Bir kahve makinesine ihtiyacım var. Girdiğim dükkândaki orta yaşlı adam son derece anlayışlı biri.‘Makineyi görebilir miyim?’ soruma, tahmin ettiğim bir nezaketle ‘elbette’ diyor. Tezgâhın önündeki ilk kutuyu açtırıyorum. Beğeniyorum, alacağım.Elim nedense açılmamış diğer kutuya uzanıyor.Anlayışlı tezgâhtar, nüktedan bir biçimde ‘Biliyor musunuz’ diyor ‘Almanya’da bizim halk için bir araştırma yapmışlar. Kutu açtırıp, sonrasında açılmamış kutulu ürünü alanların yüzde 90’ı bizimkilermiş!’Sadece beni değil, o sırada dükkânda bulunan çoğu insanı gülümseten bir açıklama oluyor bu. Oradan birisi sesleniyor:‘Başka şeylerle anılacağımıza, bırakın bununla anılalım!’***‘Öykülere Asla Girmeyecek Kişilerden Bir Derleme’ diye bir öyküsü vardır John Cheever’ın. Yedi maddelik bir öyküdür bu. Aslında üç aşağı beş yukarı bildiğimiz şeylerdir. Örneğin bir rugby maçında yanlışlıkla topun kucağına düştüğü kız, o an için vardır da sonrasında hiçbir şeye konuk olamadan, sessiz sedasız sahneden ayrılır.Yukardaki anekdot da böyle bir şey işte. Türkiye deyince nüktedan tezgâhtarın halkımıza mal olan, insanı gülümseten öyküleriyle değil, şiddet ve gerilim öyküleriyle anılıyor ve çaresizce bu hazin öykülere ilikleniyoruz. Evet, bu topraklara nicedir mühürlenmiş ‘başka şeylerin’ kestirmeden toprağa düşen acı öyküleriyiz.Son bir ayda yaşadıklarımız, bastıran sonbahar yağmurlarının ilk denemesiyle bertaraf edilebilecek halde değil. Son bir ayda Türkiye, kâbuslarının en beterini yeniden yaşamaya başladı. Bir yerde mayınlar patlıyor gencecik askerler ölüyor, diğer tarafta öldürülen fidan bir kadın bedeni çırılçıplak soyuluyor.Ne olursa olsun, yalnızlığa bırakılan genç cesetler ülkesi Türkiye. Başka şeylerin adı bu oluyor yine.Şiddet, kan ve düşmanlığın ülkesi.Yarım kalmış hayatların unutulmaya mahkum öykülerinin diyarı.Ayrı ayrı yoksul evlerde, duvarlardaki fotoğraflarda yarım kalmış hayatların bahar tebessümünün toplamı: Genç ölüler diyarı, Türkiye.Yüzleri, devamı asla gelmeyecek mevsimlerin, hızlı çekim özeti olan insanların ülkesi, bizim ülkemiz. Biz.Ve hemen her sefer olduğu gibi kanın ayrıştırılmasına tanık oluyoruz. Hırs ve öfkeyle başlatılmış suni bir savaş esas bir savaşa dönüşmek üzere. Ve şaşkınlıktan başka sarılabileceğimiz bir fiilin varlığından söz edemiyoruz. Oysa ki başka filler var. Bunların başında da şiddete dur demek geliyor.Bunları yazmaktan bezdim ama yine de yazacağım:Bu çocuklar Türkü ve Kürdüyle HEPİMİZİN ÇOCUKLARIDIR. Ve bu çocukların kanının akmasını durdurmak zorundayız.Bambaşka hikayelerin uzun soluklu kahramanları olabiliriz. Hatta kahraman olmamıza bile gerek yok. Kendi halinde yaşarken bile bunu başarabilir, toplumdaki şiddetin erimesine katkı sağlayabiliriz.***Sevgili okurlar, bütün bu olup bitenlerde savaşı isteyenlerden yana olmayınız. Siyasi görüşünüz ne olursa olsun bu kirli oyuna gelmeyiniz. Savaş bu ülkeye sadece acı ve genç ölümler getirmiştir.
