Oturduğumuz çay evinde, kaçak çayların dibini bulmuştuk.En nihayet o soru geldi:‘Ofis’e nasıl gideriz?’‘Hocam’ dedi gözlerinden Diyarbakır geçen oğlan. ‘Benim için on dakikalık yol, sizin için tahminen 20 dakikayı bulur!’Oğlana gel de kız.Başladık gülmeye.‘Yaşlı mıyız yani?’‘Yok hocam, öyle demek istemedim...’Bu gençler hep böyle. Esasen Diyarbakırlı hep böyle. Yaşamı olduğu gibi bıraksak, hep birlikte gülebileceğimiz insanlar. Muzip, sevecen, konuksever. Ama onlara yüklenen yük, hemen her zaman çok fazla oldu, oluyor; gülmekse, hep bir sonraki baharın adı.Sonra akşam apansız bastırıyor. Gün bitti bitecek. Ofis’ten havalimanına gitmek için bindiğimiz taksiyi kullanan adam, atıştıran karın ortasında bir yerden sonra küt diye duruyor.‘Niye durduk?’ diye soruyoruz.Arabanın şoförünü alacakmışız. Şoför nerede? Şu lokantada yemek yiyormuş. Sen kimsin? Arkadaşıyım...Sonunda asıl şoförle buluştuk. Yanında apar topar sardırdığı lahmacunlar. Haydi buyurun, yiyin! Arkaya oturan arkadaşım, o da en az şoför kadar alemdir, ‘valla yerim’ diyor. Bu, arabada ısınmış havayı daha da ısıtıyor. Karla karışık karanlık bir yolda, son seçim vaadi dıdıdıdım biçiminde yeni yapılan havalimanına doğru ilerlerken, etli lahmacunların eşliğinde sohbet derinleşiyor.Biz, kimiz neyiz, günü birlik Diyarbakır’a neden geldik vb. anlattıktan sonra, ‘hoş geldiniz sefa geldiniz, ama keşke buraya gelmek yerine Ankara’ya gitseydiniz’ diyor şoför. Sonra da yanlış anlaşılmak kaygısı içerisinde, ‘Her zaman başımızın üstünde yeriniz var, ama bu son yaşananlar Ankara’da çözülecek iş hocam’ diyor. Derken daha da ilginç bir şey söylüyor. ‘Benim işim gereği herkesi taşıyorum hocam. Askeri, polisi, herkesi... Onlarla da konuşuyorum. Sonuçta buradakiler de emir eri hocam, kendilerine ne derlerse onu yapıyorlar, iş onlarda bitmiyor ki!’Gel de hak verme.Ama bu konuya çok da fazla takılmaya niyetli değil. Eve ekmek götürmesi için hayata tutunması, devam etmesi lazım. Hayatta kalmanın en kısa özeti bazen budur çünkü. Üstelik hemen herkes için. Yaranın fazla derinleşmemesi için onu kaşımamak gerekebilir.‘Ee, başka neler yaptınız?’ diye soruyor.‘Yol üzerinde bir-iki kuyumcuya uğradık’ diyoruz. Çantalarımızın derinlerinde pembe mika kutulara yatırılmış hayat ağaçlarını hatırlıyoruz o zaman. Buna karşın ‘Eski yılı aratmayacak, yeni yılı umuda taşıyacak küçük birer hayat ağacı aldık’ demiyoruz nedense. Hayatın bu kadar ucuza, hatta ıskartaya çıkartıldığı bir diyarda, hayat ağacı gümüş kolyelerimizden utanıyor muyuz ne!Not: Dünkü yazımda 2015 yerine 1915 yazmış olduğumu çok geç fark ettim ve baskıya girenleri düzelttiremedim. Affediniz. 100 yıl geriye gitmek iyi mi kötü mü siz karar verin artık...
