Geçen gün gençten bir adam eline iki koca taş almıştı. O sırada çözülemez bir trafik yumağı içerisindeydik. Adam koşarak yanımızdan geçti ve ‘abi şu yüzü iki ellilik yapar mısın’ dercesine önümüzdeki arabayı bir güzel taşladı. İstanbul’un ortasında, bir öğle vakti, en kalabalık meydanlardan birindeydik. Al sana kavga! Sonrasında, şiddetin bu kadar meşrulaşmasının sonuçlarına yakın gelecekte nasıl dayanacağız sorusu bütün gün kafamı meşgul etti.‘Kurbanlıksa buyur kurbanlık hallerimiz’ dedim. Bayramdan sonra bizi bekleyenleri sıraladım zihnimde. Gözü dönmüş bir hırstan ötürü tetiklenmiş bir savaş, adaletsiz bir seçim kumpası, savaş çığırtkanları, şiddet, kan... Derken yardımıma Brecht yetişti:‘İnsan dediğin nice işler görür, generalim,Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin.Ama bir kusurcuğu var;Bilir düşünmesini de...’***Düşünmek!Düşünmek, her ne kadar havada uçuşup duran hindiba tanecikleri gibi olsa da şu ara, umudunu diri tutmak isteyenlerdenim. Fonda, kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına çalıyor olsa bile. Oldum olası beni rahatsız etmiş olan bir sözcüğün (kurban) topluma dayatılması, silahların susmayacağı işaretlerinin verilmesi ve yaşamın giderek daha da tıkış tıkış hale gelmesi... Yine de umutlu olanlardanım işte. Bu kadim toprakları birbirine sıkıca bağlayan bambaşka tılsımların olduğuna dair o kuytu inancı içinde taşıyanlardan.***Bunları düşünürken 7 cilttlik bir şölen ulaştı elime! Yıllardır tanıdığım Faruk Bayrak, yayıncılıkta gösterdiği marifetlerini bu kez mutfakta göstermiş ve sözünü ettiğim kuytu umudu ateşleyecek bir mucizeyi yeniden yaratmış.Bayrak, titiz bir ekip çalışmasıyla oluşturduğu ‘Soframda Anadolu’ ile, Türkiye’nin mutfağını mikroskop altına almış ve yıllar süren titiz bir emekle en ‘yerel’ yemek tariflerine ulaşmış, Türkiye’yi, nicedir özlemini çektiğimiz başka bir perspektiften bizlere sunmuş. Bölge bölge yemek tariflerinin eşliğinde sayfaları karıştırırken ‘bu ülkeyi çok seviyorum’ diye bir cümlenin ağzınızdan dökülmesine neden olabilecek bu çeşitlilik aslında Türkiye’nin ta kendisi.Hatta dahasını da düşündürüyor bu ciltler! Bu kadar zengin mutfağı olan bir ülkenin çeşitlilik ve çoğulluk sözcükleriyle zaman kaybetmesi abesle iştigal; zaten Türkiye bu! Faruk Bayrak’ın dediği gibi: ‘Anadolu yemek kültürü... Birbirini yok etmeyen, ezmeyen, yan yana varolabilen bir kültür.’Ayıklanan madımaklar, bükülen mantılar, keşkekler, yufkalar, tarhanalar.... İnsanlık kadar eski olan bu yemek kültürü bambaşka şeyler söylerken, peki neden bunca ayrıştırma, bunca düşmanlık sorusu ise, karşımızda öylece durmaya devam ediyor.