‘Acıyı hangi dile tercüme etsek şimdi yalan olur Pollyanna’(Pollyanna’ya Son Mektup, Didem Madak)Şu Pollyanna’ya resmen kızgındım. O da bunu hissetti mi nedir, bangır bangır televizyonu açmış, profesörlükten rektörlüğe, rektörlükten milletvekilliğine bir çırpıda sıçramış kimilerini kahır dolu bakışlarla seyrederken, çat kapı geliverdi. Üzerinde 23 Nisan balerin kıyafetleri gibi tüylü kıyafetler, pembe pembe gülümsüyordu. Bu kadın hiç büyümeyecek yarabbim! Bir süre sustuk. Sonra yine o konuşmaya başladı. ‘En son ne okuduğumu sorarsın ukala ukala sen şimdi!’ dedi. ‘Ama bu sefer çok şaşıracaksın!’Neymiş?BertoltBrecht’in ‘Köpekbalıkları İnsan Olsa’ adlı öyküsünü okuyormuş. Bak sen! Doğrusu bu öyküsünü hiç duymamıştım Brecht’in. Nasip bu balık etli Pollyanna’yaymış.‘Ee, ne anlatıyor bu öykü?’ dedim sabırsızca.Öykü ‘köpekbalıkları insan olsalar, küçük balıklara daha nazik davranırlar mıydı?’ sorusuyla demir alıyordu. Bunun üzerine öyküdeki adam, Bay Keuner de Pollyanna sana söylüyorum ey ahali sen de işit diye anlatmaya başladı öyküyü:‘Sevgili Pollyanna, köpekbalıkları insan olsalar içi bitkisel, hayvansal her türlü yiyecekle dolu koca koca kasalar yaptırırlardı küçük balıklar için. Minik balıkların canları sıkılmasın diye de arada birçok renkli su eğlenceleri düzenlenirdi, neşeli balıkların etleri kara kara düşünenlerinkinden daha lezzetli olurdu çünkü;Sevgili Pollyanna, koca koca kasalarda minik balıklar için okullar da eksik edilmezdi kuşkusuz. Burası daha da önemli: Bu okullarda nasıl yüzerek köpekbalıklarının gırtlağından içeriyi boylayıverecekleri öğretilirdi onlara. Başlıca sorun, Sevgili Pollyanna, küçük balıkların moral eğitimleriydi. Hayatta en yüce ve en güzel şeyin kendini güle oynaya feda etmek olduğu, köpekbalıklarına inanmaları, hiç duraksamadan inanmaları gerektiğini küçük balıklara öğretmek gerekiyordu. Söz konusu geleceğin ancak köpekbalıklarının sözünü dinlemeleri durumunda kesinlikle sağlanabileceğinin kafalarına yerleştirilmesi zorunluydu;Sevgili Pollyanna! Köpekbalıkları insan olsalar kuşkusuz kendi aralarında da savaşlar yapacak başka köpekbalıklarına ait balık kasalarını ve yabancı balıkçıkları ele geçirmeye çalışacak, söz konusu savaşları da kendi balıkçıklarına yaptırtacaklardı. Kendi balıkçıklarına, onlarla diğer köpekbalıklarının balıkçıkları arasında derin bir ayrımın varlığını öğreteceklerdi. Balıkçıkların birbirlerini anlayamayacaklarını açıklayacaklardı;Dahası Sevgili Pollyanna, savaşta başarılı olanların göğsüne deniz yosunundan madalyalar takılacak ve kendilerine kahraman unvanı verilecekti;Sevgili Pollyanna, köpekbalıkları insan olsalar küçük balıklar arasında belli bir sıralama yapılacak ve aralarından bazıları belli mevkilere getirilip, ötekilerin başına geçirilecekti. Bu da köpekbalıklarının işine gelecek, çünkü o zaman kendileri irice lokmalara kavuşacaktı. Ve büyük makamlardaki balıkçıklar küçük balıklar arasındaki düzeni sağlama görevini üstlenecek, kasalarda öğretmenler, subaylar, mühendisler vb. bulunacaktı. Sözün kısası, köpekbalıkları insan oldular mı, ancak o zaman denizde bir uygarlıktan söz açılabilecekti.’Yüzüme baktı Pollyanna, ‘Tamam...’ dedi. ‘Aslında PollyannaPollyanna olalı böyle zulüm görmedi; yine de ufaktan galip çıktığımı söyleyebilirim’.‘Her şeyi anladım da nasıl galip çıktığın konusunda kafam biraz karıştı!’ dedim.‘Dalga mı geçiyorsun? Şükürler olsun ki köpekbalıklarının insan olma şansı hiç yok!’ dedi fırfırlı sesiyle Pollyanna. ‘Yeryüzünde olmayan dirlik onlarda var hayatım.’***Yaşlı dünyamız Brecht’i haklı çıkarıyor; gencecik, yoksul çocukların kanı dökülmeye devam ediyor.
