaşları Fransa’daki bir tenis turnuvasına, maçları izlemeye gitmiş. Kıbrıs’a tatile gidenlerden de bahsetti arkadaşım... Cümleler hep aynıymış: ‘Nasıl olsa hiçbir şey değişmeyecek.’ Siz böyle dediğiniz için hiçbir şey değişmiyor millet, bilesiniz. Tatil bekleyebilir, maçlar da. Bu ülkenin bekleyecek hali kalmadı, inanın.***Yineleyelim o zaman: Bugün mucizeleri gerçekleştirecek olan insanlardır. Aranan, özlem duyulan bir gerçeklikse, o gerçekliğe ulaşmanın en önemli adımı, bunu eyleme dökebilmektir. Ve bu eylem hiçbir zaman dışardan gelmez, gelmeyecektir. Bir gün bu ülke değişsin de ben de ona takılırım diyorsanız, bilesiniz ki, bu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek gri renkli küf kokan beter bir hayaldir. Belki kabus desek daha doğru. Üzgünüm, ama öyledir.Ve Kavafis’in dediği gibi bu şehir, bu ülke, bu diyar nereye giderseniz gidin, hem de onu hep es geçtiğiniz haliyle, hep peşinizden gelecektir.Özgürlüklerimizin ve eylemlilik halimizin iradesini elimizde tutabilmek, böyle gelmiş böyle gider ‘mantıksızlığının’ önüne geçebilmemizin yegâne teminatı.İnsan doğası için bir şey söyleyemiyorum. İnsan doğası şaşabilir. İnsanız, bir gün iyiyken, öteki gün çıldırabiliriz. Shakespeare’in vicdanı kan gölüne dönen Lady Macbeth’ine ya da dürüstlüğü yüzünden ikiyüzlülüğün çıldırtıcı kutuplarında kendini yitiren Hamlet’ine dönüşebiliriz. Bunlar mümkün... Ancak bizim çok daha net bir sabitliğe ihtiyacımız var bu ülkede. Bir yazar, bir edebiyatçı olarak da, evet, siyasi bir kaidenin, bir tutarlılığın varlığına duyulan ihtiyaçtan bahsediyorum. Her gün anayasal anlamda çiğnenen yasaların ülkesinde yaşamayalım artık. Bu ülke bunu hak etmiyor. Bizler bunu hak etmiyoruz. Çocuklarımız bunları hak etmiyor.Sonsuz ihtimal, der Hannah Arendt, yeryüzündeki yaşamımıza ait gerçekliğin altını çizerek. O sonsuz ihtimal, o mucize insandadır. Bunu elimizden almaya çalışan her kim ve her neyse, ona dur demek sadece bizim elimizdedir. Ve özgürlüğünü (özellikle tutsaklığını demiyorum) kontrol edebilen insan, siyasi anlamda her şeyi gerçekleştirmeye muktedirdir.Haydi Türkiye. Bu kritik seçimi alnımızın ‘teriyle’ atlatalım. Bir seçim deyip geçmeyin, bu önemli bir seçim.***Daha güler yüzlü bir seçim yazısı yazmak isterdim. Ancak bu ülkede yitirdiğimiz çocuklara yenileri eklendi. Cuma günü iki çocuk daha öldü Türkiye’de. Bunun ötesi yok. Mazereti de yok. Çocuklar sağ kalamıyor, dikiş tutturamıyorlarsa bu ülkede, önümüzdeki yol daha çok zorlayacak bizi demektir. Son derece üzgünüm.