30 Aralık 2015 günü barışa destek vermek isteyen bir grupla Diyarbakır’a gittim. Temel cümle buydu: Aslolan hayattır. Hayatın kıymetini es geçen bir yılın son günlerinde, hayatı bir kez daha düşünmek, bu düşünceyi aktarabilmek için, Diyarbakır’a, Sur’un önüne gidenler arasındaydım.Size sadece, basın duyurusu yapılırken Sur’un önünde hissettiklerimi yazmak istiyorum.Kurşuni bir havanın dibinde, gözleri ağlamaktan şişmiş Diyarbakırlı bir kadının eli elimde, umudu ertelemekten başka çaresi olmayan eski mi eski bir kentin yazgısının ortasında, kaçıncı kezdir tanık olduğum bir duygudur bu diye düşündüm. Kaçıncı kezdir hissedilen bir çaresizlik duygusu. ‘21. yüzyılda millet uzaya giderken, bizim gide gide tellere, sansüre, silahlara, kutuplaşmalara takılışımız...’ Ve nefessiz kaldım.Surların ortasındaki karartımıza baktım. Uzaydan görünebilecek halimize... Bir kent, sevgili okurlar, koca bir açık cezaevine dönüştürülmüş durumda. Gündelik hayatın bu biçimde ablukaya alınması, hiç de ekranlardan yansıdığı gibi değil, buna emin olabilirsiniz. En temel gerçek bu. Gecenin içinde kulaklarınızı sağır edecek kurşun seslerinin ağırlığıyla ertesi güne hazırlanmaya çalışmak, buna eşlik eden maddi manevi kayıplar, bu kayıplara kapılıp gidenler ve bir daha geri gelmeyecek olanlar. Cenazesini teslim alamayan acılı babaları dinledik. Onlara imzalatmak istenen resmi belgelerden bahsettiler bize. Duymak istemeyen kulaklara şunu sormak istedim o zaman: ‘Genç bir çocuğu şiddete iten nedenleri ortadan kaldıramadığınızda ne olur?’ Dahası aynı çocuğun babasına verilmeyen o cenazenin vebalinden kim sorumludur diye.Surlara baktım, eskiye. Şiddetin, giderek, meşru hale gelmesinin yükünü taşıyamayacak kadar yorgun gözüktüler bana. Diyarbakır Kitap Fuarı sırasında Hasanpaşa’da, o kadim diyarda dostlarla oturuşumuz geldi aklıma. ‘Her şey daha iyiye gidiyor’ umudu. O dişi, canlı, bereketli umut. Galerilerden sarkan kilimlerdeki o renk cümbüşü.Şimdi, ne? O umudun sesine ne oldu?Fuar’ın yerinde yeller esiyor, Hasanpaşa unutulmuş bir buluşma yeri. Ya Surlar? Hem eski, hem de çok yalnız şimdi. Aslolan hayatı aktardığı o arbedeli yüzyıllardan sonra, küskün, bezgin, şaşkın. Eskinin gururu ile değil, eskinin ağırlığı ile haşır neşir. Yalnız.‘Hoşgeldin kardeşim acılı yalnızlığıma!’ diyor Türkan Elçi bizlere. ‘Bu kış her kıştan daha kış’ diyor. Bu cümlenin anlamını herkesten daha iyi tanıyan Rakel Dink ise ‘Hoş bulduk kardeşim, biz yeter demeye geldik. Her tarafa yeter demeye geldik’ diyor. ‘Toprak doymaz’ diyor Rakel Dink. ‘Bunları kardeşçe, insanca, parlamentoda konuşun demeye geldik.’Surlara bakıyorum. Üşüyor olmalılar. Öylece ıpıslak kalakalmışlar.‘Her akşam sana güneşler doğuracağım’ diyor Türkan Elçi.Surlara bakıyorum.Bu toprakların ortak sırlarına. O sırların, kim ne kadar duymazdan gelirse gelsin, hissetmekten kaçarsa kaçsın, ortaklığına. Tüm parçalamalara rağmen, o bütünlüğe...‘Bu kadar acı yeter’ diyor Rakel Dink.Surlara bakıyorum. Taşta gezinen sessiz acıya. Bu kadar acı yeter, yetmeli. Ancak bunun için ilk önce sağırlıktan kurtulmak gerekiyor. Bir de elbette aynı ekranlara, aynı gazetelere yapışmış olmaktan.
