‘Saatler geçmez gece kötü bir ışıkla aydınlatıldığında.’Pelin Batu, Kayıp Şeyler Divanı’nda ‘Bekleme Odası’ adlı şiirinden***Işıl ışıl ekranlarımızda ‘çokseslilik’ adına faşizmi, zaman zaman üstü kapalı, zaman zamansa alenen üreten sohbetler gırla gidiyor. Bu tip insanların açık oturumlara çağrılmasında gözetilen ‘denge’nin ise ne dengesi olduğunu hepimiz biliyoruz. Denge sözcüğünün kendi elleriyle ipini çekmek isteyeceği durumlar bunlar...Denge denilince, sözcüklerin anlamını yerle bir edip, havada uçuşmasına yol açan o kadar çok tanık olduğumuz durum söz konusu ki zaman zaman susmanın en faydalı eylem olduğunu düşünenlerdenim. Hani susarsak, sözcükler belki kendi küllerinden yeniden doğar ve ortadaki bu anlam kargaşası biraz sakinleşir diye bir umut işte benimkisi. Yersiz yurtsuz bir umut...ÇokseslilikBu albenili ekranlara baktıkça yeniden ve yeniden üzerinde düşünülmesi gereken en elzem sözcüklerden birinin ‘çokseslilik’ olduğuna inanıyorum. Özellikle de ekranlara insanları çağıran ekiplerden ‘çokseslilik’ ile ‘kakofoni’ arasındaki farkı yeniden düşünmelerini rica ediyorum. Işıklı ekrana davet ettiğiniz bu ‘insanların yarattığı mizansenler’ sadece kakofoni üretiyor, bilesiniz! Bir nevi iktidarın istediği şey yani. Kafalar karışsın, sözcükler havada uçuşsun, anlamlar yerle bir olsun, geriye kala kala faşizm yüklü hamasi sözcükler kalsın... Ve sonra bu hazin tabloya ‘özgür Türkiye tartışıyor’ densin.Burada söylemek durumundayım: İnanın ne bu ülke bu kadar ucuzdur, ne özgürlük ne de çokseslilik...Sezar ah Sezar!Ama Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeliyim... Milletin zihni bu kadar bulanıkken, pırıl pırıl magazin programlarının içinde uçuşan sözcüklere hayranım, hayran! Örneğin adına moda programları denen, ‘yahu bayram değil seyran değil bu neyin kamera şakası?’ diyeceğiniz o ‘parlak’ programlara.Ya şu ‘cicili bicili’ evlenme, evlendirme programlarına ne dersiniz? İnanın ‘absürt’ sözcüklerle diyalog yazma konusunda sıkıntı çeken bütün yazar arkadaşlarıma öneriyorum o programları. Boşluktan anlam nasıl yaratılır ya da fezada kaybolan bir iç çamaşır hissiyatıyla nasıl reyting alınır sorusuna inanılmaz cevaplar var orada. Sözcüklerin istifa ettiği yerdeki o yavruağzı tüllerle bezenmiş fildişi kulede yalancıktan üretilen o zaaf sözcükleri yok mu... Ah onlar. AH!***Belki tam da bu yüzden, ışıltılı ekranlarımız bu ‘yoğun ve derin’ duygu trafiğinin sözcükleriyle haşır neşirken, ABD’nin kendi vatandaşlarına ‘Türkiye’de kalabalık yerlerde bulunmayın’ mesajına verilecek yurdum insanı cevabında gezinen sözcükleri de tahmin edebiliyorum: ‘acı patlıcanı kırağı çalmaz’.Tamam tamam, sustum.
