‘Size etek giydirip gezdiririz ama bu ülkeyi böldürmeyiz.’Etek giymenin keyfini henüz anlayamamış sinirli birinin sözleri. Ülke sevgisinden ne anladığı ise bu cümlede tam olarak anlaşılmıyor. Şaka bir yana, son yıllarda hukuk sistemimizin cımbızlarla nasıl işlediği düşünüldüğünde, sırf bu cümleden, etek giyenlerin bu ülkeyi sevmediği yargısına ‘bile’ varılabilir.***Neyse.‘Diren’ diye bir film var. Diğer adı Suffragette. İngiltere’de geçen yüzyılın başında ‘kadınlara oy hakkı’ talebinden yola çıkarak oluşturulan bir direnme hareketinin kısa bir kesitini anlatıyor.İnsan, özellikle kadınların 1912’den başlayarak verdikleri bu mücadele sonunda elde edilen hakkın, nasıl tırnaklarla kazıya kazıya gerçekleştiğine tanık olunca bambaşka duygulara kapılıyor. Çamaşırhanede işçi bir kadına ‘neden oy hakkının kadınlara verilmesini istiyorsun?’ diye sorulduğunda ‘hayatımın öncekinden daha farklı olmasını istiyorum’ demesi bu zorlu direnişin özünü işaret ediyor.Kadınlar, İngiltere’de çok uzun bir mücadeleden sonra oy haklarını elde ediyorlar. Ve işte o zaman, bu aralar pek sık duyduğum ‘her şey bitti artık’ eğilimi gösterenlere şu cümleyi söylemek elzem hale geliyor: ‘Bazı şeyleri elde etmek için ayak diremek ve devam etmek şart.’‘İyi de nasıl?’ sorusu ise Suffragette hareketinin lideri Emmeline Pankhurst’un (Merly Streep canlandırmış) sözleriyle özetlenebilir: Herkes kendince bu mücadeleye katılabilir.Her ne kadar Pankhurst, bu sözleriyle açık bir eylemlilik halini dile getiriyor olsa da ben bunu, herkesin elinden gelen şeyi en iyi yapması biçiminde algılıyorum. Eğer önümüzdeki yolun, haklar verilmez alınır yolu olduğunu unutmazsak... 21. yüzyılın dinamikleri çok farklı diyenlere ise sözüm belli: ‘İnsan aynı insan.’Kanımca, 1934 yılında oy hakkını tereyağından kıl çeker gibi kazanan Türkiye kadınları, bugün hak ve özgürlüklerini ihlal eden cümlelere ve tavırlara karşı daha çok direnç göstermeyi kendilerine yakıştırmalı. ‘Meclis’te niye bu kadar az temsilcim var?’ diye sormalı. ‘Hayatın içerisinde niye bu kadar az görünüyorum?’ diye ünlemler koymalı. ‘Karar mekanizmalarında niye es geçiliyorum?’ diye üç noktalar oluşturmalı. Geçtiğimiz yıl kadınlara oy hakkı sözü veren Suudi Arabistan’ı göz önünde bulundurarak, oylarının kıymetini ve hayatın dinamiklerini bir kez daha hatırlamalı.***Filmi seyretmeden önce tanıtımını okurken şu iki uyarı cümlesi dikkatimi çekti: ‘Şiddet ve korku unsurları içerir. Olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlar içerir.’Doğrusu yazıma alıntılayarak başladığım cümle kadar korkunç ve olumsuz örnek oluşturabilecek nitelikte bulmadım filmi. Sırf bunu tartmak için bile zaman yaratıp gidin derim. Üstelik bu önerim sadece kadın okurlarımız için de geçerli değil. Görünürlüğün neolduğunu ‘yeniden’ keşfetmeye açık herkes için...