‘1994 yılında bizi köylerimizden çıkardılar ve buraları yaktılar. Uzun yıllar hiç gelemedik. Daha sonra yazları gelmeye başladık. Dört yıldır da yaz kış burada yaşıyorum. Bizler devletin izniyle buralara geldik. Bugün ise bizi bir kez daha yaşadığımız yerlerden koparmaya çalışıyorlar. Buraları boşaltma tebligatı aldık ama artık buraları terk etmeyeceğiz.’Tunceli’ye bağlı ilçelerin birinden yükselen ses. Valiliğin, 4-19 Ağustos 2015 tarihleri arasında 14 bölgeyi özel güvenlik bölgesi ilan etmesinin ardından CHP Ankara milletvekili Levent Gök öncülüğündeki bir heyetin değerlendirme raporundan alıntıladım bu cümleleri. Rapora göre kaymakamından çobanına herkes eski çatışma ortamına dönülmesinden son derece tedirgin. Sadece onlar mı? Olayı gerçekten görebilenler, hepimiz tedirginiz.Gerçek mi? Türkiye hak etmediği bir yere doğru sürükleniyor. Silahların bugüne kadar asla çözemediği o dipsiz kuyuya.***Parmaklarımı doluyorum birbirine, sonra tekrar çözüyorum. Bindiğim arabada bir ses: ‘Ülkemizi içine kapatmaya çalışan yabancı güçler var.’ İktidar yanlısı bir kanalın edebi cümlelerle süslenmiş belagat yüklü gece bültenine, verecek cevabım bu oluyor; parmaklarım sıkıca tekrar dolanıyor birbirine. Günlerdir siyasi bir iklimin bulandırarak büyüttüğü sıcak, bu gece, bu gece bültenindeki zıvanadan çıkmış sözcüklerle dayanılmaz halde. Günlerdir o siyasi iklimin kendi ateşine kapatmaya çalıştığı ülke, ilk kez bu kadar cevapsız bırakıyor beni. Parmaklarımı doluyorum birbirine, çözüyorum sonra. Yine de içimdeki sözcüklere, içimden dışarıya vuran o nem patlamasına engel olamıyorum işte: ‘Ülkemizi içine kapatmaya çalışan yabancı güçler varmış... Yahu kim inanıyor bunlara! Bu bültenleri yazanlar mı? Yazdıranlar mı? Seyredip dinleyenler mi? KİM? Ve neden? Aynı hilelere, neden? Bunca şeye tanık olduktan sonra yoksulluktan inanca, sevgiden kana, neden bu savrulma? Neden her şey birbirini soğuruyor ve hiçliyor böyle? Neden her şey bu kadar zalim ve aynı zamanda bu kadar vurdumduymaz kendine?’***‘Müsait yerde ineyim’ diyerek sıcaklığı delinmiş grimsi bir karanlığa bırakıyorum kendimi. İyi de oluyor, parmaklarım özgürleşiyor. Ve o sırada düşüyor aklıma ‘Körlük’. 1998 yılında Portekizli yazar Jose Saramago ‘Körlük’ adlı romanını yazdığında bir salgın hastalık gibi aktarmıştı körlüğü. Bir adam araba kullanırken, yeşil ışığın yanmasını bekleyeyim derken bu hastalığa tutuluyordu. Sonra bu körlük bütün şehre yayılıyordu. Öldürücü değildi; ama daha beterini yapıyordu. Toplumun içerisindeki bütün değerleri altüst ediyor ve ahlak diye bir şey bırakmıyordu. Cinayetler, tecavüzler, hırsızlıklar gırla gidiyordu. Ve toplum buna ‘kör kör’ tanık oluyor ve hiçbir şey olmamış gibi pejmürde hayatına kaldığı yerden devam ediyordu. Herkes telef oluyordu. Özellikle de zayıf olanlar. Akıp gidiyorlar ve karakter olarak tümden siliniyorlardı. Ancak bu bile normalleştirilmişti. Birileri gidiyor, yerleri hemen dolduruluyor, sonrasında onlar da toz olup gidiyordu. Her şeyde düzeysizlik mevcuttu; kir ve bencillikse had safhadaydı. Tüyler ürperticiydi hemen her şey. İştahlı bir mağara gibiydi körlük. Yutuyor, ha bire yutuyordu her şeyi ve herkesi.Ancak... Kitabın umutsuzca bitmediğini söylemeliyim. Evet mutlaka söylemeliyim.***17 Ağustos; o buruk yıldönümü. Her yanıyla tekrar tekrar düşünmemiz gereken, hiçbir boyutuyla unutulmaması gereken bir mihenk taşı. Ancak bu mihenk taşının kentsel dönüşüm demek olmadığı da ortada...
