‘Bence biz anı yakalamıyoruz; o bizleri yakalıyor’.Geçen bir filmde rastladım bu cümleye. Ölü Ozanlar Derneği’nde Robin Williams’ın efsaneleştirdiği ‘günü yakala’ cümlesine karşılık olabilir gibi geldi bana. Sonra, ikisinin de birbiriyle zıtlaşmayan cümleler olduğuna karar verdim. Şöyle düşündüm: Anın bizi yakalaması bile, bizim ona hazır olmamızla ilgili bir durum olabilir.***Virginia Woolf, ‘Varolma Anları’ adlı kitabında bu durumu destekler bir üsluba sahip. Anın bizi yakalaması için ona cevap verebilecek konumda olmamız gerektiğinin altını çiziyor... Tam da o anda olmasa bile sonrasındaki bir farkındalığın bunun üstesinden gelebileceğine.Bu kitap Woolf’un çekmecelerinde kalmış ve yazarın ölümünden sonra basılmış metinlerden oluşuyor. Yaşam tanıklığı olarak okunabilecek, onu daha iyi tanımamıza yol açacak satırlarla dolu bir yol arkadaşı. Metni İlknur Özdemir dilimize kazandırmış.Edebiyat kaygısı güdülmeden yazılmış bu satırlar, bir yazarın aklını çelen sorular ve ünlemlerle dolu. Bunlardan biri de, bugünkü yazımın pusulası olan ‘varolma ve varolmama anları’ üzerine. ‘Her günün içinde varolmaktan çok daha fazla varolmama anı var’ diyor Woolf. Dahası günün büyük bir bölümünün bilinçsizce yaşandığından da bahsediyor. Yani hiçbir biçimde hesaba katmadan, öylesine, laf olsun diye yaşadığımız günleri hatırlatıyor bize. Kötü bir günde varolmama yüzdesinin daha da arttığına değiniyor... Farkındalığımızın, yaşadıklarımıza anlam katma katsayısının daha da düştüğü günler bunlar. Hazımsızca, hayli gergin (ve belki de epey üzgün) ve belki de çok katı bir tavırla çerçeveli bir biçimde yaşadığımız zamanlar... Ya da sadece, öylesine yaşadığımız fasılalar... Bu zamanların insan hayatına nasıl yansıdığını takip edebileceğimiz edebiyat metinlerinden bahsediyor sonra. Varolma anları kadar varolmama anlarını ustalıkla aksettiren yazarlardan küçük bir liste bile sunuyor. Dickens, Dostoyevski, Trollope, Tolstoy ve Austen... Hatta kendini onlara göre daha beceriksiz buluyor-nedense.Bu anları edebiyat aracılığıyla deneyimlemenin ne işe yarayacağı ise benim sorum. Varolmama anlarının insandan neler götürdüğünü edebiyat aracılığıyla öğrenmek bugünümüzü nasıl şekillendirebilir sorusu da denebilir buna. Dahası Virginia Woolf’un kendi çocukluğuna dair ‘varolmama anını bir varolma anına’ dönüştürdüğü şu cümlelerini okuduktan sonra yaşama ne katabiliriz sorusu da:‘Onunla çimenlerin üzerinde boğuşuyorduk. Birbirimizi yumrukluyorduk. Tam ona vurmak için yumruğumu kaldırmıştım ki şunu hissettim: Neden bir insanın canını yakayım? Hemen elimi indirdim. Orada öylece durdum.’***Çok basit bir soru gibi görünebilir ‘Neden bir insanın canını yakayım?’ sorusu. Şunu biliyoruz ki bu soruyla birlikte Virginia Woolf, o ana dek süregiden bir varolmama anını, tam da bu soruyla bir varolma anına dönüştürüyor. İster anın bizi yakalaması diyelim, ister günü yakalayan bizler olalım; gidişatı değiştirebilen soruyu sorabilmek, hemen her şeyi farklı bir raya oturtabiliyor.Neden bir insanın canını yakayım, yakıyorum?Etrafınıza bakın. Bunu o ya da bu şekilde yapan ne kadar çok insan var. Ve çoğu bunun farkında bile değil! Sorular çeşitlendirilebilir elbette. Ama nedense ben bu soruda odaklanmak istiyorum:Neden bir insanın canını yakıyorum?Sadece, kişisel planlarımız için değil, aynı zamanda Türkiye’de şu ara ardı ardına yaşadığımız, insanın kavrama sınırlarını aşan olayları bir yere oturtabilmek için de geçerli bir soru gibi geliyor bana. Neden kendimizi böyle yok ettiğimiz sorusu da... Neden değişemediğimiz, neden bu gidişatı değiştiremediğimiz.
