İki gün önce ‘insan fanidir, sanat kalıcı’ hissiyatı içinde ünlü Amerikalı yazar ve eleştirmen Susan Sontag’ın bir kitabını okudum. ‘Bir Metafor Olarak Hastalık’ (Çev: Osman Akınhay), yıllar önce okuduğum ve pek de bir şey anlamadığım, daha doğrusu yaşama bağlayamadığım bir kitaptı. Bazı kitapların, tıpkı bazı insanlar gibi zamanı vardır. Bu kitap da buna denk düştü demek. Sontag’ın tüberkülozdan kansere uzun uzun, insanlık dersi verdiği kitabını, 21. yüzyılda, Türkiye’de, bu kum fırtınasında okumanın anlamı, kitaba bambaşka bir perspektifle bakmama yol açtı. Dahası yazarın, sonradan AIDS’le kurduğu bağı da, tam da bu yüzden son derece aydınlatıcı buldum.
Kitap, gerçekten çok yaratıcı bir eleştiri metni! Sadece tüberküloz ve kanserle değil, veba ve kolerayla, cüzzam hatta frengiyle de uğraşıyor. Bunları tartışırken de edebiyat metinlerinde, kendilerine uzun uzun yer verilen bu hastalıkları, keskin bir eleştirmenin derin merceğinden sunmayı ihmal etmiyor. Sontag, vakti zamanında bir kanser hastası olarak gözlemlerini aktarırken (bu besbelli!), tıpkı diğer hastalıklar gibi kanserin de tedavi edilemez, öngörülemez, yenilemez haldeyken nasıl da ötekileştirildiğini tartışıyor bizlerle. Tıpkı diğer hastalıklar gibi! Hastalıklar, ne zaman kontrol altına alınmaya ve ‘yenilmeye’ başlıyorlar, o zaman makul bir çehreye bürünüyorlar. Pis, sefil, uzak durulması gereken, yok sayılan belalar statüsünden, tedavisi mümkün, sıradan ve evcil hastalıklara dönüşüyorlar. Hastalara bakış açısı da bu doğrultuda değişiyor elbette. Kanser hastaları tedavi için radyasyona değil, artık kemoterapiye devam ediyorlar, örneğin.
Bu durumu, 20. yüzyıl sonları ve 21. yüzyıldaki çaresiz hastalıklar bölümüne ise AIDS’i oturtmakta gecikmiyor Sontag: ‘AIDS kimsenin nasıl reddedeceğini bilemediği geleceğin çoktan geldiği ve her zaman karşımızda olduğu global köyün distopyacı müjdesidir.’
Tüm bu olup bitenleri ise pek güzel özetlediği bir deyim var: ‘Askeri metaforlar’. Sontag, tüm bu hastalıklara giydirilen metaforları, yani benzetmeleri, fazlasıyla dayatmacı ve dolayısıyla askeri bulduğunu söylerken, ‘kötü, pis, bela, uzak durulması gereken düşman vb.’ türünden bu sözcük yığınlarının hasta olan insanlarda utanç ve toplumdan dışlanma duygularına yol açtığını ifade ediyor: ‘Askeri imge ve metaforlar her şeyin velveleye verilmesine yol açar, tanımları aşırı derecede abartır ve hastaların toplumdan aforoz edilip damgalanmasına ciddi derecede katkıda bulunur.’
Dikkatttt
Bunları okuduğunuzda ise bu tür askeri metaforların toplumda her türlü dışlama için sabitleştirildiğini de teslim ediyorsunuz. ‘Tehdit altındayız, dikkkkat, hazır ollll, bu topraklarrr, bu kannnn, savaşacağız, kazıyacağızzzz, kazanacağızzz, dünya yıkılsaaa vs. vs. vs.’
Tüm bu sözlere dahasını da söylüyor Sontag ‘biraz sakin olun ya’ dercesine:
‘Hastalar, ne kaçınılmaz kayıplardır ne de düşman. Biz önümüze çıkan her sorunla, her vasıtayla savaşmaya yetkili değiliz.’
Hem yetkili değiliz hem de mecbur değiliz aslında. Burada, yavuz savaşçıların sesini duyar gibiyim: ‘Bu Sontag da senin gibi ne naif kadın yahu! Her yanımız düşmanla çevriliyken, ne diyorsunuz siz! İnsanın kafasını karıştırmayın be.’
Oysa, bu yavuzların çoğunun da bildiği gibi ne tıbbın ne de gündelik yaşamın (medyadan politikacıların diline uzanan geniş bir yelpaze) askerileşmesine gerek yok. Gerçeğin kendisi başka bir şey çünkü. Hem kendisi hem de dili!
Yavuz savaşçılardan özür dileyerek Sontag’ın son cümleleriyle bu ‘askeri dünyaya’ şimdilik veda etmek istiyorum:
‘Askeri imgeleri savaşları çıkaranlara geri postalayın!’