‘Önemli olan, (hafif bir öksürük) değişen koşullara göre (hafif bir öksürük daha), milli iradeye saygıdır.’Muhtarın Acil İlkyardım El Kitabı’ndan***‘Desert Dancer’ (Çöl Dansçısı), İranlı dansçı Afşin Gaffariyan’ın yaşadıklarının ardından Paris’e yerleşmek durumunda kalışının öyküsü. Film, gerçek bir hayat hikayesini anlatıyor.Öykü şöyle gelişiyor: 2009 yılında arkadaşlarıyla, gizliden gizliye bir dans okulu kurar genç dansçı. Dansın her koşulda yasaklandığı, ayıp ve günah sayıldığı İran İslam Cumhuriyeti’nde yetişmiş biri olarak çok zorlanır, tahmin edeceğiniz gibi. En son seçimlerin hiçbir işe yaramadığı ve halkın ‘oyum nerede?’ sorusunu sorarak yürüdüğü esnada ise yakalanır. Ve tam öldürülecekken kıl payı polisin elinden kurtulur.Biraz çıtlatalım: Eski cumhurbaşkanı Hatemi’nin yakın dostu olan Musavi 2009 yılında Ahmedinejad’a karşı adaylığını ortaya koyar ve halkın büyük desteğini kazanır. Ancak bu coğrafyada halkın büyük desteği demek ‘tehlike çanları’ demektir! Hele ki reformcuysan! Reformcu Musavi’ye açıkça gösterilen destek yeterli olmaz ve Ahmedinejad, yüzde 64 oyla seçimden galip çıkar; Musavi yüzde 34’ün altında oyla ikinci olabilmiştir. Nahoş bir durum vardır ortada. İran kedileri trafolara girmiştir bir kere!Seçimden bir gün sonra 13 Haziran 2009’da, ülke çapında büyük bir protesto başlar. Reformcu Yeşil Hareketi temsil eden herkes sormaktadır: ‘Oyum nerede?’. Hükümetin talimatıyla bastırılan gösteriler sonucunda onlarca kişi ölür, haftalar süren protestolarda binlerce insan gözaltına alınır.Ve iş bununla da kalmaz. Bunları takip eden birkaç ay boyunca, göstericilerin kimi yargılanır kimi asılır. Protestolar devam ederken, reform yanlısı birçok bağımsız gazete kapatılır. Kimileri için ev hapsi başlar. Ve daha neler neler... Filmde Gaffariyan’ın yakalanması da bu sahnelere denk düşer işte.Filmin çöldeki dans sahnelerinden çok etkilenmiştim. Aynı zamanda halkın ‘oyum nerede?’ yürüyüşünü de bambaşka bir etkileşimle seyretmiştim. Yasaklar, bitmeyen baskılar, sonu belirsiz bir gidişat... Bu coğrafyanın diliydi bu! Dahası her gelenin ilk başta muhalif bir umut sunar gibi olması, sonrasında eleştirdiği iktidarın diliyle kenetlenmesi de ayrıca mim konulması gereken bir husustu. Ahmedinejad’ın liderliğinin kan gölüne dönmesi tam da bunun kanıtıydı. Ve bu coğrafyadaki daha nicelerinin!Oyum nerede?Bu noktada halkın ‘Oyum nerede?’ sorusu çok önemliydi. Öyle ya bir halkın en doğal tepkisi olmalıydı bu. Seçiminizi yapıyorsunuz ama bir de bakıyorsunuz ki aynı tas aynı hamam... Daha beterinden, daha baskıcı bir çemberin içine alınmışsınız! Demokrasi umudunun tümden çöpe atıldığı yerdesiniz. Bir ülkenin temellerinden sallandığına tanıklık etmektesiniz. Dahası, aslında en fecisi ise bu kanlı rejimi hâlâ ateşli bir şekilde destekleyenlerin ablukası altındasınız. Polisiyle, sansürüyle her şey size karşı. Bir kez daha!Gelelim Türkiye’ye. Türkiye’de kimilerinin kafa karışıklığı devam ederken, vahşi bir yanılgının içine doğru sürüklenmekteyiz. Oylarımızın resmen çöpe atılmak üzere olduğu bir döneme girmekteyiz. Oysa Türkiye seçimini yapmıştır. Kimilerinin bir türlü anlamak istemediği seçimini... Türkiye koalisyon istiyor. Türkiye başkanlık rejimini istemiyor. Türkiye çoğulluk ve barış istiyor. Sandıktan çıkan budur.Buna karşın, bir takım nahoş durumların üstü kapatılsın diye ‘savaş borularının’ öttürüldüğü bir dönem bu. Savaşı kim ister sorusunun sümen altı edildiği ve gerçeklerin sürekli olarak gölgelendiği bir dönem. Milli irade dediklerinin sadece kendilerini ‘destekleyenlerin’ oyu biçiminde karşılık bulduğu bir dönem. Bir kum fırtınası ki sorma gitsin...Ne diyeyim: Yazık bize!***‘Yazık bize.’ Bu sözü bana geçen gün bir bakkal söyledi. Daha ciddi bir şeyler söylememi bekliyordu cevap olarak. ‘Serinkanlı olalım, serinkanlı düşünelim’ dedim ona; ‘sen şimdilik muhtar olmamaya gayret et, o bile yeterli!’