‘İstanbul Heybeliada Halk Kütüphanesi binasını kaybettik!’ cümlesini okuyunca duraksadım. Bu cümleyle birlikte son 3 yıl boyunca kütüphanenin ellerinden alınmaması için uğraş veren ada ahalisinin çabalarını düşündüm.O görkemli bina (Triandafilidis Köşkü) 2013 yılında gönüllülerin çabasıyla onarıma girmiş ve sonrasında da bir bilinmeze terk edilmişti. Konuyla ilgilenen çok sayıda destekçisi vardı. Bunlardan birisi olan Prof. Dr. Bülent Yılmaz, ‘kaybettik’ cümlesiyle başladığı mektubunda uzun yıllar Orhan Kemal İl Halk Kütüphanesi’ne bağlı şube kütüphanesi olarak hizmet veren bu binanın İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne verildiğini yazmış ve ben de dahil okuyan birçok insanın kafasında bir sürü soru işaretinin oluşmasına neden olmuştu.Aslında bu beklenen bir sonuçtu ancak bunun gerçekleşmemesi için ada halkı bu uğurda bir dernek kurdu, çalıştaylar, konferanslar düzenledi, stratejik planlar geliştirdi. Kitap kampanyaları başlattı. Şenlikler düzenledi. Valilik, vali yardımcıları, kültür müdürleri ile görüşüldü ve her seferinde şöyle dendi onlara: “Merak etmeyin.” Ancak böyle olmadı.Sivil toplum ve halk işbirliğinin örneğiBu hafta sonu Mersin’de gerçekleşen halk kütüphaneleri toplantısında Bülent Yılmaz’la yüz yüze konuşma fırsatını yakaladım. Sürecin vardığı noktadan çok, bu süreçte ada halkının verdiği mücadelenin anlamlı olduğunu ifade etti. Onun ifade ettiklerine göre en çok üzülmemiz gereken hususlar ise şunlardı: Tüm o çabalara rağmen artık o bina bir kütüphane olmayacak. Dahası, hep özlediğimiz ve henüz emekleme aşamasında olan bir gerçek de yok sayılacak: Heybeliada Halk Kütüphanesi, Türkiye’nin sivil toplumu halka taşıyan önemli buluşma yerlerinden biriydi ve bu konuda neredeyse bir ilkti. Bu adımın önünün kesilmemesi hem ülkemizdeki halk kütüphanelerinin ufkunu açması hem de sivil toplumun işlevselliği açısından son derece önem taşıyordu.Çözüm sadece İl İdare Mahkemesi mi?Heybeliada Halk Kütüphanesi Koruma Derneği’nden Serenad Demirhan ise Heybeliada’ya 41 yıl halk kütüphanesi olarak hizmet vermiş ancak 2008’den itibaren adeta yıkılmaya bırakılmış olan kütüphane binasını geri kazanmaya çalışırken artık sadece İdare Mahkemesi düzeyinde itiraz hakları kaldığını ifade ediyor.‘2013’ün Haziran ayında topladığımız 500 imza ile binanın kütüphane olarak restore edilmesi sürecini başlatmayı Adalılar olarak başardık. Restorasyon yaklaşık 2 yıldır devam ediyor. Ancak geçtiğimiz hafta İl Kültür ve Turizm Müdürü Nedret Apaydın’dan aldığımız habere göre burası kütüphane olarak açılmayacak. Tahsisi Milli Eğitim Bakanlığı’na yapıldı ve Valilik, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü düzeyinde yapılan taleplere rağmen tahsisi değiştirilmedi. Bu konuda da artık resmi yazı yazıldı. Biz ise Dernek olarak kütüphanemiz sanki açıkmış ya da her an açılabilirmiş gibi etkinliklerimize, atölyelerimize devam ediyoruz. Mücadeleye buranın kütüphane olduğuna dair kapısına tabela asılana kadar devam edeceğiz. Çünkü Heybeliada’nın kütüphaneye ihtiyacı var.’Demirhan’ın ifade ettiğine göre sosyal medyada 1000’den fazla takipçileri, 400 kişilik bir mail grubu, 100 küsur kişiden oluşan dernek üyeleri var. Hemen her etkinliklerine 150-200 kişi katılıyor. Dünya Öykü Günü’nde ise bu sayı 350’ye ulaşmış... Ve bu çevre, yaşlısından gencine adalılardan, kütüphanecilerden, edebiyatseverlerden ve kütüphane dostlarından oluşuyor. Gezici kütüphane projeleri ise hedefledikleri adımlardan sadece biri.Sesimi onların sesine katarak ricamı ben de burada dillendirmiş olayım:Heybeliada’nın en eski tarihi binalarından ve kültürel miraslarından biri olan Triandafilidis Köşkü bırakınız kütüphane olarak kalsın... 1967’den 2008’e kadar halk kütüphanesi olarak hizmet vermiş ve 2008’den 2013’e kadar ise kaderine terk edilmiş bu binayı Adalılar kütüphane olarak istiyor. Ve bu köşk, bir halk kütüphanesi olmaya çok yakışıyor.