(Bu yazıda geçenler gerçek, isimlerse hayal ürünüdür)Yeşim 6 yaşında. Behiç Ak’ın taşlarla ilgili kitabını (Bizim Tombiş Taştan Hiç Anlamıyor) okurken çakıl taşlarının içine sızan deniz sularının, hatta okyanusun varlığından bahsediyor. Ve bu yüzden taşların sır sakladığına, o sırları ancak dinlersek, ama dikkatlice dinlersek (eliyle kulağını işaret ediyor, kastettiğinin ‘kulak kesilmek’ olduğunu henüz bilmiyor) anlayabileceğimizi söylüyor.Alin 7 yaşında. Ursula K. Le Guin’in Kanatlı Kediler Masalı adlı kitabındaki kanatlı kedileri kastederek, farklı olmanın bir suç olmadığını, yolda giderken karşısına bir kanatlı kedi çıksaydı ilk başta ondan korkacağını ama kısa bir süre sonra onunla arkadaş olacağından neredeyse emin olduğunu söylüyor.Tolga 10 yaşında. Brigitte Labbe’nin Güzellik ve Çirkinlik adlı kitabında sözü edilen ‘güneş batarken yayılan yeşil ışığı’ bir seferinde gördüğünü, yazarın ‘gün batımları ya da gün doğumları konusunda sözünü ettiği güzelliklere tanıklık ettikçe insanlığın, yaşamın ve evrenin bir parçası olduğumuza da tanıklık ederiz’ sözünü çok beğendiğini ifade ediyor. Dahası, kitapta geçen ‘otele gitmek için bir otobandasınız, mola vermek için bir benzin istasyonunun oralarda, tuvaletin hemen yanında mı durursunuz, yoksa yoldan sapıp 10 kilometre ilerdeki gölün kenarında piknik yapmayı mı tercih edersiniz’ sorusuna, ‘10 kilometre ilerdeki gölün kenarında piknik yapar, otele motele gitmez ve orada tatilimi geçirirdim’ cevabını veriyor.Selim, 14 yaşında. Aristo’nun mantığını çok sert bulduğunu, hayatı böyle göremeyeceğini ama büyüdüğünde mantıksız biri olarak anılmak istemediğini de ifade ediyor. Bununla birlikte dünyanın çok adaletsiz bir yer olduğunu, şartların eşit dağıtılmadığını, bununsa yeteneğin önüne geçtiğine inanıyor. Pakistanlı parlak bir nükleer fizikçiyle, Amerikalı bir nükleer fizikçi arasındaki farkın, ama en temel farkın, beyin değil coğrafya olduğunu söylüyor. Ve Batı ile Doğu arasına çöreklenen bu mantıksızlığı Aristo’nun bile çözemeyeceğini belirtiyor.Kamil, 6 yaşında kadar. Cizreli. O ve ondan biraz daha büyüklerin bu konuları tartışabilecek şansları yok. Okulları yok, öğretmenleri yok. Onlar gecelerini mermiler, gündüzlerini bilinmezlikle sarıp sarmalıyorlar. Güneşin batarken yaydığı yeşil ışık, taşların arasına sızan sular, fizik kanunları ve uzay, hepsi uzak birer hayal. Doğdukları sert coğrafyada verdikleri mücadele, olsa olsa yaşamda kalabilmek için.2016’ya bu gerçekle giriyor olmak ürpertiyor.Peki... Bu yılın son yazısını böyle bitirmeyeyim. Şuna ne dersiniz:Chris, astronot. Orta yaşlarda. Uzaydan, dünyayı, evini arıyor. Hatlar Noel nedeniyle karışık. Yine de numara düşüyor ama yanlış. Karşısındaki kadına: ‘Alo, orası dünya mı?’ diye soruyor Chris. Sonra da kadının nasıl paniklediğini düşünerek, twitter’da kendisinden özür diliyor.Burası dünya Chris. Bizler mi? Uzaylıların tercih etmediği (bütün uzaylılar Batı medeniyetine ve daha çok Hollywood topraklarına gider, bilirsin), insanlığı incelemeye değer bulmadığı coğrafyalarda yaşıyoruz. Doğu’yuz. Ve yeni yıla hangi umudu doğuracağımız konusunda hatlarımız karışık.