Bir yaz düğünündeyiz. Arada kulağıma eğilerek, yıllardır üzerinde çalıştığı filozofu anlatıyor güzel ve akıllı bir kadın bana. ‘Yeri mi?’ Neden olmasın. Bayılırım böyle sapmalara. Sanırım o da... Varlığın anlamının neler neler olabileceğini fısıldıyor, sahnedeki ritim giderek yükselirken... Bense zihnimin bir köşesinden, dünden beri sayfalarını karıştırmakla haşır neşir olduğum Macar yazar PéterEsterhazy’ninnovellası Kalbin Yardımcı Fiilleri’ni (Everest Yayınları, çev. Gün Benderli) geçiriyorum. İnsanın zalimce tektipleştirilmesi üzerine vardığımız o kıyıda birlikte hatırlıyoruz! Neleri mi? Nasıl benzer tepkilerle aynılaştırıldığımızı, ta en köşesine itelendiğimiz o yeknesak yalnızlığı; bir çırpıda ne kadar da kolay bir biçimde yaşar-ölüler haline geldiğimizi, getirildiğimizi...Bu yaşar-ölü hale giydirilen boz renkli Ortadoğululuk ise her yanımızda, bunu hatırlamaya gerek bile yok, çünkü artık o biz, biz de oyuz. Boz renkli, yetim ifadeleriz. İlişkilerimizde, sözlerimizde, duygularımızda, tepkilerimizde, her yerde ve neredeyse her şeyde... Tüm bunları hatırlayıp hüzünlenmeye başladığımda, ‘ama’ diyor yine kulağıma eğilerek az önceki güzel kadın ‘İnsana dair bir şans hâlâ var.’Araya giren yoğun müzik (I am an alien, I am a legal alien; ben bir yaratığım, meşru bir yaratığım), iletişimi koparıyor o esnada ve ben o boşluğu kendimce tamamlıyorum; buna ‘insanın kendini yeniden yaratması!’ denilebilir. Haydi söyleyelim o zaman: Tüm bu olup biten saçmalıklara karşın insanın kendini yeniden yaratması, içindeki kendi gerçek benliğini keşfetmesi hâlâ mümkün. Yaratıcılığın bu konuda ‘prim’ verdiği ise çok açık. (Yaratıcılıktan ise reyting fırtınası turkuaz renkli adalarda geçen maceraları kastetmiyorum, anlıyorsunuz bunu.)Metnin anlattıklarıyla yaşamın kesişmesiGelelim Esterhazy’nin romanına. Anlatıcının (burada yazar), annesinin uzun süren sancılı bir hastalıkla gelen ölümünü aktarmasına tanık oluyoruz. Son derece Hollywood kurgulu (beklenilenler anlamında) bir senaryo olabilecekken, edebiyatın o sarsıcı gücü devreye giriyor ve bambaşka bir deneyimin içine düşüyorsunuz. Nasıl bir deneyim? Özellikle ikinci bölümde annenin bir ölü olarak varlığını ve yaşamı sorgulaması, size birçok şeyi yeniden düşündürmeye aday. Şöyle ki: ‘Burada ben de dahil olmak üzere herkes dayanılmaz derecede normal!’ diyor anne bir yerlerde. Ve normalliğin tanımını yaparken hiçbir sansür uygulamıyor. Normallikten ne mi çıkıyor? Besbelli ki birer sustalı maymuna dönüştürülmüş olmamız.Son derece farklı bir metin Kalbin Yardımcı Fiilleri. Başına buyruk ve özgür bir metin. Kendini tıkış tıkış hisseden insanların yüreğine su serpecek, tektipleştirmenin hemen her şeyinden bunalmış zihinlere ferahlık verecek cinsten. Özgür olduğu kadar da özgürleştirici, okuması sınavlı bir metin de. Fazla söze hacet yok, gerçek edebiyatın gücü budur. Kalbin ve edebiyatın yardımcı filleri, hayatın gerçek fiilleridir aslında. En olmadık yerde en olmadık biçimde size hakikati söyler. Ne olduğunuzu ve ne olmak zorunda olmadığınızı. Esterhazy de bizlere bunu hatırlatıyor işte.***Günün sözü: ‘Cumhurbaşkanı arayınca açmayacak mıyım?’Hidayet Türkoğlu
Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor: ‘Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?’ diye sorar Kubilay Han.‘Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavisi’ der Marco.Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:‘Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var o da kemer!’Marco cevap verir:‘Taşlar yoksa kemer de yoktur.’ (Görünmez Kentler, ItaloCalvino)***Zaman aşımına uğrasa da yazacağım. Haftanın başında kimilerinin rol model olarak seçebileceği MHP Genel Başkanı’nın konuşmalarına avalaval bakıyorum. Aval aval, evet. Çünkü normal bir ülkede, bir parti liderinin kendisinden başka bir partiye oy verenleri böylesi bir dilde ‘eleştirmesi’ üzerine direkt hukuk devreye girer ve gereken işlem neyse o yapılır.Ama ülkede hukukun yerinde yeller esiyor! Rüzgârlar içerisindeyiz.