‘Hayat öğretir, eğitir, belletir, burnumuzu sürter, acıtır, incitir, ezer, hiçleştirir, dibe batırır, utandırır, ama gene de iyi gelir!’***Bahariye Caddesi’nde güneşin gözlerimizi kamaştırıp durduğu bir zaman diliminde bir dost eli beni durduruyor, sonra sarılıyoruz. Kim olduğu önemli değil, o kadar dost ki! Sarıldıktan sonra fark ediyorum ki Özen bu, Özen Yula... (Bu arada yukardaki sözler ona ait.)Ne zamandır sokak ortasında böyle pattadanak sıcak bir buluşma yaşamadıydım. İki üç cümle sarf ediyoruz. Güzel, kısa, içten şeyler.Ayrılırken ‘inadına iyi olacağız’ sözü veriyoruz birbirimize.***İyi olacağız da...Gündemin hızına rağmen, asla atlanılmaması gereken bir ‘sorunumuz’ olduğu için öncelikle şu soruyu sormadan geçemeyeceğim: Konyalım, ne iş?Bir futbol maçında, ölülerimize saygı duruşu yapılırken tekbir getirmek ve ıslıklamak da ne oluyor şimdi? Haydi bizim yüreğimizi umursamıyorsunuz... Peki böyle yaparken, toprağınızın en büyük sevgisi, sevgilimiz Mevlana’nın yüreği sızlamaz mı dersiniz? Sızlar Konyalım, sızlar ki hem de nasıl...***İyi olacağız. Başka çaremiz yok.Medyascope, başta Ruşen Çakır olmak üzere bir grup iyi ve ‘yasaklı’ gazetecinin, esaslı fotoğrafçı ve eski arkadaş Manuel Çıtak’ın mekânsal (ve ciddi emek gerektiren) sponsorluğunda ‘çünkü özgür’ sloganıyla periscope ve canlı yayın odaklı çok farklı bir oluşum deniyor. Özellikle Ünsal Ünlü’nün gazete yorumları çok ilginç. İngiliz premier ligini gazetemizin foto muhabiri İlker Akgüngör’den dinlemekse apayrı bir keyif... Ve daha bir sürü nitelikli içeriği olan iş mevcut.Mutlaka göz atın:http://medyascope.tv/Geçenlerde bir buluşmayı orada yaşadım. Medyascope’da, CHP İstanbul 2. Bölge adayı Melda Onur ve HDP İstanbul 2. Bölge Milletvekili (seçimde yine aynı yerden aday) Filiz Kerestecioğlu ile huzurlu, samimi ve nitelikli bir söyleşi yaptık.Sohbet devam ederken Melda Onur’un Aralık 2014’te yaptığı Meclis konuşmasını hatırladık birlikte. Orada Ali İsmail Korkmaz’ı Meclis’e Ali-İsmail-Korkmaz diye üçlü saydırtan ve ardından ‘Çarşı Vicdandır Yargılanamaz’ cümleleriyle içimize su serpen Onur, Meclis’te görmek istediğimiz aktif, yetkin ve vicdanlı kadın profilinin en önemli temsilcilerinden biri. Bu seçimlerde CHP’nin onu 11. sıraya koymasını ise anlayamıyorum.Halihazırda Meclis’te bulunan HDP milletvekili Filiz Kerestecioğlu’nun ise, HDP’nin en büyük kazanımlardan biri olduğu ortada. Kerestecioğlu, feminist gelenekten gelen derin bilgisiyle saha tecrübesine sahip bir hukukçu olarak sadece HDP için değil Meclis için de büyük bir kazanım. O akşamki buluşmada kendisiyle yapılan bir röportajı hatırlattım ona.O röportajda şöyle demiş Kerestecioğlu:‘İnsanların huzur ve barış içerisinde, neşesini saklamadan, rahatça soluk alarak, yoksul olmadan, barış içerisinde yaşaması çok mümkündür. Buna dair bir özlemim var. Bunu yapabiliriz.’‘Bunu yapabilir miyiz gerçekten?’ diye sordum. ‘Neşeli ve mutlu olmaktan utanmayacağımız bir ülke mümkün mü?’‘Bu hâlâ mümkün’ dedi Kerestecioğlu. ‘Yeter ki gafil avlanmayalım.’Artık gafil avlanma Türkiye. İyilikle bezenmiş bir umut için, temel şartlardan biri bu.