Yeni yıl yazısı yazacağım. Tamam.Bakıyorum da küçük dükkâna; güvercinler tünemiş pencere pervazlarına. O kadar çoklar ki. O garip u-uug u-uug seslerini çıkararak bu şehrin arsız, yersiz yurtsuz guguk kuşlarını oynuyorlar.Onların arsızlığı başım gözüm üstüne. Bir de arsızlığı arşa erenler var; ki bu yazının konusu olamayacaklar.Ben, bu yüzden sakin bir yeni yıl yazısı yazayım diyorum. Bakalım mümkün olacak mı?Gümüş ve beyaz altınların olası, mahcup bir yüz görümlüğü şeklinde sıralandığı rafların arasında onu görüyorum. Bu yazının konusu olan Kuyumcu Bey, akik taşlı tespihlerin arasından başını kaldırıp ‘Merhaba, hoş geldiniz’ diyor bana.Dışarda pırıltılı bir kış ayazı var. Charles Dickens, buna benzer bir soğuktan mı yaratmıştı acaba Bir Noel Şarkısı’ndaki Scrooge denilen o adamın kalbini? Belki. Bense sulh gibi kokan bir yeni yıl arifesi yazısı arıyorum. Bakalım bulabilecek miyim? İçerisi, dışarıya göre sıcacık, küçük ama ferah, gölgeli ve ışıltılı. ‘Çocukluğumun bir yeni yılını anlatmamı ister misiniz?’ diye gülümseyerek soruyor bana Kuyumcu Bey. Temiz yüzüne bakıyorum. Üç aşağı beş yukarı aynı, aynı olmasa da birbirine bakan o eski yeni yıl öykülerine sahibiz onunla. Bu da yaşıtız demek.‘Fark etmez,’ diyorum.O zaman on yıl kadar önce bir yılbaşı arifesinde geçirdiği büyük bir hastalıktan bahsediyor bana. Günlerce komada kaldığından. Koma öncesinde, yani epey eskiden kötü biri olduğundan; uyandığında ise artık istese de kötü bir adama dönüşemeyecek olmasından. ‘Değişmiştim’ diyor. ‘Hiç bu kadar iyi olmayı istemezdim ama oldu!’ Resmen pişman.Neden diye soruyorum.‘Bu sert coğrafya bu iyiliği kaldırmaz’ diyor o zaman. Duygusallığını sığlıkla sıvayacaksın. Bir de kötüysen... Yeme de yanında yat.Üzgün.‘Nasıl üzgün olmam’ diyor. ‘Şu an Türkiye’de yaşadıklarımızın sözcüklere sığacak yanı var mı? Kötü bir kabusun içerisinde gibiyiz. Bütün rüyalar, hayaller suya düştü. Madem sözcüklerle işiniz sizin, yaşadıklarımıza kılıf bulabilecek bir kelimeniz var mı?’Yok. (Keşke bir guguk kuşu olsaydım. Şu kunt saatin içine eklenmiş geveze bir guguk kuşu. Sonra da her saat başı zıvanadan çıkıp varvar, varvar, varvar diye veryansın edebilseydim. Oysa varsa yoksa dışardaki perili ayaza sinen güvercinler ve onların pervasız u-uug sesleri.)Ama yok. Sözcüğüm yok, tüm bu yaşadıklarımıza.Yok olmasına yok da... Yine de onun o tok satıcı rehavetindeki haline, Mardin işi bileziklerin, telkâri yılbaşı anıların, gümüş ve beyaz altınlı yüzüklerin, zamanı kışıyla baharıyla aktaran ağır abi duvar saatinin adı olan küçük dükkânının ortasında kazık gibi dikilmiş öylece dururken, pencere pervazına tünemiş u-uuglu güvercin sesleri arasında bir Aşkenazi atasözünü hatırlatmak istiyorum:‘Rüyalarının gerçek olmasını istiyorsan uyuma...’***Bu kâbusta uyumasak. Yarın belki bunun için birkaç şey daha mırıldanmaya devam edeceğim. Sırası gelmişken Metis’in 2016 ajandası ‘Rüyanın Gör Dediği’ni tavsiye ederim. Rüyaların ve hayallerin ne kadar önemli olduğunu unutmamak için elzem. Devam edebilmek için de.Oradaki bir Japon atasözüyle bitireyim hadi:‘Eylemsiz hayal gündüz düşüdür; hayalsiz eylemse kâbus.’