‘İnsanlığın bu ortak mekanında, silah, çatışma, operasyon istemiyoruz; savaşlar, çatışmalar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz’ demişti Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi. Bu sözleri insanlık mirası olan bir yapı içindi. Dört Ayaklı Minare, ömrünü bulutlara saklayan bu iyi kalpli insanın ardından, ahretlik bir şiire saklanmış bir satırla uğurlayacaktı Elçi’yi. Galiba, barışın her gün mücadele edilmesi gereken bir kavram olduğuna inanan bizler de: ‘Düşümüzü düşleriz.’***1980’lerde Suriye’den gelen bir kadın, rüyamda gördüğüm bir manto dikiyor bana.Bir yandan da neden oralardan buralara geldiğini, ömrü rüzgârlara kapılıp giderken Şam sokaklarında döktüğü gözyaşlarının öyküsünü fısıldıyor. Mantonun kollarından biri için prova zamanı. Cansız kolu bedenime iğnelerken fısıldadığı öyküyle birlikte ben de yola çıkıyorum. Emevi Cami’nin önünde bekleşen bir kalabalığın parçası haline geliyorum.‘Şam en güzel rüyaydı’ diyor kadın. ‘Öyle böyle değil, en güzel rüya. Ama artık bitti.’Kolumda iğne batması gibi aniden ürperten bir acı hissediyorum.‘Hay aksi’ diyor kadın. ‘Kusura bakmayın.’Sonra prova devam ediyor. Birlikte Mahmut Derviş’in o şiirini söylediğimizi hayal ediyorum:‘Düşümüzü düşleriz... Ey düşümüz buğdayın tanelerini ver bize!’***Çinli muhalif gazeteci Gao Yu, geçtiğimiz Nisan ayında devlet sırlarını sızdırmaktan yargılandı ve tam 7 yıl hapis cezasına mahkum edildi. Devlet sırrı diye bilinen belgede ‘Batılı tarzda basın özgürlüğü ve insan haklarının yol açabileceği tehditler’ mevcuttu. Temyiz mahkemesi 71 yaşındaki gazetecinin cezasını 2 yıla indirilmesine hükmetti. Kalp hastası olan gazetecinin, sırf mesleğini icra etti diye aldığı en önemli ödüllerin başında ise çalışma yasağı ve cezaevinde tükettiği yıllar geliyor. Ne kadar tanıdık, öyle değil mi? 26 Kasım’da en son yaşananlar, Gao Yu’nun davasıyla ne kadar da ölçüşüyor. Ve buradaki ‘şiddetten’ ülkemizdeki çoğu insanın haberi bile olamıyor çünkü medya bu vahim olayı es geçiyor. Tıpkı Ankara katliamından çoğu insanın haberi olmadığı gibi!Gel de hatırlama şimdi o şiiri:‘Düşümüzü düşleriz.’***Düşümüz ne mi? Düşlemekten korktuğumuz o şey: insan gibi yaşamak. Barışı gelecekteki bir hedef gibi değil, tam da şimdiki zaman içerisinde istemek ve bundan hiç vazgeçmemek... Savaşın kaçınılmaz olduğunu söyleyenlere karşı direnmek... Bu gidişle sözünü ettiğiniz o gelecek hiçbir zaman gelmeyecek diyebilmek. Barışın değil, şiddetin dengesini korumayı planlayanlara karşı ‘hayır’ diyebilmek, şiddet sadece şiddeti üretir. Şiddetin dengesini gözetmeye kalktığınızda sadece silah tüccarlarını sevindirirsiniz; oysa hedef, tam da şimdi barışı gözetmektir. Hiç gelmeyecekmiş gibi görünen o düşü, hayatla buluşturabilmek. Barışı, her gün, her yerde ve her zaman için istemek, istemek, istemek durumundayız.