Yazarlığı kadar insanlığıyla da meftunu olduğum Oya Baydar telefonun öteki ucunda bir grup kadın olarak Cizre’ye gideceklerini söyledi. Eğer geçen Perşembe günü dersim olmasaydı, sanırım onlarla olacaktım. Sonrasında oraya giden arkadaşların yazdıkları ve gönderdikleri fotoğraflarla ‘sivillere’ zarar verilmediği yönünde yaratılan algının ne kadar da havada uçuştuğunu gördük. Kadın acılarının yine o coğrafyaya asılı kalan sessiz çığlıklarına dolaylı olarak tanıklık etmek bile iç burkucuydu.Gelelim İstanbul’da kalma nedenime. Bilgi Üniversitesi’nde genç arkadaşlarımla ‘yeniden’ buluştum. İlk dersin onuruna, onlarla Onat Kutlar’ın ‘Çevirmen’ adlı denemesini paylaştım. Denemeden önce, Onat Kutlar’ı tanıyıp tanımadıklarını sorduğumda koca amfiden ses çıkmadı. Bunun üzerine onlara biraz İshak’tan, biraz Bahar İsyancıdır’dan bahsettim. Dahası onu, Türkiye’nin bu nadide yazarını teröre kurban verdiğimizi de anlattım. Hatırlanacağı gibi Onat Kutlar, o zamanki The Marmara’nın pastanesinde otururken, PKK’nın kafeye koyduğu bir bombayla yaşamını yitirmişti. Sadece onu değil, Yasemin Cebenoyan’ı da yitirmiştik.Düşünsenize, yaşamınızı barışa adamışsınız; yaşam sizin için eşitlik, çoğulluk ve demokrasiye, halkların zulüm görmemesine dair bir kurgu iken, bu kurgu kör bir bombanın acımasızlığıyla lime lime oluveriyor! Hayatınızı diyaloğa, sanatın ahengine, kültüre adamışsınız ve birden bir bomba bunu paramparça ediyor...Bu noktada hatırlamak elzem. Onat Kutlar’ın ‘Çevirmen’ denemesi muazzamdır. Bize orada üçüncü bir dilden bahseder Kutlar. Birbirini anlamayan insanların aynı dili konuşurken ‘bile’ nasıl ayrı bir dil konuşuyormuşçasına birbirlerine uzak düştüğünü anlatır. Yine aynı dili kullanırken insanların düştükleri kavram kargaşası ve karmaşasına değinir. Örneğin özgürlük ya da sıradan bir masa sözcüğünün insanlar için nasıl farklılıklar arz ettiğinden bahseder. Ve sonrasında insanlar arasındaki bu kopukluğu giderecek bir ‘çevirmen’ ruhuna temas eder. Bu çevirmen, aynı dili konuştukları savlanan insanlar arasındaki bu kargaşayı önleyecek olan ‘dilin’ kahramanıdır. Bir üçüncü dildir bu!Özgürlük örneğini verdik, oradan devam edelim; bu ‘üçüncü’ dil, örneğin özgürlüğün aslında ne demek olduğunu anlatır iki tarafa da. Bunun sağa sola çekilerek ya da eğip bükülerek oluşturulamayacağından bahseder. Ortada uçuşan kavram kargaşasını ve bunun yarattığı yaraları onarmaya kadirdir.Ya barış?Onat Kutlar, denemesinde barışa referans vermez ama bence aynı izlek burada da söz konusudur. Barış, şu aralar en çok başımızı ağrıtan sözcük. Ancak şu son tanık olduklarımızda ne devlet güçleri ne de PKK barışın gerçek anlamını temsil ediyor. Savaşarak ve silahla barışın elde edileceğine dair çok yanlış bir algının kurbanı olduğumuz bu günlerde, barışın aslında ne demek olduğunu ve ne olmadığını anlatacak ‘çevirmenler’e çok ihtiyacımız var.Hiç kuşku yok ki kadın dilinin, barışa uzanan sözcükleri burada çok nitelikli bir rol oynuyor. Köprüler kurmak adına bu dilin önündeki çeviriyi çok iyi yapması gelecek günler için çok net bir teminat olabilir. Bu dilin, devlet şiddeti kadar PKK şiddetine aynı mesafeyi koyabilmesi ise toplumda gerçek barışın sağlanmasında esastır. Şiddet konusu devreye girdiğinde kimsenin masum olamayacağı gerçeğinin altını kalın kalın çizmelidir, kadın dili. Ve bunu her iki tarafa da net bir dille hatırlatabilmelidir.