Gecenin üçüydü. Telefon çaldı. Telefonun öteki ucunda Keriman vardı. Çorbacıdaymış. ‘Burası çok eğlenceli, herkes burada kalk gel!’ dedi. Canım işkembe çorbası çekmiş gibi yaptım ve bizimkine ‘bey’ dedim, ‘çocuklar sana emanet, ben Keriman’la bir çorba içip geleceğim.’Başını yastığına gömmüş, horultu imparatorluğuna gönüllü kulluk eden kocam, ‘Aman be, bıktım senin bu gece yarısı sokaklara çıkma tutkundan, nedir bu hep sokak hep sokak’ dedi ve yarın işe gideceğimi, bu yüzden eve erken dönmemi hatırlatmaktan geri kalmadı.Kocam haklıydı. Yıllardır böyleydim. Nicedir sokaklarda, ‘gece gezen görünmez’ kadınlar arasındaydım. Eskiden böyle değildim elbette. Akşam altı dendi mi pıt diye eve gelir ve gün ışıyıncaya kadar başımı evden çıkartamazdım. Malum, gece, biz kadınlara umulmadık oyunlar oynamak için mutfağın eşiğinde öylece beklerdi. O eşikte, hırlısı, hırsızı, tecavüzcüsü, diline vurmuş olanı vardı. Hele gece üçte sokaklara çıkmak... Bu bizler için ulaşılamaz bir hayaldi. Gece üçte sokaklarda olmanın cüsseli erkek dilindeki karşılığı ise malumdu. Oysa şimdi, bütün bu malum durumlara sırt çevirmiş bir haldeydim, haldeydik.Bu değişimin sırrı ise kırk yıllık arkadaşım, ahretliğim Keriman’dı. Şu birazdan çorbacıda buluşacağım kadın. Evet, her şey Keriman’la değişmişti. Keriman şu baba mesleğini devam ettirenlerden, dahi bir eczacıydı. Bir gün çat kapı gelmiş ve fıldır bir sevinçle GAO’yu bulduğunu söylemişti. Dediğine göre, GAO, güzelavratotunun afili yazılımıydı ve ondan elde edilen iksirle Keriman görünmez olmanın yolunu, oh be nihayet, bulmuştu.Yasalar, insanlar, sokaklar, bu ülke değişmeyecekti besbelli. O halde biz değişmeliydik!Değiştik de. GAO, gecenin pırıltısı demekti bizler için. Güzelavrat ruhu özgürlük demekti. Biz bizi bilirdik. Bedeni silinmiş ruhlarla gecenin bir vakti bilmediğimiz bir diyar haline dönmüş caddeleri doldurur, kız çocukları gibi şen şakrak, sarıda takılmış gece ışıklarında, sosyetik mağazaların geceye inat egzotik dekorlu vitrinlerinde yerli bir hortlak hafifliğiyle boy gösterirdik. Zaman zaman koca dayağı yiyen kadınların evlerine kulak kabartır, görünmezliğimizi koca şiddetine karşı bonkörce kullanırdık. Bazen de muhtarlıklara uğrayanlarımız vardı. Karakollar? Eh onlara da.Ne yalan söyleyeyim, Keriman’ın kayınvalidesinin kendisiyle ilgili yaptığı dedikoduları takip etmek için bulduğu bu mucize, yani GAO en çok benim gibilere yaramıştı. Akşam altı, sabah altı mesaisini evde, tuhaf televizyon programlarını seyrederek tüketen, nedensizce ağlayıp duran ve ha bire pasta çörek tarifi biriktiren benim gibi kadınlara, sokakları tümden açmıştı.‘İçelim güzelleşelim’ diye sloganlaştırdığımız GAO, zaman içerisinde, kendi yöntemleriyle tüm ülkeye yayıldı ve görünmez de olsak geceleri sokak ve caddeleri parsellememize, mutfakları geride bırakıp hiç değilse bu biçimde özgürleşmemize yol açtı.Güzeldik, görünmezdik, dahası kimseye hesap vermek zorunda değildik. Ve bu bir müddet böyle gideceğe benziyordu. Bu görünmezlikten ‘ya ama Keriman Abla ya’ diye dert yananlara Keriman, Çağlayan Adalet Sarayı’nı örnek gösteriyor ve tahmin edeceğiniz cümlelerden başlayıp, en tahmin edilemez olanlarına, kendine özgü heyula bir dalgalanmayla bir çırpıda varıveriyordu.