Sorun Ceyda... Dün size ondan biraz bahsettiydim. Gitmediğimiz psikolog kalmadı. Teşhis koyamıyorlar bir türlü. Yapacak bir şey yok, haline üzülüyorum ama çaktırmamaya çalışıyorum. Of bu kızın sonu ne olacak. Bunu bu haliyle kim alır? Bazen de kendimi tutamayıp yüksek sesle söylüyorum bunu. Sonra hiçbir şey olmamış gibi sabahları güle oynaya kahvaltı etmeye devam ediyoruz. Sonra derken, o sabah, ağzındaki baklayı çıkarıveriyor.‘Böyle bir şey asla olamaz’ diyorum. ‘Geçen sefer zaten zor kurtardın paçayı!’.Ne mümkün!Bir de tutmuş sırıtıyor.‘Korsan morsan; bakarsın bu sayede kısmetim de açılır!’***Sonra, tahmin edeceğiniz gibi o anlar geliyor. Ceyda, geçen seferkinin aksine, artık kostümcüm dediği ‘Sütaşkım’la (kızın bir adı var elbette ama şimdi burada söyleyip onu da yakmayayım) bu kez gerçekten döktürmüş! Kırk yıllık kardeşimi ekranda tanıyamadım ne yalan söyleyeyim. Bir havalıydı ki... Galiba, bu yüzden, duvarın öteki tarafındaki yaşlıca adamın (nedense Ceyda’nın tercihi bu yöndeydi) güzel misiniz vb. sorularına, ‘evet çok güzelim ne olmuş’ şeklinde dobra dobra cevaplar verdi.Ekran felaketi diyebileceğimiz husus ise kısa bir süre sonra gerçekleşti:‘Nerelisiniz Ceyda Hanım?’ diye sordu adam.‘Somalıyım’ dedi Ceyda.‘Soma’nın neresinden? İçinden mi’‘Perişan madeninden, yıkıntısından.’‘Nasıl yani?’ dedi adam. ‘Bir müteahhit olarak tam anlayamadım.’‘Başımıza gelenleri hatırlarsınız. Davalarımız hâlâ sürüyor. Yoksa hatırlamıyor musunuz Temel Bey? Türkiye’nin unuttuğu davamız. Yaka paça tekmelenmiştik ya.’‘Bir kere adım Temel değil, Tamer’ dedi adam. ‘Kaçıncı kezdir düzeltiyorum... Hem sizin gibi bir hanıma bu sert politik sözler hiç yakışmıyor. Ne bu seçkin programa, ne de size!’‘Benim gibi bir hanıma ne yakışıyor sizce?’ diye sordu Ceyda, duvarın öteki tarafından, yerinden kalkarak.‘Güzel sözler, güzellikler yakışıyor efendim. Mesela bir pasta tarifi. Bir güzel yemek tarifi... Din, iman.’‘Siz şimdi dantel de dersiniz!’‘Derim efendim.’‘Benim ilk çeyizimden hâlâ kullanmadığım dantellerim var.’‘Nasıl ilk çeyizinizden, anlayamadım Ceyhan Hanım!’‘Ben evliydim Taner Bey.’‘Evli mi?’‘Geçen maden kazasında kaybettim eşimi. Elime verdikleri para ise, anlatamam size, hiçbir şeye yetmiyor, akrabalarımın yanında da sığıntı gibi yaşamak istemiyorum...’Adam duvarın öteki tarafında bizimkini dinlemez bir hale gelmişti, hatta birilerine kaş göz işaretleri yapmaya başlamıştı. Sonra o yaman soruyu sordu:‘Yani sen bir de dul musun?’ Bir anda sizden sene dönüşüvermişti bizim Ceyda!‘Evet dulum’ dedi Ceyda. Artık kafasını duvardan iyice uzatmıştı ve adamı görüyordu, adam da onu.(‘Ceyda yapma, sakın yapma Ceyda’ diye iç geçirmeye başlamıştım o sırada ama bu konuda yanılmışım. Ceyda son derece makuldü. Adamsa...)‘Olamaz...!’ diye bağırdı. Sanki iyice dengesizleşmişti. En sondaki cümleleri ise işi tümden koparacak cinstendi: ‘Yok tekmeymiş, yok madenmiş... Kafamı karıştırman yetmiyormuş gibi bir de bu. Hanım hanım kendine gel ben buraya kız oğlan kız için geldim... Kızoğlankız. ’Ama dedim ya Ceyda çok sakindi.‘Ne diyorsun Talat Bey! Benim iki kızım bir de oğlum var’ dedi kahkahalarla gülerek. ‘Anlaşamaz mıyız?’Sonrası anlatılacak gibi değildi. Bereket hemen araya mutluluk, esenlik ve umut vadeden kredi kartı reklamları girdi.