***Rüzgâr. Bir arkadaşımın aktardıkları düşüyor aklıma.Klima insanı değildir ama o sıcak günde bulunduğu bekleme odasının klimasına şükran duymak üzere.Ve bekleme odasındaki ekip. Hepi topu o ve yaşlı bir adam. Tesadüfen bir araya gelmiş o insanlardan. Tesadüf zaman ve tesadüf mekânların insanları. En azından kendisini böyle kandırabilir! Bir klinikte bekleme arkadaşlığı da denilebilir. Derken yaşlı adam telefonla konuşmaya başlıyor.‘Koçum dikkat et, her yeri bombalıyorlar. Aman uzak dur!’ diyor kendinden emin bir sesle.Bombalamak mı?Yine mi?Yine mi köyler bombalanıyor? Silopi? Yeniden? Allahım bu nasıl bir cinnet halidir ya! 90’ların kabus günlerine mi dönüyoruz yoksa? diye mırıldanmaya başlıyor arkadaşım (böyle bir karşılaştırma için bkz. Cenk Sidar’ın yazısı: http://www.diken.com.tr/turkiye-90lara-donmuyor-bu-zihniyetin-bizi-tasidigi-yer-cok-daha-karanlik/)Korkarak, çekinerek, klimanın dehşetengiz soğuğundan mı olayın vahametinden mi, ürpererek soruyor arkadaşım:‘Atladığım bir şey mi var? Yeni bir yerler mi bombalanıyor?’Deminden beri kibar kibar birbirlerine baş sallayan, klimanın ferahlığını, hemşirenin girip çıkmasını işaret eden sessiz muhabbetleri bu cümleyle ete kemiğe bürünüyor ama asıl, saçları kırlaşmış adamın sözleriyle ruh buluyor. Artık o nasıl bir ruhsa, anlayın işte... Bu ruhla celallenmiş haldeki adam başlıyor nakaratına:‘Her yeri bombalıyorlar her yeri!’‘Ne diyorsunuz siz yahu?’ diyor arkadaşım.‘Bırakın bombalasınlar’ diyor. ‘Pis teröristler...’O noktada işler biraz karışıyor sanki. Yaşlı adam ve arkadaşım göz göze geliyor ve bir müddet öyle kalıyorlar. Arkadaşım dayanamayacak, dayanamıyor:‘Bunlar erken seçim manevraları, biliyorsunuz değil mi? Soyup soğana çevirdikleri ülkeyi biraz daha...’Ağzında bakla ıslanmayan o çok iyi tanıdığım kadına dönüyor arkadaşım birden. Eminim birazdan alevleri de çıkar!‘Hanımefendi ben AKP’li değilim. Ben MHP’liyim’ diyor adam.‘Şu günümüz saraylısı halleri desenize...’ (Alevler)Yine bir müddet sessizlik. Arkadaşım ejderha halinden şikayetçi değil. Ya da biraz sıcak mı bastı ne?Az önceki hemşire yeniden giriyor içeri. Klimayı bir derece daha düşürüyor ya da arkadaşıma öyle geliyor.‘Naci bey?’ diye bakınıyor etrafa hemşire. Sanki Naci Bey’i klimanın serabında arar gibi bir hali var.‘Benim’ diyor Naci Bey ve arkadaşıma pis pis bakıyor.Arkadaşım hiç üzerine alınmıyor ve devam ediyor:‘Bu iş kanla olmaz Naci Bey’.Naci Bey giderayak heyecanlanmış durumda.‘Neyle olacak peki hanımefendi?’ (Hanımefendi’yi ‘sizin gibiler’ edasıyla söylüyor)Naci Bey... Şimdi bu alevlerle nasıl toparlayacak tam olarak bilemiyor arkadaşım. Ama mutlaka toparlayacak. Haydi. (toparlar, eminim) Ve öyle de oluyor:‘Demokrasiyle olacak, neyle olacak Naci Bey... İnsanlar demokrasiyi bir lüks olarak görmedikleri zaman. Bu iş kanla çözülecek iş değil. Sağduyu ve ölçülü bir cesaretle çözülecek bir iş. Hırsızlar kendilerini kanla saklamamalılar ve bizler, hepimiz buna izin vermemeliyiz’ diyor ‘makineli tüfek’ gibi!Oh be!Alevler usul usul sönüyor. Naci Bey, bu cevap tipinden mutsuz, kontratak geliştiremediğinden bezgin ve üzgün, hemşireye bakıyor ek zaman ister gibi, yok hemşire aceleci. Naci Bey zamanı olsa kim bilir neler derdi. Ama zamanı yok işte.İyi ki yok.***Yine de umutluyum. Savaş tektek taşlardan oluşan bir arbedeyse, barış da, neden olmasın, tek tek taşlardan oluşan bir köprü, kemer anlamına gelebilir. Barış yanlıları bu yüzden, tam da bu yüzden asla pes etmeyin. Hele bugünlerde!Şimdilik son not: Ahmet Ümit, sağ olsun, bu hafta okunacak kitabı işaret etmişti. Katılıyorum, tabii. Çetin Altan’dan VİSKİ!