‘Üçüncü pist yapım şantiyesinde iki kamyon malzeme boşaltırken biri damperi açık şekilde diğerinin üzerine düştü ve sürücü kabininde bulunan şoför ezilerek yaşamını yitirdi.’ İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nden 3. Köprü notları...***Reklamı Atla’yı, karlı bir pazar günü, geçmişte Seray’la bir yerlerde, bir arabanın arka koltuğunda konuşurken gözlerinde gördüğüm ışıltı eşliğinde okuyorum. Seray Şahiner’in BirGün gazetesi, OT dergisi gibi yayınlarda çıkan yazılarından derlenmiş, Can Yayınevi’nden çıkan kitabı bu. Samimi, içten, sıcak ve keskin metinlerden oluşuyor.Çamlar Kimin İçin Devriliyor’a bakıyorum, örneğin. Şahiner’in anneannesini ve dedesini aktarırken bugünkü tüketici topluma atıfta bulunduğu bir yazı bu:‘Meğer anneannemle dedem sürdürülebilir kalkınma prensiplerine göre yaşıyormuş. Azaltma, yeniden kullanma ve geri dönüşüm ilkelerini birebir uygulamakla kalmayıp sonraki kuşaklara da aktarmaya çalışıyorlarmış. Tekrar kullanılan yünler, şişeden köpekler, takvim yaprağından bir hayat, kravattan paspas geri dönüştürülebilir malzeme kullanımı örnekleriymiş. Bunları planlayarak yapmıyorlar, içselleştirmişler.’Takvim YapraklarıMetni okurken gözüm bir yere takılıyor ve takvim yaprakları deyince duraksadığımı fark ediyorum. Seray gibi benim de bir sürü takvim yaprağı manzarasına kayıtlı anım var. Onu takip ederek, kendiminkilere varıyorum, kendiminkinden çıkıp başka yerlere... Hatta dedesinin kuşe takvim yapraklarıyla kapladığı defterler bölümünü bambaşka bir hazla okuyorum. Yıllar yılı Bolu Ormanları’nı, Ardeşen’i, Toroslar’ı sarıp sarmalayan Atlas’ım ve kitaplarım geliyor aklıma. Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğrafladığı Türkiye’yi, en can sıkıcı bulduğum derslerin defterlerine sarıp sarmalamam.‘Takvim yaprakları sayesinde yanımız yöremiz yeşermiş ağaçlar, karlı dağbaşları, coşkun dereler, sarı sarı tarlalarla dolardı. Doğa manzarasından gına gelmişti!’Takvim yapraklarının bu tür manzaralarla dolup taştığı o yıllarda, yaşamı başka yerlerde arama çabamı -o toy çabamı- hatırlıyorum. Zaman geçtikçe, eski bir takvim yaprağı ya da sayfasına girip, orada ânı durdurmayı özlediğim halimse, hiç kuşku yok ki başka bir ruha denk düşüyor. Bir şeylerin kafama dank ettiği zamanlara.İşte o zamanlarda, tıpkı Seray’ın söylediği gibi, bazı durumları çok net görmek hasıl oldu, oluyor:‘Takvim yapraklarındaki manzaraların çoğu, HES’lere, yollara, havaalanlarına, köprülere; ranta kurban edilmek isteniyor. O yaştaki ninelerimiz torunları faydalansın diye ceviz ağacı dikiyor hâlâ, kimileriyse Kuzey Ormanları imara açılsın diye buyuruyor.’Evet...Hal böyleyken, kimileri çıkıp Kuzey Ormanları’nı imara açtı. Reklamlar reklamları izledi. Çamlar devrilirken törenler, törenleri, övgüler övgüleri, şatafatlı cümleler, yeni şatafatlı cümleleri takip etti. Tuhaflık bende! Dahası da var. 3. Boğaz Köprüsü olan bir ülke haline geleceğimizi bilmek, Kuzey Ormanları’na karşı, oradaki tüm can kayıplarına, iş kazalarına karşı duyduğum mahcubiyetimi artırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Kuzey Ormanları’nı, yakın bir zaman diliminde sadece bir takvim yaprağında yaşayacak olmaksa içimi burkuyor.***Mustafa Koç’u, bu ülkenin en önemli işadamlarından biri olarak hatırlamamın nedenlerinden biri de Divan Oteli’dir. Orada, 2013 yılında, o can pazarında kapılarını tereddütsüzce açıp, kucaklarında çocuklarıyla insanları içeri alan otel, aldığı risk ve gösterdiği cesaretle, gerçek bir cennet vaadiydi. O gün o kapılar açılmasaydı ne kadar çok insan ölecekti...Mekânı cennet olsun!