‘Bizi bu öfke yumağında yok edecekler.’26 Kasım gecesi, iki gazeteci arkadaşımız Can Dündar ve Erdem Gül’ün gazetecilik yaptılar diye tutuklanmalarının ardından yapılan bitik bir telefon konuşmasından.***Seher ve arkadaşlarının bu telefon konuşmasından haberi yok. Onlarla başka bir şey konuşuyoruz.11 yaşındaki gözlerindeki umudu silmeden, körpe zihinlerindeki sözcükleri acıtmamaya çalışarak, dahası gencecik omuzlarına yaşamın külfetini fazla yüklemeksizin onlarla bir şeyler paylaşmak istiyorum. Paylaşmak istediğim o şeyin adı bir kitap. O ‘şey’i yazanların burunlarından fitil fitil getirildiği ve paso hırpalandığı bir ülkede 11 yaşında olmanın hem iyi hem de olumsuz yanlarını düşünerek (itiraf etmeliyim ki şu aralar her konuda bu kadar engin bir toleransa sahip değilim) ayağım frende bir şekilde onlarla Adalet ve Haksızlık’ı tartışıyorum. Felsefe Doktoru Brigitte Labbe’nin çocuklar için yazdığı kitaplardan biri bu (Çıtır Çıtır Felsefe dizisi; Günışığı Kitaplığı).Kitap baştan sona çok ilginç geliyor çocuklara. Kitabın son bölümü ise çok daha ilginç. Seher olmasa da arkadaşlarının bir kısmı futbola çok düşkün; o yüzden kitaptan alıntıladığım örneği can kulağı ile dinliyorlar. Hatta Seher bile.Nasıl mı?Bir öğle zamanı, karınları zil çalarken onlardan bir futbol maçı anını düşünmelerini istiyorum. ‘Diyelim ki adı Seher olan biri (Seher burada hayretle yüzüme bakıyor) gol atıyor, ancak o sırada hakem topun Seher’in eline değdiğini düşünüyor, düdüğünü çalıyor ve golü geçersiz sayıyor’ diyorum. Seher hâlâ şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor. ‘Oysa bu doğru değil!’ diye devam ediyorum. ‘Seher, bu haksızlık karşısında deliriyor, hakeme gidip bağırıp çağırıyor. Ve sonuç: Seher oyundan atılıyor. Artık oyun dışı. Sıfır noktasında. Tüh!’Bu kez Seher’in arkadaşları Seher’e merakla bakıyor.Bu meraktan yararlanıp ‘Olayın bir başka hali şöyle gelişiyor’ diyorum. ‘Seher’in malum golü sayılmıyor. Seher o kadar üzgün ki yere kapaklanıyor ve batsın bu dünya derken, kendinden geçiyor; üzüntüden sinir krizi geçiriyor. Olacak gibi değil! Antrenörü oyuncu değiştirmek zorunda! Kız Seher sen ne yaptın? Seher o kadar üzgün ve depresif ki bu soruyu duymuyor bile.’(Seher ve arkadaşlarına bu iki hali çok ama çok Türkiye’ye benzettiğimi söylüyorum. Gülüşüyorlar.)‘Ama’ diyorum ‘Merak etmeyin. Olayın bir de üçüncü hali var.’Biri parmak kaldırıyor, ‘Seher hakem mi olacak yoksa?’ diye soruyor.‘Hayır’ diyorum. Seher hâlâ futbolcu ve maç da aynı maç. Ve anlatmaya devam ediyorum: ‘Bu kez hakem haksızlık yapıp golünü saymayınca Seher ne hakeme bağıracak ne de öfkesinden bayılacak. Seher resmen burada risk alacak. Yürü be kızım kim tutar seni! Seher bu noktada kendisine yapılmış olan haksızlıktan doğan öfkesini olumlu bir enerjiye dönüştürecek. Veee hep kaybeden konumundan çıkıp kazanan olacak. Nasıl mı? Oyuna devam edecek. Oyuna devam ettikçe açılacak, açıldıkça daha iyi oynayacak. Az laf çok iş felsefesini benimseyecek. Tembellikten ve kadercilikten arınacak. Köhne refleksleri bırakıp yeni enerjilere açacak kendini. Ve sonunda, kendine inandığı o noktada o nefis golü atacak!’Ya hakem?Seher, sonuçta onun da herkes gibi etten ve kemikten bir insan olduğunu anlayacak. Ama çok da fazla önemsemeyecek bu çıkarsamasını. Golü attı. Takımı galip. Ve o çılgın öfkesinden yeni ve pırıl pırıl bir Seher çıkardı. Hakemi kim ne yapsın!***İki haftalık moladan sonra hepinize merhaba.