Ceyda alem kız. Ne yaptıysam vazgeçiremedim. Okuldan tanıdığı bir çocuk sayesinde ‘İşte Benim Stilim’e korsan koyacakmış. ‘Ceyda o programa gideceğine teleskoptan yıldızlara bak, belki yeni bir yıldız keşfeder ve böylece uzay için hayırlı bir iş yapmış olursun’ dediysem de yok anam, dinletemedim. Huysuz bir şey bu ya! Tiyatro bölümüne gönderdik, düzelir dedik, yok.Çaresizce, bana mesaj çektiği o gün ve o saatte televizyonun karşısına geçtim. Yürek Selanik bir halde, ya onu yaka paça oradan atarlarsa, daha da beteri, ya onun kafası atar da, en olmadık hareketleri millete yaparsa diye tırnaklarımı bir fasıl daha kemirdim.Böyle böyle devam ederken sıra ‘son dakika, son dakika yeni bir finalist’ diye ekranın altından geçen banda ve elbette Ceyda’ya gelmişti. Jüri üyeleri rol gereği şaşkın, yarışmacı kızlar boşlukta yoğunlaşacakları ve bu uğurda ‘derin derin’ tartışacakları yeni konudan ötürü bezgin bir gerilim içerisindeydiler.Sonra bir gürültü koptu. ‘Eyvah’ dedim. ‘Bu ya düştü ya da arkada birilerini pataklıyor.’Ama korktuğum gibi olmamıştı. Kocaman bir bavulla onu ekranda gördüğümde tam olarak tanıyamadım. Ala ala, aksesuar diye benim yatağın altındaki babaannemizden kalma o eski bavulu almıştı... Ama iş burada da bitmemiş; kendini sarıp sarmalamış, makyöz bir arkadaşının yardımıyla soluklaşmış, yüzüne sanki bir yerden, bir şeylerden kaçıyormuş görüntüsünü vermişti.Bir müddet konuşmadı. Oysa herkes ona kilitlenmişti. En sonunda sunucunun ‘aramıza hoşgeldin Ceyda!’ sesini duydum. Sonra yine o: ‘Bu kıyafetle stüdyonun bu sıcağına nasıl dayanıyorsun? Sahi kimsin nesin, kimi canlandırıyorsun anlat bakalım!’Ses yok. Yarışmacı kızlar mızıklanmaya başladı bu sefer. ‘Yani numaran bu mu şekerim; koca eski bir bavul, babaanneden kalma bir atkı, üşüme tripleri falan yani, ha! Zengin, kariyer sahibi önemli birinden çok, soğuktan donmuş dut yemiş bir çalıkuşuna benziyorsun!’Sonra kızlardan biri daha: ‘A o bavulun çok sakil kaçmış... Yani biz yeni finalist deyince sandıydık ki...’Sonra jüri üyelerinden biri devreye girdi. Bu çekici kadın galiba dilimizi değil, dilimiz onu yavaş yavaş söküyordu: ‘Zeyda, yani, evet, ama, eee, çok denksiz düşmüş şimdi bu. Oturmamış, olmamış. Bavülü at zaten. Oooo hele o boyun, da, ki. Eski yani.’Jüri üyelerinden bir diğeri: ‘Yeni finalist deyince biz de sandık ki reytingler allak bullak olacak şekerim. Ama bu, bu çok vasat...’Jüri üyelerinden bir diğeri: ‘Amannn... Zaman kaybı. Olmamış. Uyumsuz. Bir.’İşte o zaman Ceyda, başlarım sizin ekran birliğinize ve papağan kardeşliğinize diyerek, sanki ekranın dibinden bana bakarcasına, sanki onca akşamı sessizce geçirirken kahırlandığımız o sessizliğimizi inatla bozmak istercesine, sabah olmuş da, sabah kahvaltısında ‘abla şu çayı doğru dürüst koyu koy ya’ dercesine başladı cümlelerini kurmaya:‘Ben Cizre’yi oralarda bırakan bir öğretmenim. Adım Zeyda. Eskiyim. Az önce öğrencilerimle vedalaştım. Bana hakkını helal et öğretmenim dediler. Bilmem ilginizi çeker mi bu? Bir meteor gibi aklınıza düşer mi bu cümle, bilmem ki. Bavulumda çocuklarımın izi var, açıp size göstermemi ister misiniz? Bu beni ilerde zengin ve kariyer sahibi yapar mı dersiniz? Sahi bu halimle, bu kıyafetime, havada uçuşan moda cümleleriyle kaç puan verirsiniz?’