Yeğenim Ada’nın karnesi ‘çok iyi’lerle dolu.‘Nasılsın Ada’cığım?’ diyorum.‘Çok iyiyim’ diyor haklı olarak. Sonra çekine çekine soruyor.‘Sen nasılsın?’‘Ben de çok iyiyim’ diyorum. ‘Hiç bu kadar çok iyi olmamıştım. Baksana her yanımız çok iyi.’***Karnelerde ilköğretimde artık ‘pekiyi’ yerine ‘çok iyi’ kullanılıyor. İkisi arasında eğitim sistemimizdeki değişikliklere baktığımızda pek çok yol katedildiği ortada. Öyle ya, her sene değişen bir sistemden başka ne umulur? Tamam kabul ediyorum, bizim zamanımızda çok iyiler yerine pekiyiler vardı. Ve daha neler neler. Velhasıl, geldiğimiz yer baş döndürücü... Dedim size çok çok iyiyiz.Ancak sonuçlara baktığımızda durum pek de ‘çok iyi’ değil.Belki bu yüzden ‘Hindistan mı, yoksa Mars mı daha yakın?’ gibisinden bir soruya, kendilerine uzatılan bir mikrofon aracılığıyla ‘Mars’ yanıtını veren gençlerimiz var.Diyeceksiniz ki, ne önemi var? Coğrafya bilgisi yoksunluğu neyi kanıtlar? Bunu, öğrenci, gerekirse Survivor gibi yapımlarla tamamlayabilir, Yetenek Sizsiniz Türkiye gibi yarışmalarda da gerçek yeteneğini kanıtlayabilir.Sen matematiğe bak asıl!Belki haklısınızdır. Ancak matematikte de, yani o alanda da en büyük takıntıya sahip olan ülkemiz (fen ve matematik kafası olan çocuklarımız maşallah zeki ve zehir gibi, sosyal alanlara ilgi duyan çocuklarımız ah maalesef!) yapılan uluslararası istatistiklerde birazcık nal toplamaya devam ediyor.Bu kez de hakkımızın yendiği, bu konuda karar veren mercilerin asıl kendilerine bakmaları gerektiğini ifade edenler çıkacaktır.Onlara da hak veriyorum elbette. Her şeyimiz çok iyiyken moral bozmanın bir anlamı yok. Ancak çok iyi olmak yetmez yeni stratejiler geliştirmeliyiz diyenleri de göz ardı etmemeli.Kısacası şu soru: Pekiyi, şimdi ne yapacağız?Üç temel başlıkta toplayalım diyorum ben.1- ‘İşte Benim Stilim’ diyerek, havanda su dövmeye devam edelim. Kısacası bırakalım yaşam bizi hak ettiğimiz yere kendisi getirip bıraksın.2- Ekran karşısında uyuklayalım; belki istihare yoluyla uygun bir yöntem bulabiliriz eğitim sistemimize ve çok iyi ötesine geçebiliriz.3- Cinler perilerle canlı bağlantıya geçelim.Diyorum ki ilk basamakta yoğunlaşalım ve havanda su dövmeye devam edelim. Diğer ikisi nasılsa kendiliğinden gelecektir. Bilirsiniz, önemli olan temeli iyi atmaktır.Hatta şıp şıp diye değil resmen tok tok diye su dövelim havanda. Evet!Kısa zamanda varılacak gerçek: Sadece çok iyilerle değil, Toki-yilerle de dolsun karnelerimiz. Sadece ilköğretimde değil lisede de... Hatta üniversitelerimizde de. Bu derin ruh her şeye sinsin arkadaş! Kürsülerden caddelere, boş arazilerden eskiden dutluk olan arsalara kadar.Ve kaçınılmaz sonuç:Görsel sanatlar? Tokiyi.Felsefe? Tokiyi.Din Kültürü ve ahlak bilgisi? Tokiyi.Matematik? Tok tokiyi.Hatta dilimize de yerleşsin.Bugün nasılsın?Tok tok iyiyim.Çoluk çocuk nasıl?Tokiyiler.***Tokiyi olalım.Pekiyi olmayı aştın. Tamam. Ama... Çok iyi olmak da yetmez sana... Aş kendini.Tokiyi ol Türkiye! Tokiyi.