Yağmur yağar akasyalar ıslanırBulutlar uçuşur geceleyinBen yağmura deli buluta deliBir büyük oyun yaşamak dediğinBeni ya sevmeli ya öldürmeliGülten Akın***Sennur Sezer’in ardından Gülten Akın’ı a da yitirdik. Seçim sonuçlarını aldığımız zamana sökün eden kayıplar oldu adları. Seçimlerin ardından, yolumun Sultanahmet’e düştüğü bir gün Ayasofya Müzesi’ne gittim. Onun ‘İstanbul ne depremler, ne medeniyetler, ne yangınlar gördü; ben hep buradaydım’ haline bir müddet baktım. Kavruk zamanların rotasını çizdiği kader yumağını ‘taşın ve emeğin’ ketum denklemiyle anlamaya çalıştım. Dört yıl bunu anlamakla geçer mi, zaman gösterecek. Seçim akşamı ekranlarda boy gösterenlerden kimileri, her zamanki gibi aydınları, halkı anlamamakla suçladılar. İçimden geçen cümle şu oldu o zaman: ‘Siz iktidar dilini anlamış, yalayıp yutmuşsunuz ya bu hepimize yeter kardeşim! Sizden öğrenilecek ne kadar çok şey var.’***Şimdi ne yapacağız? ‘Halkı anlamıyorsunuz!’ diye feryat eden ‘derin analiz sahibi yetkin mi yetkin’ bir grubun karşısında olduğu savlanan biz fildişi kule sakinleri (biz kimilerine göre hep öyleyizdir, krem renginden hallice kulelerde yaşar, fildişi taraklarla saçlarımızı uzun uzun tarar, fildişi sahillerinde taş sektirir ve devletimizin asırlardır imal ettiği arkadan kuşakla bağlanan patiska rengi, bir nevi kefen sayılabilecek kolsuz deli gömlekleri giyeriz; çokça vatan haini, bolca terörist ve hayli terbiyesizizdir; kan grubumuz RH çapulcu, genlerimizse dış mihrak şüphesi uyandıracak biçiminde karışıktır), sahi şimdi ne yapacağız? Malum, idam sehpasına doğru yürüyoruz ya, son isteğin nedir diye sorarlar ya insana, bende o hesaba kayıtlı bir türkü var, haydi Türkiye, eller havaya diyerek paylaşayım:‘Kekliği düz ovada avlayalım.Kanadını çam dalına bağlayalım,şıkıdım şıkıdım şıkıdım şıkıdım oynayalım...’Vazgeçtim ‘kardeşim biz niye 2. seçime gittik, 5 ayda ne değişti, Ankara katliamında ne oldu, Suruç neden yaşandı, oyunu neden kömürlere, üç kuruşluk cep harçlığına sattın, Aralık 2014’ü hatırlıyor musun vb.’ sorularını sormaktan. Yersiz, gereksiz sorular işte. Ancak şu önemli soruları sormadan duramıyorum:Türkiye, sence keklik kim, kanadı çam dalına bağlanan kim, düz ova nerede, haydaaa diyerek şıkıdım şıkıdım kim oynuyor şimdi?***Sezen Aksu, Gülten Akın’ın dizeleriyle işlediği ‘Deli Kızın Türküsü’nü fonda söylerken sözler şöyle akıp gidiyor:Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsaBöcekler gibi başlamalı yenidenBu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıktaYan garipliğine yürek yanGitti gidenHer şeye rağmen sevindiğim bir husus var: İstanbul Kitap Fuarı başlıyor. Bugün hep oralardayım. Mine Soysal ve Tolga Gümüşay’la ortak bir panelimiz bile var (saat 13.15-14.15, Karadeniz Salonu). Orada her yaş için edebiyatın önemini tartışacağız; düşünmenin ve yaratıcılığın nerelerde başladığını ve adına yaşam denen bu büyük oyunda kendine nasıl yol çizdiğini.Belki bir ara şuna da değinebiliriz: Türkiye okuyan ve düşüncenin hakkını veren bir toplum olsaydı bugün buralarda olur muyduk? Hepimizin aynı gemide olduğunu fark etmek bu kadar zor olur muydu? Neyse... Haydi okuyalım ve yeniden başlayalım.***2 haftalık kısa bir moladan sonra tekrar sizlerle olacağım. O zamana kadar kendinize iyi bakın.