‘Bu dünyada, yüceleştirilmiş olanlara neredeyse dindarca bağlanmak ve resmen kutsanmış olan güçlüler karşısında diz çökmek kadar tehlikeli bir şey yoktur.’Stefan Zweig***Dönem dönem Zweig okumalı. Hele böyle sıkışık dönemlerde! Onun hümanist satırları, yangın yeri haline dönmüş yıllardaki Avrupa’yı, farklı bir gözle görmemize yardımcı oluyor.Ancak sadece bu değil!Zweig, insan denilen canlının ne kadar kaygan bir belleğe sahip olduğunu ve güç karşısındaki tutulmuşluğunu da bu satırlar aracılığıyla bir kez daha bizlere hatırlatıyor. Ancak tüm bu olumsuzluklara karşın, onun insana olan sonsuz güveni de göz kamaştırıyor.Nasıl mı?‘Politik görüşlerimiz ne olursa olsun birleşelim, karşı çıkalım, direnç gösterelim! Gösterelim insanlara, bu çılgınlığa insanların nasıl direndiğini, bu azınlığın dünyamızı nasıl yok ettiğini!’Yazarın azınlıktan kastettiği hiç kuşku yok ki Hitler’dir. Ve bu zıvanadan çıkmış güce karşı ileri sürdüğü fikir çok yalın bir gerçeği ortaya koyar:‘Bireylerin yaşam hakkının kutsallığına inandığımız anda yüzlerce, hatta binlerce insanın ıstırabının üstüne basarak yukarı tırmanıp güce ulaşmış olanları reddederiz. Güç ile ahlak birbirine bağlı değildir, aralarında aşılamaz bir uçurum vardır. Toplumların dikkatini sürekli buna çekmek bizim en büyük zorunlu görevimizdir.’***Ağustos ayından bu yana Türkiye’de olup bitenler hepimizin içini kavurdu ve böyle giderse kavurmaya devam edecek. Ancak tüm bu yaşananlar genç canların ölüp gitmesinden başka bir şey değil.Değerli okurlar, bu yitip giden canlarla sadece Türkiye kaybediyor. Bu ülkenin dürüst, kendi halinde, eşitliğe ve demokrasiye inanan insanları kaybediyor.Peki ne yapacağız?Yine Zweig’ı dinleyelim:‘Yaltakçıların peygamberleştirmiş olduğu tipleri yargıç kürsümüzün karşısına çağıralım. Unutulmuşlara, ezilmişlere de tanıklık yapma hakkı tanıyalım.’***Geleceğe Güven, Zweig’ın denemelerinin toplandığı bir kitap. Geleceğe güvenmek için bu ve buna benzer tarihe tanıklık eden satırların duygularını bir kez daha, çok net anlamak durumundayız...Öyle bir süreçten geçiyoruz. ‘Güçlünün başında ışıldayan halenin’ kuşku uyandırması gereken bir süreçten.O halenin saçtığı ışık ‘kan renginde.’ Bunu görmek durumundayız.