Çok eski ama ölümsüz bir film olan Yurttaş Kane’de devlerden de dev Kane’in ölüm döşeğinde söylediği bir sözcüktür ‘Rosebud’. Kane’in hayatındaki hiç kimse bu sözcüğün anlamını bilmemektedir. Filmin sonunda ortaya çıkar ki Rosebud Kane’in daha küçücük bir oğlanken ailesinden alınıp götürüldüğü gün, üzerinde oynamakta olduğu küçük ucuz kızağın markasıdır. Filmin yönetmeni, yapımcısı, senaristi ve baş rol oyuncusu Orson Welles’e göre Rosebud, Kane’in, bilinçdışındaki evinin yalınlığı, rahatı ve orada soluduğu çocuksu sorumsuzluğu temsil eder.Bu son derece katmanlı filmde, Rosebud filmin en önemli anahtarı olarak karşımızda durur. Filmi bambaşka bir çerçeveden inceleyen Laura Mulvey’e göreyse (Alfa Yayınları, Kasım 2015, Çev. Kemal Atakay) ‘Kane’in çocukken anne ve babasından ayrıldığı sahne, olay örgüsünün daha sonraki gelişimine egemen olan çizgileri çarpıcı bir biçimde temsil eder ve onu iki ana kısma ayırır.’Filmin ilk kısmında, sözde babayla girişilen bilinçaltı mücadelede, saldırganlık ve nefretle kendini ifade eden ve giderek daha radikalleşen bir Kane ile karşılaşırız. İkinci bölümde ise kendini deliler gibi mal ve mülkle donatmaya çalışan, kısacası Rosebud’la temsil edilen kopuş sahnesini manevi olarak dolduramayacağını anlayınca maddiyatla doldurmaya çalışan bir Kane vardır karşımızda. Bu yüzden, kapitalist yozlaşmalara karşı kampanyalara destek veren eski bir bankerin ‘ne olmak isterdin?’ sorusuna şöyle cevap verecektir Kane:‘Sizin nefret ettiğiniz her şey.’Medyanın gücü, kitleleri nasıl yönlendirdiği, sıradan insanı nasıl sağduyusuz bıraktığı, otoriterliğin hangi boyutlara varabileceğinin en çarpıcı örneklerinden biri olan film, Kane’in geçmişteki o kopuş sahnesinden beslenen ‘ödipal’ çatışmalarla ivmelenirken neler olur neler... Bu yüzden Yurttaş Kane, bir sistem eleştirisi biçiminde okunabileceği gibi, Laura Mulvey’in altını çizdiği şekilde bir çocukluk travmasının insanları nerelere vardırabileceği anlamında da okunabilir.21. yüzyılı felakete götüren ödipal çatışmalı insanları daha iyi anlamamız için, hem kitabı okumanızı, hem de filmi bir kez daha seyretmenizi öneririm. Rosebud’ı, ‘bana çocukluğunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim’ şeklinde yeniden ve yeniden düşünebilirsiniz.Belki tam da bu yüzden yeryüzündeki çocukları ve gençleri neden travmalardan korumamız ve sakınmamız gerektiği daha net ortaya çıkar. Yakın gelecekte yeni felaketlerin yaşanmaması ya da daha az yaşanması için.