Hayata kaldığımız yerden devam etmeli; istedikleri o tuzağa düşüp karamsarlığa, bedbinliğe ve mutsuzluğa yenilmemeliyiz. ‘Kim yaptırdıysa ocağı kuruya, elleri kırıla, sonuna kadar barış’ diye yazmış bir arkadaşım. Öyle olacak... Hırsızı, talancısı, katili, onlar kendilerini biliyor. Ocakları kuruyacak... Bize gelince: yaşamdan, demokrasiden ve yaşam umuduyla direnmekten vazgeçen namert olsun.Bugünkü yazımı Melih Cevdet Anday’ın ‘Telgrafhane’ şiirine ayırdım. Yapmamız gerekenleri yeniden hatırlamak için son derece önemli bir şiir olduğunu düşünüyorum ve medyadaki arkadaşlarımızı artık yalakalıktan ve düştükleri içler acısı zavallı halden vazgeçip gerçek görevlerini yapmaya davet ediyorum. Sırf ‘denge’ sağlanacak diye açık oturumlara ‘faşist’ kontenjanından insanları davet etmekten sakınarak bu işe başlayabilirler, örneğin.Gelelim şiire:UyumayacaksınMemleketinin haliSeni seslerle uyandıracakOturup yazacaksınÇünkü sen artık o sen değilsinSen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisinDurmadan sesler alacakSesler vereceksinUyuyamayacaksınDüzelmeden memleketin haliDüzelmeden dünyanın haliGözüne uyku giremez ki...UyumayacaksınBir sis çanı gibi gecenin içindeTa gün ışıyıncaya kadarVakur metin sadeÇalacaksın.
Ankara’daki mitinge yönelik saldırı, bu ülkenin barışa, huzura ve dostluğa inanan bütün insanlarına yapılmıştır. Bunlara inananları yenemeyeceksiniz. Ne yaparsanız yapın.Yenileceksiniz. Kendi karanlığınızda boğularak. Kendi çirkinliğinizde, kendi fesatlığınızda kendi kendinizi yok edeceksiniz. Ediyorsunuz da zaten.Bu ülke er ya da geç o barışı elde edecek. Size rağmen edecek. Ve bir gün bu ülkenin insanları cumartesilerini ölmeden, ölüm korkusu yaşamadan mutlulukla geçirecek.Ve ister inanın ister inanmayın siz kaybettiniz.Kaybedeceksiniz.Bugünlük sadece bu.
‘Cesaretin bazen tek başına işe yaramadığını, takım çalışmasını, empati duygusunu, kişilerin kendi doğrularının kendi bakış açışlarıyla şekillendiğini ve elbette asıl doğrunun eninde sonunda kendini göstereceğini anlatmaya çalıştım.’Yukardaki satırlar 2015 Zeynep Cemali Öykü Yarışması’nın birincisi Ezgi Akar’a ait. Ezgi henüz 7. sınıf öğrencisi ancak hem yukarda alıntıladığım satırları, hem de öyküsüyle şu an yaşamakta olduğumuz bunaltılı dönemi anlamamakta direnen nice ‘yetişkine’ taş çıkartıyor. Kendisini içtenlikle kutluyorum. Yarışmada ikinci ve üçüncü olan Bengisu Belen ve Cem Demir’i de elbette. Dahası, böylesi zorlu bir zamandan geçerken, yazmayı kendine amaç edinen tüm gençlerimizi de... Nihayetinde yaşam bir yarış değildir (hemen her alanda böyleymiş gibi dayatılsa da); bizlere kalansa cümlelerin yarattığı derinlikler ve derinliklerde yüzebilme cesaretini göze alabilmektir.