Cizre’de başlayan yürüyüş, geçmişin çok önemli ‘sivil itaatsizlik’ örneklerinden biri olan Martin Luther King ve arkadaşlarının Alabama’daki yürüyüşlerini çağrıştırdı bana. Bu konuda çekilen çok da güzel bir film var (Selma).Türkiye’nin son dönemde girdiği bunalım -sonu bu ülkenin genç ve yoksul insanlarının can kaybıyla sonuçlanan bunalım- böyle bir seçimle (silahsız protestolar) kendine bambaşka farklı bir yol çizebilir. Ama öncelikle bu kum fırtınasından gerçekten ve içtenlikle çıkmayı istemek gerekiyor!En büyük silah silahsızlıktır!Hiç kuşku yok ki silah bu işin en büyük açmazı. Dahası silahla gelen kan ve can kaybı, kendi kuyruğunu yutan bu açmazı sürekli körüklemeye gebe.Ancak tam da burada, çok önemli bir gerçeği unutmamak gerekiyor!Sivil itaatsizlik denilen kavramı.Bunun için başta sözünü ettiğim King ve arkadaşlarının Alabama eyaletinin Selma kentinden başlattıkları yürüyüşleri hatırlamak elzem. King, bu yürüyüşlerle bütün kamuoyunun dikkatini çekmiş, siyahların oy hakkı talepleri konusunda öncülük etmişti. Öyle ki dönemin başkanı Lyndon Johnson, siyahların bu taleplerini hayata geçirmek durumunda kalmıştı!Yürüyüş, ilk kez 600 kişiyle başladığında feci bir şiddetle karşılaşmıştı. Aslında bu, iktidarın kolluk güçlerine teslim ettiği, çok bildik bir şiddetti. Edmund Pettus Köprüsü üzerinde şiddet devreye girdi, yürüyüşe katılan herkes dayak yedi, yaralandı, dövüldü. Ancak o sırada, kolluk güçlerinin ve elbette devlet yetkililerinin fark edemediği bir olay cereyan etmişti. Bir muhabir yaşanmakta olan olayı, bütün Amerika’nın seyretmesine yardımcı olacak biçimde ‘canlı’ olarak anbean aktarmıştı! Böylece bütün Amerika, bu şiddete canlı canlı tanıklık edecekti.Kısacası, önyargıyla, ezberlerle, sıradan reflekslerle verilen tepkiler ve örülen duvarlar böylesi bir gerçekle karşılaşmak durumunda kaldı. Evet, bu aleni bir şiddetti. Ve işte ondan sonra King’in bizzat katılımıyla yeniden başlayan eylem, aralarına sayısız din insanı, sayısız aktivist, sayısız kendi halinde eşitlik ve özgürlük isteyen siyah ve beyaz insanı katarak, büyüdü ve ülke çapında şiddete karşı gerçek bir harekete dönüştü.Bu eylem silahsız, pasifist ve gerçekten cesaret gerektiren bir eylemdi.Ve bu irade orduları devirmeye yeter de artardı bile. Ki sonunda öyle oldu.***Bu kader değiştiren yürüyüşleri anlatan Selma adlı filmde, en tükendiğini hissettiği sırada genç bir arkadaşı Martin Luther King’e, kendi sözlerini hatırlatır.‘Geri dönemeyecek kadar çok yol katettik...’Şimdi ben de HDP’ye şunu söylemek istiyorum: Türkiye partisi olma gerçeğine soyunmuş, demokrasiyi gerçekten kucaklama sözü vermiş ve bugün Meclis’te 80 milletvekiliyle var olma kabiliyetine sahipseniz artık geri dönemezsiniz.Dönmeyin de zaten.Silahların, şiddetin, kışkırtmaların oyununa gelmemelisiniz; en büyük iradenin silahsızlık olduğunu unutmaksızın.Seçimde oynadığınız kritik rolü, bu ülkede barışın inşasında, silahsız bir tavırla hayata geçirebilmeniz ‘hâlâ’ mümkün. Zira bu ülkede, ateşe körükle gitmek isteyenler olduğu kadar, barışı, demokrasiyi ve huzuru gerçekten isteyenler de var. Ve onların sayısı hiç de az değil.