‘Çünkü eninde sonunda iki taraf arasında bulunan ben de, bir dille konuşuyordum. Ve bu dil, öbür ikisinden farklıydı, iki insan, iki topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil.’Onat Kutlar’ı yitirişimizin ardından onca zaman geçti. Onun ‘Bahar İsyancıdır’ adlı deneme kitabından alıntıladığım satırlarının önemi ise, ağırlığını artırarak devam ediyor. Bu denemeden daha önceki bir yazımda da bahsetmiştim; şimdi bu değerli metni daha geniş ele almak istiyorum.Ne anlatır bu denemesinde Kutlar?Bir üçüncü dilden bahseder bize. Üstelik aynı dili konuşurken oluşagelen bir üçüncü dildir bu. Belki de birbirini dinlemekten nicedir vazgeçmiş insanlar için gereken, yeni olmasa da, yeniden üretilmesi gereken bir alandır bu. Nicedir karşısındakini duymayan, duymayı sadece kendi cümleleriyle tanımlayan insanlar için aciliyeti esas olan kutsal bir bölgedir burası. Sağırlaşan kulaklara ‘dinlemenin’, dinlemekle mümkün olabilecek ‘anlamanın’ ne kadar önemli olduğunu fısıldayan bir ara mucizedir söz konusu olan.Gelelim Kutlar’ın bu denemede bizlerle paylaştıklarına: Ağaçtaki serçeleri odacısının yardımıyla tüfeğiyle vuran bir yargıcın (eve misafir gelmiş ve tüfekle bu şekilde oyalanmaktadır), evdeki abla, erkek kardeş, anne ve babayı serçeler yüzünden gerdiğine tanık oluruz. 14 yaşındaki abla dayanamaz isyan eder: ‘Vuracaksanız yılanı vurun. Serçeleri niçin vuruyorsunuz?’ Yargıç bu esnada gözlüklerini alnına kaldırır ve kıza bakar. ‘Bunlar ağaçta tek çağla bırakmaz yarına kızım’ der ve serçeleri vurmaya devam eder. Söz konusu durum devam ederken işi çözmesi için babasına bakar Onat Kutlar. Baba, gitmek zorunda olsa bile lafı dolandırma niyetindedir. Küçük erkek kardeşine seslenir: ‘Git ahırdan kolanı getir’ der. Anne orada devreye girer: ‘Yargıç Bey de yola çıkacak’. Sonra da Yargıç’a dönüp kibarca ekler: ‘Yorulmuşsunuzdur!’ Ve mızmızlanan kardeşine döner: ‘Babanı duymadın mı?’Küçük kardeş o sırada iyice gerilmiştir: ‘Ben yılandan korkuyorum, ahıra gidemem.’ Yargıçsa şöyle der anneye: ‘Yok canım ne yorulması, kalemi kırdık bir kere...’ Ve düşen serçeleri tabağa koyarak toplayan yaşlı odacısının yanında bir serçeyi daha vurur.Onat Kutlar ise burada devreye girer:‘Bu insanların hepsi aynı dili konuşuyorlar ama birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlardı. Sanki odada bir Japon, Bir İngiliz, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiçbiri ötekinin dilini bilmiyordu. Bir şey yapmalıydım. Çünkü serçeler ölüp duruyordu.’Ve sonra ‘çevirmen’ olarak konuşmaya başlar:‘Yani ablam diyor ki serçeler duvardaki yuvalarına gizlenmiş yılandan korktukları için ağaca konuyorlar. Serçeleri vuracağınıza o yılanı vurun. Hem serçeler kurtulsun hem de ağaç... Babam konuğuna git diyemediği için yola çıkamıyor. Atın kolanını istemesi bu yüzden. Belki konuk anlar diye. Küçük kardeşim kolanla yılanı karıştırıyor. Bu yüzden korkuyor. Hakkı da var. Çünkü geçenlerde babam, karanlıkta kolan sanıp bir yılanı tutan birinden söz etmişti. Şimdi unuttu herhalde bunu anlattığını. Annem, konuğun yorulmadığını biliyor. Bunu söylerken artık gitseniz demek istiyor. Yargıç amca ise serçeler için verdiği idam kararından dönemeyeceğini söylemek istiyor. Odacının ise hiç sesi çıkmıyor. Çünkü korkuyor.’Ve her şey bu sayede çözülüyor. Kimileri kırılıyor, kimileri kızıyor. Ama durum netleşiyor. Herkes birbirinin ne demek istediğini anlamış oluyor. Dahası serçeler artık ölmüyor.‘O anda, yaptığım işin sadece bir çeviri olduğunu, kimseyi kızdırmak istemediğimi elbette anlatamadım. Çünkü açıkçası, yaptığımın ne olduğunu da iyice bilmiyordum. Özelliğimi kavramam ve adlandırmam için yılların geçmesi gerekti.’ der Onat Kutlar nihayetinde.***Bu tür çevirmenlere ne çok ihtiyacımız var şu ara.Öyle değil mi?