***Geçtiğimiz Cumartesi Günışığı Kitaplığı tarafından düzenlenen ve Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleşen 5. Zeynep Cemali Edebiyat Günü’nde yoğun bir program vardı. Son derece kapsamlı bir akışı olan programın açılış konuşmasını Feyza Hepçilingirler, kapanışını ise Latife Tekin yaptı. İyi bir sanat eserinin insanlara değil, doğaya ait olduğunu ifade eden Tekin, neden ve nasıl yazdığını şu sözlerle açıkladı: ‘Yoksulların sessizliğini dile çeviriyorum. Kendimi simulatör olarak değil, zuhur olarak görüyorum. Yazmaya yoksulları anlatarak başladım. Edebiyatın sınıfsal olduğunu düşünüyorum. Yoksullara ne yazık ki edebiyat yapma hakkı verilmiyor. Politik hareket içinden gelen kaçak yazarlar var bir de. Ben de onlardan biriyim. Yoksulluğumu koruyarak edebiyat yapmaya çalışırken de doğaya yaklaştım.’Programın sonunda ise Türkiye’nin hemen her yerinden yarışmaya katılan gençler ödüllerini aldı. Buluşmadaki yoğun katılımı görmek, eğitim ve edebiyat konusunda yapılacak ne kadar çok işimizin olduğunu gözler önüne seriyor; edebiyatın, dev adımlarla yok oluşa doğru ittirildiğimiz bir ülkede hâlâ kendine dair bir sesi olduğunu ve (tuhaf bir çelişkiyle) hep de olacağını müjdeliyordu. Bu müjde benim gibi bir umut fukarasına şimdilik yetti ama buradan özellikle Türkiye’deki bütün üniversitelere seslenmeyi bir borç biliyorum: lütfen edebiyat buluşmalarını, kitap şenliklerini öğrencilerinizden esirgemeyin. Dahası bu buluşmaları yaparken lütfen ‘düşünce’ ve ‘yaratıcılığı’ esas alın. Unutmamanızda da fayda var: iktidarlar gelir geçer.***Şimdilik son söz olarak 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerine yönelik 2016 Zeynep Cemali Öykü Yarışması’nın temasının ‘adalet’ olduğunu ve seçici kurulda da usta yazarlarımızın (Nazlı Eray, Cemil Kavukçu, Karin Karakaşlı, Yusuf Çotuksöken ve Müren Beykan) bulunduğunu fısıldayalım. Ve gençlerimizden bu yarışmaya katılmalarını, dahası bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı’nın duyurularını takip edecek öğretmenlerimizin öğrencilerine destek vermelerini de isteyelim. Zira bu gençlerden ‘adalet’ konusunda da öğrenecek çok şeyimiz olduğuna inanıyorum. Böylesi günleri bir daha yaşamayalım diye. Hani yaşayacaksak da bu rezil, içler acısı lime lime hallere bir daha düşmeyelim diye.