TMMOB Mimarlar Odası’ndan gelen bir mesajı sizlerle paylaşmak istiyorum:Türkiye, Lahey Silahlı Çatışma Halinde Kültür Varlıklarının Korunmasına Dair Sözleşme’yi 1965 yılında ve Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’yi 1983 yılında kabul ederek imzalamıştır. Uluslararası sözleşmelerin yanı sıra anayasamız gereği devlet; kültürel varlıkların tespiti, korunması ve gelecek nesillere aktarılması için gerekli tedbirleri almakla; ayrıca silahlı bir çatışmanın etkilerine karşı bu varlıkları önceden güvence altına almakla yükümlüdür. Bu bağlamda, insanlığın mirası olan kültür mirasının korunması için duyarlı tüm kesimleri ve sorumluları harekete geçmeye çağırıyoruz.***Tahir Elçi’yi yitirişimizin ardından zihinlerimizde dolanan sorular ağırlığını hissettirirken, bir yandan da yukarda imzalanan sözleşmelere bağlı olarak yapılması gerekenleri (ve elbette yapılmayanları) düşünüyorum.Diyarbakır’ın Sur İlçesi’nde Kasım ayı içerisindeki çatışmalarda zarar gören kültür varlıklarımızdan bir kısmı: Paşa Hamamı, Yoğurt Pazarı, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Şeyh Mutahhar Camii Dört Ayaklı Minaresi...Kurşunlu Camii olarak bilinen Fatih Paşa Camisi (Kurşunlu Cami) ise 7 Aralık tarihli çatışmalar sonucunda çıkan yangın nedeniyle tahrip olmuş durumda.Hatırlamama konusunda ısrarcı davrananlara yeniden hatırlatalım: Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzaj Alanı 28 Haziran 2015 tarihinde Dünya Kültür Mirası listesine alındı. Bölgede 124 anıtsal, 410 adet tescilli sivil mimari yapı bulunmakta.Peki bu ne demek?İmzaladığın sözleşmelere hiçbir şekilde uymuyorsun demek elbette!Aslında bu ne demek?Tarihe dair duyulması gereken sorumluluktan vazgeçtim, kentlerin kültürel ve doğal mirasını yok sayıyor; o mirasta hepimizi ilgilendiren boyutu önemsemiyorsun demek. Bu yıkım ve çatışma ortamıyla, sürekli olarak ağaca çıkıyoruz demek...***Ne tuhaf! Sadece bununla da değil, imzaladığımız diğer sözleşmelere uysak, ülkedeki bu karmaşa sona erer. Örneğin kızların evlilik yaşlarını tartışan hukukçular, ülkemizin bu konuda taraf olduğu, bizzat altına imza koyduğu uluslararası sözleşmeleri bir hatırlasalar (Örneğin İstanbul Sözleşmesi Bayanlar Baylar! Ya da en genelinden İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi...), zaten söyleyecek söz bulamaz, yaptıklarının ne kadar büyük bir insanlık suçu olduğunu resmi olarak da algılarlar. Ama ne gezer!Diyeceksiniz ki Türkiye böyle bir diyar. İmzaladığı sözleşmeleri yok sayarak gündelik hayata devam eden bir ülke...Sizce bu kabul edilebilir bir şey mi? ‘Ben imzalamadım ki!’ diyerek kaçabilir misiniz o sözleşmelerden? ‘Bana ne, bana ne!’ diyerek kurtulabilir misiniz göz göre göre işlediğiniz suçlardan, göz yumduklarınızdan, yok sayacaklarınızdan?HİÇ SANMIYORUM.