Vladimir Tumanov, Türkçede 100. baskısına ulaşan ‘Kraliçeyi Kurtarmak’ adlı kitabında matematikle arası iyi olmayan Aleks ve arkadaşlarına ‘oyun moyun...’ diyerek matematiği sevdirmeyi başarıyor. Dahası da var. Bu sayede tutsak olan kraliçeyi de bilinmez denklemleri çözerek, sayılardan sözcüklere ulaşan bir ‘sihirle’ özgürlüğüne kavuşturuyor.Satırları okurken matematiği fantastik bir maceraya dönüştürmek ne işe yarar sorusunu hep yanınızda tutuyorsunuz. O minicik çocukların esir düşmüş bir kraliçeyi bilmeceler aracılığıyla esaretten kurtarmalarını izlerken, bakmışsınız siz de, farkında olmadan, çözüm üreticiler arasında yer almışsınız...Bir değil, tonlarca problem var karşınızda. Ancak, Rus asıllı Kanadalı bir profesör olan Vladimir Tumanov, esaretin ve elbette bilinmezin (ve tabii çözülemeyecek gibi olanın) tek bir hamleyle çözülemeyeceğini de bize usul usul fısıldıyor sanki.‘Bu matematik yüklü bilmecelerin temel çözüm noktaları nerede?’ diye soracak olursanız, size vereceğim ilk cevap anlık reflekslerde değil, bir düşünce sürecinde kendini var ettiği olacak. Bu sürecin içerisinde de adım adım ilerlemek söz konusu. Bakın işinin ehli kahramanlardan biri olan Vanessa bu konuda ne diyor:‘Parantezler önce bu bölümleri yapacaksın demek. Harfler de bilmediğin sayıları ifade ediyor. Anlaşılan, cebirin özelliği, bildiğin sayılarla işe başlayıp, harflerin değerinin ne olduğunu buluncaya dek sayılar ve harflerle farklı denklemler kurmak.’Vanessa’nın söylediklerini tüm tutsaklıkları çözebilme konusunda bir pusula olarak şöyle algılıyorum:Adım adım gitmeyi göze alacak ve ilk etapta çok iyi bildiklerinden yola çıkacaksın.‘Çıkış yolu ne?’ derseniz; gelin kitaba dönelim ve bilmecelerden birini takip edelim. Burada kraliçeyi kurtaracak olan sihirli sözcüğün etkisinden bahsediyor bize yazar:Hepiniz tehlikede olsanız daSize bir yol önereyimSağlam kalıp kazanmayı göstereyim.Size doğrudan açıklayamamBu akıl almaz karşı büyüyüEtkisiz kalırdı söylesemZarara uğratamazdı hiçbir büyücüyü.Bunu bilmecelerden sökmeniz gerek.Yedi cevizi kırmalısınız.Sonra yedi yanıtı toplamalıVe de hamlenizi yapmalısınız.Yedi ceviz ne ki acep ya yedi yanıt diye düşünürken kahramanlarımız işin sırrını çözüyorlar:Bütün bilmecelerin bütün yanıtlarını eleye eleye yan yana getirdiklerinde sihirli sözcüğü buluyor (sayıların karşılığına denk düşen harfler sihirli sözcüğü oluşturuyor) ve kraliçenin tutsaklığını tümden ortadan kaldırıyorlar! Kısacası bu, sabırla göze alınan bir sürecin adı oluyor.Bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Sihirli sözcük, yani çözüm, bütün işlemlerin hakkını vererek ,tek tek yapılması, problemlerin tek tek, sabır, mantık, işbirliği, emek ve sağduyuyla çözülmesi sonucunda elde ediliyor. Başka bir deyişle, bütün tutsaklıkları çözecek sihir, insanın kendisi demek oluyor. İnsanın yanıtlarıyla diğer insanların yanıtlarının buluşabilmesi. Herkesin elinden gelen her şeyi hakkını vererek yapmaya gayret etmesi, hatta yapması. Evet, sihir bu. Kraliçenin tutsaklığını bitiren büyü...Her yaştaki çözüm meraklısına önerilir.Kraliçeyi Kurtarmak, Vladimir Tumanov, Günışığı Kitaplığı (Türkçesi: Mine Kazmaoğlu, Resimleyen: Sadi Güran)