Bazen umut vardır.Bu cümleyi laf olsun diye değil, inanarak yazıyorum, emin olun.Ahmet Hakan’a saldıranlar yakalanıyor. Arkada olup bitenler, kimin neyi niçin yaptığını, hangi ipsiz sapsız gücün ne şekilde aleti olduklarını (ve hiç de yalnız olmadıklarını, bal gibi günümüzü göstermeye niyetli olduklarını) ayan beyan ortaya koyuyor.Böyle bir ülkede kalemle yoluma devam ettiğime bir kez daha bin pişman oluyorum. Bu feci saldırganlığın karşısında elimizdekinin sadece bir kalem ya da sadece bir bilgisayar klavyesinden ibaret olduğunu tekrar fark etmek moralimi iyiden iyiye bozacakken...Aklıma Nezihe Meriç düşüyor. Nezim...Onu yitirmeden önce son kez, PEN Kadın Yazarlar Komitesi üyeleri olarak evini ziyaret edişimiz canlanıyor zihnimde. Daha hastalığının teşhisi konmamış. Buna karşın bize hazırladığı Ege zeytiniyle bezenmiş çaylı sofrasında ‘yok yok’ misafirperverliğiyle, yılların ablası olarak harika bir ev sahibi. Ancak bu sıcaklığa karşın konu Türkiye’ye, yaşananlara, edebiyatın haline geldiğinde, o kadın gidiyor ve yerine yazıdan ödün vermez tavrıyla çok net, çok sağlam bir Nezim geliyor. Yılların ölümsüz Nezim’i.Onunla ilk tanışmam Korsan Çıkmazı adlı kitabıyla olmuştu. Daha bir üniversite öğrencisiyken sınıfımıza gelmiş ve bu kitabı uzun uzun anlatmıştı.Korsan Berni ve Meli’nin öyküsüydü kitap. İki genç kadının öyküsüydü. Bir ‘çıkmaz’ı anlatıyordu. Bir sokağı.Bir beklentiydi bu çıkmaz. Anlamı ararken, bir ihtimal bulmuşken, bu anlamın ağırlığı altında ezilmiş bir insanlığın son perdedeki tiratları gibi olan seslerimize ne olursa olsun ‘sabah olacak’ diyen bir yer. O dönemdeki sabahsa, onu en çok hak eden bu hayat vurgunu iki kadın için oluyordu. Büyüyorlar, yeniliyorlar ve yine de devam ediyorlardı.Arka plandaysa bildik kategorilerin, kimlik haritalarının, dahası toplumsal kimliklerin dünyayı anlamaya yetemeyeceği, bu uğurda girişilecek korsanlıkların geri tepeceği tuhaf bir modernizme prim vermeye başlamış bir ülke vardı karşımızda.Böyle bir ülkede büyüyordu Berni ile Meli. Kırılmalar ortasında, tuhaf bir çelişkiyle, tam da bu kırılmalar sayesinde canlı kalıyorlardı; bu yüzden yaşam esinlerini bir serap varoluştan değil, dirençlerinden alıyorlardı.Canlılardı; 1960’lardan gelecek elli yıla yayılacak yıkıntı ve bu yıkıntıdan arta kalanlarla oynanacak olan kimlik oyunları yanı başlarında olsa bile.Canlılardı; anın içlerindeki farkındalığı kaybetmek gölgeleri olsa bile.Canlılardı; umutsuzluğun içinde umudu arıyorlardı. Canlılardı; her canlıya özgü yanlışı yapar, anlamı ararlardı. Ve dahası, buldukları anlamın altında ezilirlerdi. Ama bu bile onları diğerlerinden farklı, CANLI kılardı.Bu yüzden, Korsan Çıkmazı, aynı zamanda gerçeğin hınzır oyunlarından kaçamadığımız ve kendimizle burun buruna geldiğimiz bir çıkmazdı. 1960’lardan itibaren hızını artıran ve bizleri bugünkü sınırlara taşıyan bir açmaz. O açmazın içindeki gerçek hepimizin gerçeğiydi.Nezim’in bizleri ‘tedbirinizi alın’ diyerek gelecek elli seneye yönelik ipuçlarıyla, kimlik bunalımlarının sacayaklarını bulabileceğimiz karakterleriyle bu korsan yolculuğuna çıkarması da bu yüzdendi, bir ihtimal.Yaşananlar ne kadar korkunç olursa olsun CANLI kalmamızı istediği için.
