Yeni yıl yazısı yazacağım. Tamam.
Bakıyorum da küçük dükkâna; güvercinler tünemiş pencere pervazlarına. O kadar çoklar ki. O garip u-uug u-uug seslerini çıkararak bu şehrin arsız, yersiz yurtsuz guguk kuşlarını oynuyorlar.
Onların arsızlığı başım gözüm üstüne. Bir de arsızlığı arşa erenler var; ki bu yazının konusu olamayacaklar.
Ben, bu yüzden sakin bir yeni yıl yazısı yazayım diyorum. Bakalım mümkün olacak mı?
Gümüş ve beyaz altınların olası, mahcup bir yüz görümlüğü şeklinde sıralandığı rafların arasında onu görüyorum. Bu yazının konusu olan Kuyumcu Bey, akik taşlı tespihlerin arasından başını kaldırıp ‘Merhaba, hoş geldiniz’ diyor bana.
Dışarda pırıltılı bir kış ayazı var. Charles Dickens, buna benzer bir soğuktan mı yaratmıştı acaba Bir Noel Şarkısı’ndaki Scrooge denilen o adamın kalbini? Belki. Bense sulh gibi kokan bir yeni yıl arifesi yazısı arıyorum. Bakalım bulabilecek miyim? İçerisi, dışarıya göre sıcacık, küçük ama ferah, gölgeli ve ışıltılı. ‘Çocukluğumun bir yeni yılını anlatmamı ister misiniz?’ diye gülümseyerek soruyor bana Kuyumcu Bey. Temiz yüzüne bakıyorum. Üç aşağı beş yukarı aynı, aynı olmasa da birbirine bakan o eski yeni yıl öykülerine sahibiz onunla. Bu da yaşıtız demek.
‘Fark etmez,’ diyorum.
O zaman on yıl kadar önce bir yılbaşı arifesinde geçirdiği büyük bir hastalıktan bahsediyor bana. Günlerce komada kaldığından. Koma öncesinde, yani epey eskiden kötü biri olduğundan; uyandığında ise artık istese de kötü bir adama dönüşemeyecek olmasından. ‘Değişmiştim’ diyor. ‘Hiç bu kadar iyi olmayı istemezdim ama oldu!’ Resmen pişman.
Neden diye soruyorum.
‘Bu sert coğrafya bu iyiliği kaldırmaz’ diyor o zaman. Duygusallığını sığlıkla sıvayacaksın. Bir de kötüysen... Yeme de yanında yat.
Üzgün.
‘Nasıl üzgün olmam’ diyor. ‘Şu an Türkiye’de yaşadıklarımızın sözcüklere sığacak yanı var mı? Kötü bir kabusun içerisinde gibiyiz. Bütün rüyalar, hayaller suya düştü. Madem sözcüklerle işiniz sizin, yaşadıklarımıza kılıf bulabilecek bir kelimeniz var mı?’
Yok. (Keşke bir guguk kuşu olsaydım. Şu kunt saatin içine eklenmiş geveze bir guguk kuşu. Sonra da her saat başı zıvanadan çıkıp varvar, varvar, varvar diye veryansın edebilseydim. Oysa varsa yoksa dışardaki perili ayaza sinen güvercinler ve onların pervasız u-uug sesleri.)
Ama yok. Sözcüğüm yok, tüm bu yaşadıklarımıza.
Yok olmasına yok da... Yine de onun o tok satıcı rehavetindeki haline, Mardin işi bileziklerin, telkâri yılbaşı anıların, gümüş ve beyaz altınlı yüzüklerin, zamanı kışıyla baharıyla aktaran ağır abi duvar saatinin adı olan küçük dükkânının ortasında kazık gibi dikilmiş öylece dururken, pencere pervazına tünemiş u-uuglu güvercin sesleri arasında bir Aşkenazi atasözünü hatırlatmak istiyorum:
‘Rüyalarının gerçek olmasını istiyorsan uyuma...’
***
Bu kâbusta uyumasak. Yarın belki bunun için birkaç şey daha mırıldanmaya devam edeceğim. Sırası gelmişken Metis’in 2016 ajandası ‘Rüyanın Gör Dediği’ni tavsiye ederim. Rüyaların ve hayallerin ne kadar önemli olduğunu unutmamak için elzem. Devam edebilmek için de.
Oradaki bir Japon atasözüyle bitireyim hadi:
‘Eylemsiz hayal gündüz düşüdür; hayalsiz eylemse kâbus.’