‘Öleceksek de adam gibi öleceğiz. Kadın gibi yaşamayacağız. Bizi kadın gibi yaşatmaya da kimsenin gücü yetmez.’Bir spor kulübü başkanının hakeme sesleniş konuşmasından.***Gecenin bir vakti. Yukardaki satırları okuduktan sonra cümlem tam da şu: Bak sen!Cumhuriyet’in 92. yılını geride bırakırken önde gelen bir spor kulübümüzün başkanının yukardaki sözleri sarf ettiğine tanık olmak, bu topraklar üzerinde, bal gibi, bir 92 yılı daha ‘normalleşmek’ için geçirmek durumunda olduğumuzu gösteriyor. Onca şey varken neden diyeceksiniz şimdi... Evet onca şey var; belki de ‘onca şey’ olduğu için bu cümleler havada uçuşuyor. Ortalıkta onca şey olduğu için, bu kadar büyük bir ayrımcılığın gezindiği cümlelerin varlığı, bugün bir spor kulübünde, yarın bir gazete mutfağında, ertesi gün muhtarlara verilen bir resepsiyonda, eşitlik prensibinin resmen ihlâl edilmesi anlamına gelebiliyor. Bir anda ağızdan dökülmüş bu sözcüklerde (zaten bu yüzden de çok sorunlu) 1 değil, 2 değil, tam 3 ‘hakaret’ cümlesi var. Bu cümleleri ‘varsın şanım olsun!’ diye kullananların da sayısının az olmadığını bilmek, insanı bambaşka duygulara sürüklüyor elbette.Evet onca şey var; ama insanın insana saygısı yok. Bu olmayınca da sözcükler bu kadar vasatlaşıyor, bir çırpıda bu kadar nefret kusuyor ve kılıfını bulup hemen faşizanlaşıyor işte.***Bu konuda daha detaylı yazacaktım. Ancak tuhaf bir şey oldu. Tam bu cümleler üzerinde yoğunlaşacakken, gecenin bir vakti, 20’li yaşlardaki genç bir insanın kısacık satırları araya girdi:‘Clarisse Etkisi!’Bırak dedim, kötüler kötülükleriyle kalsın. Ve karşıma aldım ‘Clarisse Etkisi’ni. Okudum, bir daha okudum. Sonra gecenin bir yarısında çay demledim. Sabaha ulaşamasa da, Clarisse, aylı gecenin sakinliğinde çayla çok güzel gitti.***Biraz açalım: Clarisse McClellan, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 (kağıdın yanma ısısıdır bu) romanında hemen başlarda kahramanımız itfaiyeci Guy Montag’ın karşısına çıkan gencecik bir insandır. Clarisse, tek işi kendisine emir verildiği biçimde kitapları yakmak olan Montag’ı başka bir yöne çeker; ona, yaşamda emirlerden ve bu emirlere itaatten başka hususların da olduğunu gösterir. Olur mu olur: Gencecik Clarisse, emir ve yetkilerle kafası çok net işleyen ve hücreleri dumura uğramış Montag’ın bambaşka şeyler düşünmesine yol açar. Dahası, yine aynı genç insan, kitapları yakmakla yükümlü bu itfaiyecinin yaşama dair sorular sormasına, kendisine verilen emirleri tekrar tekrar düşünmesine ve insanlığını yeniden sorgulamasına neden olur. Öyle ki sonunda bizim emir eri Montag, Montag olmaktan çıkar ve kitapları yakanlara karşı mücadeleye soyunur. Ancak yolu çok zorludur. Ezberi meşrulaştıran, düşünceyi kısırlaştıran bir sistemde, dahası televizyon ekranlarından yükselen o tekseslilikte sesini duyurması neredeyse mümkün değildir. Ama dedik ya, Montag artık eski Montag değildir. Üzerindeki baskıyı fark etmiştir. Ve fark edebilmek önemli bir şeydir.