Suudi Arabistan Sağlık Bakanı’na göre suçlu, ölenlerdi.***Suudi Arabistan Bakanı’nın hacda ölenlerin ardından verdiği vicdanlarımızı hoplatan demeç, tuhaf yerlere çekti zihnimi. Örneğin Soma’ya gitti aklım. Maden kazasında yakınlarını kaybettiler diye devlet erkanından azar işitenler, hatta tekmelenenler geldi aklıma. Tavır orada da belliydi: ‘Suçlu, ölenlerdir!’Sonra Hopa’daki HES protestolarını düşündüm. Orada bulunan suç unsurunu! Ne diyordu ‘resmi’ açıklamalar? Suç, derelerini koruyanlarda ve güvenlik güçlerine bu konuda karşı gelenlerdedir! Ah o hezeyan dolu ‘derin’ açıklamalar... Ve sonra o tanıdık laf geldi kondu zihnime: ‘Suçlu ölenlerdir!’Ve elbette Gezi’de yitirdiğimiz çocuklar da geldi aklıma. Miting meydanlarında çocuğunu yitiren annenin ahaliye yuhalatılması... Ve sonra yine o laf çınladı kulağımda: ‘Suçlu ölenlerdir!’ Ve bu lafın etrafında kendinden geçerek ekranlarda fink atanlar da, o fink atışları esnasında sallana silkine terennüm ettikleri sözlerle ve o sözlerde hakim olan biteviye, ezber tavırlarıyla kondular düşüncelerime: ‘Suçlu ölenlerdir, suçlu ölenlerdir...’Kısacası Suudi Arabistan Sağlık Bakanı’nın sözlerini çok tanıdık buldum.***Hiçbir şey değişmiyor. Yani, şimdilik. Hal böyleyken babamla oturmuş Osmanlıspor-Trabzonspor maçını seyrediyoruz. Mehter takımının güneşli tribünlerde yaşadığı zor anlara tanıklık ediyoruz. Kimisi zilini bir kenara atmış, kimisi sarığını. Üzerlerindeki koyu renkli kostümleriyle yayılıp gitmişler. Bayılıp desem daha doğru! O sıcakta, o ağır kıyafetlerin altında gerçekten pişiyor olmalılar... Babam Osmanlıspor’un tarihini anlatıyor o sırada. ‘Adı değişe değişe bu oldu nihayetinde’ diyor. O sırada Trabzonspor şandelimsi bir gol yiyor. Babamın kafası atıyor ve anlatmaktan vazgeçiyor. Fakat o da ne! Mehter takımı, güneşte baygınken tekmil kostümüyle ayılmış ve hurra başlamış zafer naralarına:‘Ceddin deden!’Biz mehter takımıyla futbol arasındaki ilişkiyi dün, bugün ve yarın denklemiyle çözmeye çalışırken, haydi, Trabzonspor Osmanlıspor’dan bir gol daha yiyor. Ve bir daha: ‘Ceddin deden, neslin baban, hep kahraman Türk milleti!’.Düşünüyorum: Suçlu olmanın ve kahraman olmanın bu kadar gündelik hale getirildiği, bu kadar sıradanlaştırıldığı bir ülkede gerçek suçlu ve kahramanların birbirine karıştırılması kadar daha doğal ne olabilir? Ve dahasını da: Kahramanlara ve suçlulara ihtiyaç duymadığımız günler bir gün gelip bulacak mı bizi?***Dün Levent Gültekin’in ‘Şatafatlı Mağlubiyet’ kitabından biraz bahsettim. Kitabın girişinde Amin Maalouf’a ait güzel bir söz vardı. Onunla bitireyim:‘Bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.’