İki gün önce ‘insan fanidir, sanat kalıcı’ hissiyatı içinde ünlü Amerikalı yazar ve eleştirmen Susan Sontag’ın bir kitabını okudum. ‘Bir Metafor Olarak Hastalık’ (Çev: Osman Akınhay), yıllar önce okuduğum ve pek de bir şey anlamadığım, daha doğrusu yaşama bağlayamadığım bir kitaptı. Bazı kitapların, tıpkı bazı insanlar gibi zamanı vardır. Bu kitap da buna denk düştü demek. Sontag’ın tüberkülozdan kansere uzun uzun, insanlık dersi verdiği kitabını, 21. yüzyılda, Türkiye’de, bu kum fırtınasında okumanın anlamı, kitaba bambaşka bir perspektifle bakmama yol açtı. Dahası yazarın, sonradan AIDS’le kurduğu bağı da, tam da bu yüzden son derece aydınlatıcı buldum.Kitap, gerçekten çok yaratıcı bir eleştiri metni! Sadece tüberküloz ve kanserle değil, veba ve kolerayla, cüzzam hatta frengiyle de uğraşıyor. Bunları tartışırken de edebiyat metinlerinde, kendilerine uzun uzun yer verilen bu hastalıkları, keskin bir eleştirmenin derin merceğinden sunmayı ihmal etmiyor. Sontag, vakti zamanında bir kanser hastası olarak gözlemlerini aktarırken (bu besbelli!), tıpkı diğer hastalıklar gibi kanserin de tedavi edilemez, öngörülemez, yenilemez haldeyken nasıl da ötekileştirildiğini tartışıyor bizlerle. Tıpkı diğer hastalıklar gibi! Hastalıklar, ne zaman kontrol altına alınmaya ve ‘yenilmeye’ başlıyorlar, o zaman makul bir çehreye bürünüyorlar. Pis, sefil, uzak durulması gereken, yok sayılan belalar statüsünden, tedavisi mümkün, sıradan ve evcil hastalıklara dönüşüyorlar. Hastalara bakış açısı da bu doğrultuda değişiyor elbette. Kanser hastaları tedavi için radyasyona değil, artık kemoterapiye devam ediyorlar, örneğin.Bu durumu, 20. yüzyıl sonları ve 21. yüzyıldaki çaresiz hastalıklar bölümüne ise AIDS’i oturtmakta gecikmiyor Sontag: ‘AIDS kimsenin nasıl reddedeceğini bilemediği geleceğin çoktan geldiği ve her zaman karşımızda olduğu global köyün distopyacı müjdesidir.’Tüm bu olup bitenleri ise pek güzel özetlediği bir deyim var: ‘Askeri metaforlar’. Sontag, tüm bu hastalıklara giydirilen metaforları, yani benzetmeleri, fazlasıyla dayatmacı ve dolayısıyla askeri bulduğunu söylerken, ‘kötü, pis, bela, uzak durulması gereken düşman vb.’ türünden bu sözcük yığınlarının hasta olan insanlarda utanç ve toplumdan dışlanma duygularına yol açtığını ifade ediyor: ‘Askeri imge ve metaforlar her şeyin velveleye verilmesine yol açar, tanımları aşırı derecede abartır ve hastaların toplumdan aforoz edilip damgalanmasına ciddi derecede katkıda bulunur.’DikkattttBunları okuduğunuzda ise bu tür askeri metaforların toplumda her türlü dışlama için sabitleştirildiğini de teslim ediyorsunuz. ‘Tehdit altındayız, dikkkkat, hazır ollll, bu topraklarrr, bu kannnn, savaşacağız, kazıyacağızzzz, kazanacağızzz, dünya yıkılsaaa vs. vs. vs.’Tüm bu sözlere dahasını da söylüyor Sontag ‘biraz sakin olun ya’ dercesine:‘Hastalar, ne kaçınılmaz kayıplardır ne de düşman. Biz önümüze çıkan her sorunla, her vasıtayla savaşmaya yetkili değiliz.’Hem yetkili değiliz hem de mecbur değiliz aslında. Burada, yavuz savaşçıların sesini duyar gibiyim: ‘Bu Sontag da senin gibi ne naif kadın yahu! Her yanımız düşmanla çevriliyken, ne diyorsunuz siz! İnsanın kafasını karıştırmayın be.’Oysa, bu yavuzların çoğunun da bildiği gibi ne tıbbın ne de gündelik yaşamın (medyadan politikacıların diline uzanan geniş bir yelpaze) askerileşmesine gerek yok. Gerçeğin kendisi başka bir şey çünkü. Hem kendisi hem de dili!Yavuz savaşçılardan özür dileyerek Sontag’ın son cümleleriyle bu ‘askeri dünyaya’ şimdilik veda etmek istiyorum:‘Askeri imgeleri savaşları çıkaranlara geri postalayın!’