‘Clarisse etkisini asla azımsamamalıyız’ diyordu o genç satırlar. Genç satırlara inanmamız gerektiğini vurgulayarak.***Başa dönecek olursak, evet en iyi niyetle bir 92 yıla daha ihtiyacımız var gibi! Tüm bu ayrımcılıkların ortadan kalkması, eşitlik, kardeşlik ve demokrasi fikrinin yerine oturabilmesi için...Ama derseniz ki ‘ya o çok uzun!’, o halde 1 Kasım’da sandıklarda lütfen bunu ‘bir kez’ daha gösterin. Oyunuzu kime vereceğinizi yeniden düşünün elbet; ama en çok kime vermemeniz gerektiğini de! Lütfen Türkiye. Artık gafil avlanma lüksümüz yok.O zaman şöyle bitirelim yazımızı:Yaşayacaksak insan gibi yaşayalım artık.
Bir grup güzeller güzeli çocukla Zoran Drvenkar’ın ‘Kısa Pantolonlular Çetesi’ adlı o müthiş kitabını okuyoruz. Kanada’nın buz hokeyine takmış ücra bir kasabasında dört kahramanın üzerinden anlatılan bu bıçkın öyküde, hemen hepimiz büyük bir hortumda okulun tümden nasıl uçup gittiği ile ilgili bölüme özel bir ilgi besliyoruz. Olay şöyle gelişiyor: Bizim dört kafadar, o sırada beden eğitimi dersinde bulunan diğer çocuklarla birlikte neredeyse yerin altındaki bir salonda oldukları için yara bere almadan kurtuluyorlar. Merdivenleri tırmanıyor, okulun birinci koridoruna çıkacaklarını umdukları kapıyı açıyor ve birden kendilerini haylaz bir tipinin ortasında, okulun kurulduğu tepenin çıplaklığında buluyorlar. ‘Okul’ binasının tümden uçtuğunu görmeleri onlarda tam bir şok etkisi yaratıyor. Yokluk bu.Dediğim gibi, biz okurlar olarak, neredeyse 7’den 70’e, hepimizin en çok ilgilendiği bir bölüm burası! Herkesin yoklukla ya da alışkın olduğunu yitirmekle kurduğu bir ilişki anı da denebilir buna. Kimi için o sabah kalktığında akvaryumdaki balığını cansız bulması söz konusu, kimi için anne baba ayrılıkları. Kimi ise yabancı bir ülkede uyanılan o tuhaf ilk sabah diye özetliyor bunu. Bereket, daha büyük kırılmalar yok hayatlarında. Bundan böyle hiç de olmasın diye temenni ediyorum. Ama bir yandan da Drvenkar’ın sözleri geçiyor aklımdan: ‘Hayat çılgın bir şey.’Evet hayat çılgın bir şey, her anlamda.***Cumhuriyet Bayramı yaklaşırken bir bandoya rastlıyorum. ‘Sev Kardeşim’ çalıyor. Bir 29 Ekim eşiği bandosunun bu şarkıyı çalması karşısında çok heyecanlanıyorum. O zaman Zoran Drvenkar’ın biz okurları tuhaf bir maceraya davet ettiği kitabını bir nevi tersten okumaya başlıyorum. Yokluktan varlığa gidiş öyküsü biçiminde bir kurgu düşlüyorum o zaman.Sev Kardeşim, rap rap yürüyen gencecik askerlerin, bam bam diye zillerden çıkan ürkütücü seslerin, heytt biçimindeki kahramanlık fasıllarının ötesinde Cumhuriyet özelinde başka bir varlığa dikkat çekiyor. Cumhuriyet ve çok daha ötesini söylüyor. Sevmeyi ve kardeş olabilmeyi hatırlatıyor. Tüm bunların aşabileceği sınırları da.29 Ekim eşiğindeki bir bandonun Sev Kardeşim’i, nefretle yaşamayı bize öğretenlere ve üçkağıtçılığı başarı, sadece kendi hakkı için bangır bangır bağırmayı ifade özgürlüğü sayan ve düşünmekten delicesine korkan bir topluma, nicedir unuttuğumuz ve yokluğunda kavrulduğumuz bir şeyi hatırlatıyor: Sevmeyi ve kardeşliği.Kısaca bu çılgın hayatta bambaşka bir varlık olma şansını.Bugün bir de Şenay’dan dinleyin onu (Bu İsrail şarkısı diyenlere ise sözüm aynı. Başkalarını sevmenden vazgeçtim hiç değilse biraz kendini sev kardeşim!)https://www.youtube.com/watch?v=rfJfz3LLOZw