Levent Gültekin’in ‘İslamcıların İktidarla İmtihanı’ alt başlığı ile okurla buluşan kitabı Şatafatlı Mağlubiyet (Doğan Kitap), sadece İslamcıların değil, hep birlikte vardığımız bu ‘ahlaksız’ kıyıyı içtenlikle ve içten içe deşifre etmesi anlamında ayrı bir öneme sahip.Ahlaksızlık en büyük iman!Yaşanan ne olursa olsun en öne çıkan kavram olan ‘ahlaksızlığı’ son derece net bir dille bizlerle paylaşmış Gültekin. Ve insanın tüm bu yaşananlar karşısında seçimlerinin çok da fazla olmadığının altını çizmiş. Ona göre bu şiddetli bozulma esnasında insan iki tür değişime uğruyor:‘1- İyiye gidersin en azından savrulmazsın2- Yamulursun. Yani lüks bir ortamda konforlu bir şekilde çürürsün.’Gültekin, bir zamanlar mütevazı halleri, güçlülükleri, Müslümanlıkları ve temizlikleriyle gıpta ettiği yazar, ilahiyatçı, gazeteci ve politikacıların bugün nasıl da tanınmaz hale geldiklerini üzülerek ifade ediyor. Üretilen binbir bahaneyle sözde bir ‘reel politikaya’ kaptırılan barış, insanlık ve huzuru işaret eden ‘davalarının’ nasıl da çıkarlar uğruna bir hiçe indirgendiğini paylaşıyor biz okurlarla. Kendi kuşağını bu davanın ‘malulleri’ olarak görürken gazi bile olamadıklarını teslim ediyor.‘Pestilimiz çıktı, haşat olduk, hayal kırıklığına uğradık. Gençliğimizi boşa harcadığımızı iyice anladığımızda, artık genç menç de değildik!’Ortaokuldan beri İslamcı camianın içinde olan Levent Gültekin’in anlattıkları genel olarak düşünüldüğünde bir Türkiye gerçeği aslında. İktidarın insanı bozması ve arada gençlerin heder olması bu toprakların çok iyi bildiği bir gerçek. Ancak işin içine, nihai anlamıyla düşünecek olursak özgürlüğü, kardeşliği, iç barışı, yoksullara merhameti ve insanlara saygıyı kendine pusula bellemiş ‘İslam’ girince Gültekin’in aktardıklarını daha bir can kulağı ile dinliyorsunuz. Ve o noktada kendisinin yüzleştiği sorular daha çok anlam kazanıyor:‘İslam barış dini ise Müslümanlar neden kan döküyor?’ diye soruyor Gültekin. Ve bunun ardındaki yenilmişliğe değiniyor. İslam’ın bilim ve sanattaki yenilmişliğine yaşam alanındaki yenilmişlik de ekleniyor. Bu ise, çağını, ‘yaşadığı dünyayı anlamayı, Müslüman olmakla çelişen bir durum sanmak’ demek.Dahası kadını anlamamaya da vurgu yapıyor Gültekin. Ona göre ‘İslamcılar, dindarlar, uçakla dünyanın öbür ucuna 10 saatte gidiyorlar ama hâlâ kadın tek başına yolculuk yapamaz’ noktasındalar! Kadını bir birey olarak görme cesaretine sahip olmak yerine, kahkahasına bile karışmayı kendilerinde hak sahibi görmeleri ise baltayı tümden taşa vurmaları, iyiden iyiye ağaca çıkmaları demek (bu benim yorumum).Bir diğer husus ise (sanırım en çok canımızı yakan husus bu) İslamcıların ahlaki alanda yenilmiş olmaları. Gültekin ‘kapitalizmin bile bir ahlakı vardır’ diyor. Haklı. Müslümanların ise bir ahlaki standart oluşturamadıklarını dile getirirken, bugün sadece Türkiye’de değil bütün Müslüman ülkelerdeki ‘yolsuzlukların, hak yemelerin, bizden olan-olmayan ayrımının neden olduğu adam kayırmalarını’ hatırlatıyor. Ve dahasını da söylüyor: ‘En az yolsuzluk yapılan ülkeler arasında ilk 55’e giren tek bir Müslüman ülke yok! Daha da kötüsü İslamcılar, yaptıkları gayri ahlaki işlere dinden, kitaptan delil getiriyor!’Ne diyelim...İyisi mi sözü yine yazara bırakayım:‘Abi sakın değişme diyenlere bir çift sözüm var. Siz değişin artık. Lütfen. Çok rica ediyorum, biraz olsun değişin. Ve liyakatsiz, muhteris, kalitesiz insanlara Allah diyor, eşinin başı örtülü, Kuran okudu diye prim vermeyin. Yapmayın, etmeyin, eylemeyin. Değişin artık.’