‘Evlatlarımızı da, kendimizi de feda etmeye hazırız.’(Huzurlarınızda bir meçhul asker anıtına altın harflerle kazınmaya layık bir cümle! İmza ise, yer ve zaman tanımazlığıyla neredeyse anonim.)Bu şatafatlı sözün üzerine kendi halinde bir türküyle başlamak istiyorum yazıma.Hey onbeşli onbeşliTokat yolları taşlı.Onbeşliler gidiyorKızların gözü yaşlı.Neşeli gibi görünen bir ritme dolanmasına rağmen Çanakkkale’ye cepheye giden gencecik çocukların öyküsüdür bu türkü; bir yaz sabahına bir yaz şalı gibi sarılmış bir rüzgârdır. Kahramanlık marşlarında olmayan bir sahicilik vardır türküde. Savaşa gidenlerle savaşa gidenlerin yakınları ve sevenleri arasındaki o eşsiz ipekten bağa usulca dokunur, büyük sözler etmeden ateşin düşeceği yeri yakacağını hissettirir ve yaşama kaldığı yerden devam eder. Nereye kadar mı? Besbelli bir sonraki savaşa kadar! Değişmeyen bir yas kuralıdır bu: Savaşta gençler ölür ve en çok kadınlar ağlar.AnıtlarYukarda meçhul asker anıtı dedim ya, sırası gelmişken bunu biraz açayım. On yıl kadar önce Çanakkale’deki bir konuşmadan sonra beni ısrarla anıtın olduğu yere götürmek isteyen bir kadın vardı. Heyecanlı heyecanlı anlatıyor, ‘göreceksiniz oradaki o büyük kahramanlığı, insanların nasıl kahramanca kendilerini feda ettiklerini ve gurur duyacaksınız onlarla’ deyip duruyordu.Dönüş biletim yüzünden buna zamanım yoktu ve ayrılırken şöyle söylediğimi hatırlıyorum ona: ‘Keşke yaşasalardı. Bunca kahramanlığa, ölüme meydan okuma cesaretine rağmen, ufak da olsa bir yaşama seçenekleri olsaydı keşke.’Yol boyunca bir sürü şey düşünmüş sonunda tuhaf bir sahneye asılı kalmıştım. Babaannem ve birer fidanken Çanakkale’de yitirdiği dayılarına. Babaannem ne zaman onlardan bahsetse uzaklara dalar gider, gözlerine, hiç tanık olmadığım tuhaf bir perde inerdi. Savaş, bu inatçı kadının dilinde kocaman bir sessizlikti. Ve sanırım hiçbir anıt, onun gözlerindeki bu yas dolu perdeyi aralayabilecek bir güce sahip değildi. ‘Gençliğim eyvah’ o perdenin gerçek adıydı. Sadece başka bir türküde gezinen bir söz değil sahici bir feryat.***Kendi evlatlarına adacıkları layık gören bir zihniyetin ‘evlatlarımız’ dediği ve gencecik çocukları, kirli kirli planlarla topraklara bırakmaya niyetlendiği kritik bir döneme giriyoruz. Bir yandan da Nazan Üstündağ’ın belirttiği gibi ‘Bütün barış süreçleri birer mücadele sürecidir; devletlerin süreçten beklentisi ve örgütlerin beklentisi örtüşmez’ diye bir gerçek de var. Devletin ve örgütün birbiriyle restleştiği bir dönemde olduğumuz da aşikâr.Bunların hepsi gerçek. Ancak bir gerçek daha var ki hiç atlanmaması gerekiyor. Bu ülkede hâlâ kahramanlık ölümle sınanıyor. Ve insanlar buna inanıyor, inanmak istiyor.Sevgili okurlar bu ülkede çok genç insan kanı döküldü. Ve kan yaşamdan daha değerli değildir. Dünyanın hemen her tarafındaki meçhul asker anıtları bunun böyle olmadığını söyler ama tam da burada o çocukların annelerine, babalarına, yakınlarına sormak gerekir bu soruyu. Asıl cevap her zaman oradadır. Ve muhtemelen bayraklara sarılarak evlerine getirilen sessiz genç tabutlarda. Ve o genç tabutlar konuşamazlar. Ne yazık ki konuşamazlar.Bu yazıyı da BertoltBrecht’le bitirelim.Savaş istiyoruz!En önce vurulduBunu yazan.