Her zaman bu ülkenin önünde gitmiş, her zaman bu ülkenin düşünce serabına üç beden büyük gelmiş ve yine de bu ülkeyi bırakıp gitmemiş sevgili Çetin Altan’ın anısı hep aramızda olacak. İnanıyorum ki bir gün, belki de hayal ettiği o ülkede torunlarımızın çocukları, neden olmasın bir umut işte, mutlu olmanın iksirini aramayacak ve mutlu olmanın haklı gururunu kendi halinde zamanlarda yaşayacaklar. Tam da bu yüzden enseyi karartmamak gerekiyor!O halde dil sürçmesi, mil sürçmesi, ‘her zaman zalimlerin yanında olduklarını’ beyan edenlere, ‘tam yerine rast geldi manzara koyduk’ diyelim ve ekleyelim:‘Alma mazlumun 360 derecelik ahını, çıkar aheste aheste’.***Mazlum deyince...10 Ekim 2015 tarihinde Ankara’da gerçekleşen, 102 insanımızı kaybetmemize, 500’e yakın insanımızın yaralanmasına neden olan katliamı protesto etmek, bundan sonraki süreçlerin takipçisi olmak ve bu konuda ortak tepkiler geliştirmek için bazı yayınevlerimizin ortak bir çağrısı var. Bu hafta bunu kamuoyuna duyurdular.Bu duyuruda, yaşananların karartılması, sansürlenmesi ve kamuoyunun yanlış yönlendirilmesi gerçeğinden yola çıkarak önemli hususların altı çizildi.Ve elbette en önemlisi şuydu:‘Ankara Garı önünde bombalara hedef olanlar, sadece çocuk-genç-yaşlı bedenler değildir. Saldırıya hedef olan, barış, demokrasi ve özgürlük umutlarımızdır.’Faili meçhullerHiç kuşku yok ki bu ortak metinde saldırının aslen yine kendilerine karşı yapıldığını öne sürenlere, neredeyse saldırının mağdurlarını suçlayanlara dair de önemli cümleler mevcuttu. Bunun başında da bölgede lider olma hevesinin bu ülkenin başına nasıl dertler açtığı geliyordu. Sırf bu yüzden nelere göz yumulduğu, nelerin meşrulaştırıldığı vs. Suruç ve Diyarbakır faillerinin ve azmettirenlerin neden yakalanmadığı da sorulan sorular arasındaydı. Faili meçhuller bulunamıyorsa asıl suçlunun kim olduğu sorusu ise özellikle soruluyordu.Bundan böyle neyin takipçisi olunacağını ise bültenden aktaralım:‘Cezasız kalan her suç başka suçları doğurur. Hakikatlerin ortaya çıkmasını, geçmişle yüzleşmeyi imkânsızlaştırır. Haysiyetli ve vicdanlı bir toplum olma ümidini dahi yok eder. Ve en çok da toplumu sizin ve bizim ölülerimiz diye böldüğünüz, katliamlara alıştırmaya çalıştığınız ve kısmen de olsa başardığınız, arkadaşlarımızın yalnızca yaralanmalarına sevinir hale getirdiğiniz için... Biz buna izin vermeyeceğiz. Bizler; ülkenin ve tüm dünyanın düşünce, kültür ve edebiyat meyvelerini üretip çoğaltarak topluma sunan yayınevleri olarak artık yeter diyor, ayağa kalkıyoruz! Hayatını kaybeden insanlarımızı birer rakam olmaktan çıkararak unutturmamak için bütün imkânlarımızı kullanacağız.’Teşekkürler yayınevlerimiz.***Torunlarımızın çocukları daha iyi günler görecek. Görmeli.