Rusya’nın düşürülen uçağın ardından askıya aldığı iddia edilen Akkuyu projesi, ne zamandır aklımda olan bir konuyu ele almama yardımcı oldu. Geçtiğimiz Kasım ayında Mersin’deki okullara yönelik bir kampanya çoğunuz gibi benim de dikkatimi çekmişti. Nükleer enerjinin ne kadar faydalı olduğuna dair öğrencilerimize bilgiler verilmesini vb. içeriyordu bu kampanya.Benim sözüm, bunu okullar için hazırlayanlara dair; onlara bu köşede iki kez ele aldığım bir kitabı yeniden önereceğim.Okullardaki bu kampanyaya destek vermiş ve verecek olan değerli uzmanlar! ‘Beni Akkuyularda Merdivensiz Bıraktın’ adlı kitabı okursanız, okur musunuz sahi, böyle bir girişime asla çanak tutmamanız gerektiğini de anlarsınız. Filiz Yavuz’un bu kitabı, sadece ülkemizdeki değil, bu konuda dünyada olup bitenleri akademik bir serinkanlılıkla ve içten bir dille aktarıyor. Seçimlerinizi yaparken, daha doğrusu bu seçimlerin sonuçlarına katlanma sorumluluğunu üstlenmiş olduğunuzu düşünerek sormadan edemiyorum: Sahi, bu işi yaparken samimi misiniz, bilinçli misiniz, özgür müsünüz?***Geçenlerde genç bir öğrencim, özgürlükler konusunda konuşurken, ‘hem insanlar özgür olsun diyorsunuz hem de insanların yaptıklarını eleştirin diyorsunuz, aklım karışıyor’ dedi.Yani, sanırım şunu demek istedi: ‘Bırakın insanlar iktidarı ve iktidarın biçimlendirdiği yolları desteklemek istiyorlarsa desteklesinler. Belki onların özgürlük anlayışı da budur.’Kesinlikle kötü niyetli değildi bu genç öğrencim; sadece anlamak istiyordu. Öyle ya, kimi iktidar karşıtı olurdu, kimi iktidar yanlısı... Tıpkı bazı yazarların iktidarın sesi olması gibi. Öğrencim, bunu bir özgürlük olarak görüyordu; seçim yapma özgürlüğü olarak.Daha sonra düşündüm. Bu nokta, çok ciddi bir kırılma noktası diye. Ve özgürlük kavramını bir kez daha masaya yatırdım.Özgürlüğün herkesin ihtiyacı olan bir kavram olduğu ortadaydı. Dolayısıyla bu yüzden tam bir özgürlük fikrinden bahsedemezdik. Buradan yola çıkarak herkesin özgürlüğünden bir parça ödün vererek yaşayabileceği bir toplum hayal ettim. Bununsa, özgürlüklerin engellenmesi konusunda yaşadığımız sıkıntıları aşabilme anlamında hepimize yardımcı olacağını düşündüm. Ve dahasını da... Özgürlükleri kısıtlanmayan insanların (Türkiye’de asla söz edemediğimiz bir durumdur bu) ‘gerçek’ seçimler yapabileceklerini, bu seçimlerin yaratabileceği sonuçlarıysa ‘gerçekten’ tahlil edebileceklerini fark ettim. Özgürce karar verebilmenin koşulunun yaptığımız seçimlerin sonuçlarına katlanabilmek olduğunu...***Dönelim nükleer enerjiye. Değerli kadro, değerli şirket elemanları, değerli birileri: Körpe beyinleri, Çernobil ve Fukişima gerçeğini atlayarak güllük gülistanlık suni bir ‘cennetle’ avutmak, o çocuklara seçim yapma şansını sunmuyor. Dahası bu çocukları, gündelik politikaların kurbanı haline de getiriyor. Bugün nükleer santralin yarattığı gerçek sonuçları (ki bunlar çoğunlukla felaketi işaret eder) atlayarak, doğaya ve geleceğe dair hangi sorumluluğun alındığı ise, benim cephemde, hâlâ koca bir bilinmezliği işaret ediyor.Ve sorum çok net: Okullarda nükleer enerjiyi olumlu anlamda yaygınlaştırmaya katkı sağlayanlar, neyin altına imza attığınızı, bu uğurda yaptığınız seçimin gerçekten nelere yol açabileceğini tüm boyutlarıyla özgürce tahlil ettiniz mi? Bunun sonuçlarının sadece sizi ilgilendirmeyeceğinin de farkında mısınız? Bunun ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu biliyor musunuz? Ayçiçek tarlalarını nükleer santralin web sayfasına koyanlar, yoksa sizler de, ilerde, kameraların önünde hüppp diye radyasyonlu çaylar içenler familyasından mı olacaksınız?