Nazlı Eray’ın 70’li yıllarda çıkan ilk öykü kitabının adıdır ‘Ah Bayım Ah!’. Özellikle kuş olup giden Mösyö Hristo’nun öyküsü kaçmaz... Kitabı hâlâ okumadıysanız, yaşamınızda, özellikle fantastik edebiyatımız konusunda bir şeyler hep eksik kalacak demektir.Gelelim yazıma. Bu başlığı atmamın nedeni geçen gün HDP’li kadın milletvekili Nursel Aydoğan’a yöneltilen sözler. Duyar duymaz cinlerim tepeme çıktı. ‘Kadınlar gülmesin’den sonra şimdi de böyle bir lakırtı! Ve ardından dudaklarımdan Nazlı Eray’ın kitabının adı dökülüverdi:Ah Bayım Ah!‘Siz bu ülkenin kadınlarını ne sanıyorsunuz mösyö!’ diyesim geldi. Gülmesin, konuşmasın, mümkünse nefes alıp vermesin kadınlar, öyle mi bayım?’Diyeceksiniz ki ‘söz gümüşse sükut altındır ülkesindeyim n’aber, az bile söylüyorum, sen kendine bak!’ Ben de o zaman diyeceğim ki ‘Ah!’Ah ki ah!Reklamın iyisi kötüsü olmaz, kimilerine sirayet eder diye sözlerinizi tek tek yazmıyorum buraya. Esasen o sözleri yazmaktan utanç duyuyorum. Onca yıllık iktidarın biz kadınlara biçtiği role bakın demekten. Sırlar döküldükçe ortaya çıkana bakın diye vahlanmaktan.Ah bayım ah! Kadınları böyle susturamazsınız, bilmez misiniz? Hem kadınlar niye sussun kardeşim? Mümkünse kendinizi susturmayı deneyiniz.Birbirine düştükçe, kaybettikçe, sinirler gerilip, tozuttukça ortaya çıkana bakın siz. Böyle böyle son durağa varmak üzereyiz. Dış politikalarınızın iflas ettiği, çözüm sürecinin ağaca çıktığı, erken seçimle kurtulacağınızı umut ettiğiniz, bütün eleştirileri ketlediğiniz, ifade özgürlüğünü, muhalefeti kilitlediğiniz son durak. Arka arkaya sıraladığınız düzgün ama bu düzgünlükten hiçbir anlam çıkmayan cümleleriniz, pasif agresif ünlemleriniz ve ortaya karışık saçtığınız kadın düşmanı ifadeleriniz. Yorulduk bu sözlerinizden. Bence siz, anılarınızı yazmak ve genç kuşaklara ilham vermek üzere artık bu durakta ininiz!Geri kalan saçmalarla ne yapacağız? Merak etmeyin bayım. Saçmalarla, o saçmaların yarattığı saçmalıklarla uğraşmak için doğmuş bir milletin aziz evlatlarıyız biz. Boş yere, bomboş şeylerle, incir çekirdeğini doldurmayacak işlerle zaman kaybetmek nedir çok iyi biliriz.‘Amma abarttınız, ne var bunda, lafın gelişi söyledim’ diyeceksiniz şimdi.Ah bayım ah!Yetti. Lütfen söylemeyiniz. Allah aşkına söylemeyiniz!Bir zahmet, kuş olup politikadan uçuveriniz ve artık hiç değilse kadınlar konusunda susuveriniz. ‘Yürekliyim ben’ diyorsanız, mümkünse, enerjinizi Ankara Belediyesi ile yarım kalmış bir işe veriniz.Ah bayım ah!Gerçekten uğraşmanız gereken işlerle uğraşabilseydiniz keşke. N’olur samimi olup hiç değilse bunu teslim ediniz.***Bu konu daha çok su kaldırır. KA.DER bu konuda kararlı ‘kadın düşmanı, ayrımcı, cinsiyetçi, aşağılayıcı, ötekileştirici söylemler için özür bekliyoruz’ diyor. Ben bir özür değil, bin özür bekliyorum. Tüm bu maruz kaldıklarımız için...Ah bayım ah! O özürler gelmeyecek, onun yerine yine suçlu biz olacağız, onu da biliyorum.Hal böyleyken, Suruç’taki çocukların ardından sürekli okuduğum Didem Madak’ın ‘Ah’lar Ağacı’ şiirinden bir bölümle bitireyim:güçlü bir el silkeledi beni sonrasanırım tanrı’nın eliydi.sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,çok şey görmüşüm gibi,ve çok şey geçmiş gibi başımdan,ah... dedim sonraah!