Geçtiğimiz günlerde Tarık Dursun K.’yı yitirdik. Ustanın ardından Günışığı Kitaplığı, Köprü Kitaplar dizisi aracılığıyla ona bir yeryüzü selamı gönderiyor. Elde Var Hikâye, duru bir dilin eşliğinde insanın ne olduğunu (neyse o!) bizlere fısıldayan öykülerle dolu. Çocuklar için Bir Öğretmen de bu öykü seçkisinin ilginç öykülerinden biri. ‘Kimsenin aklına gelmiş midir durmadan gökyüzüne bakmak?’ diye elzem bir soru yer alıyor öyküde. Hani ‘hayal kurabilir misiniz?’ biçiminde de düşünülebilir.Hikâyede bir çocuk, uçurtma uçuran başka bir çocuk, bulutlar ve bir öğretmen var. Çocuk bulut olmak ve hemen her çocuk gibi özgürleşmek, büyümek istiyor. Belki büyümüş taklidi de yapıyor. Derken öğretmeni ona uçurtma uçuran maharetli başka bir çocuğu gösteriyor. Çocuk, bulut bulut bir halde uçurtmayı seviyor. Hatta uçurtma uçuran çocuğu da sevmenin önemli olduğunu söylüyor. Şöyle tepeden tepeden uçurtma uçuran çocuğa bakıyor. Bu kısacık öykü, bulut olup yukarılarda gezmek isteyen çocuğun, bir süre sonra, kendini büyükler gibi görmeye başlamasıyla sonlanıyor.‘Çocuklara böyle bakmıyor muyuz? Yukarıdan aşağıya yani? Çocuklar da büyüklere nasıl bakıyor? Aşağıdan yukarıya.’Sonra çocuk, öykü bu ya, eski çocuk gözleriyle, kendine, muhtemelen kibirli mi kibirli, pervasızlaşmış, büyümüş bulut haline bakıyor:‘Aşağıdan yukarıya bana baktım’ diyor. ‘Korkunçtum.’***Şimdilerde savaş naraları atan büyükleri zihnimden geçirirken okudum bu öyküyü. Zamanında hepsinin birer çocuk olduğunu düşündüm. Bugün savaşa ‘evet’ derken, tüm pervasızlıkları, tüm yetişkin ince hesaplarıyla, çocukları ölüme gönderirken, hepsinin hem de hepsinin çok korkunç olduğuna karar verdim.Bu satırları yazdıktan sonra tekrar öyküye döndüm. Öyküdeki çocuğun öğüdünün hiç de geç kalmış olmadığına inanmak istedim: ‘Bence her bulut durup o uçurtma uçuran çocuğu seyretmeliydi.’Evet, tezkereciler. Olur a bu yazıyı okursanız, savaşa göndermeye pek meraklı olduğunuz o çocukları sahiden anlamayı deneyiniz. Zor mu geldi? O zaman yakınınızdaki pencereyi bir açıp gökyüzüne bakınız. Gençlik zamanlarınızı ve şimdiki korkunçluğunuzu belki böyle daha iyi hatırlarsınız.
‘Yarın, 30 bin yaşındaki güneş ışıklarıyla yeniden uyandığında başka bir şansın eşiğinde olacaksın’ diye kaygılı bir ninni tutturmuştu annen.Uyudun.Yarın, 30 bin yaşındaki güneş ışıklarıyla yeniden buluştuğunda ne yapacağını hiç düşünmeksizin. Tasasız derler ya, öyle.Uyku, ufak yaşamındaki kahramanların giziyle sahip çıktı göz kapaklarına.Uyku, doğduğun toprakların son gecesiydi.Seninle birlikte geride kalacaklar da uyudu karanlıkla. Usul usul silinerek, ağır ağır yok olarak... Derken eriyip gittiler ve bir başına kaldın.Annenin dilinden dökülen ninninin içindeydin artık. Yeryüzüne gelmeden önce oyalanıp durduğun vadinin yeşil otları arasında yuvarlanıyordun.Bu senin ertesi güne karışamayacak hikayendi Aylan Kurdi, Kobaneli çocuk.***Bundan sonrası ise, bizim hikayemiz. Ertesi gün 30 bin yaşındaki güneş ışıklarıyla yeniden uyanma şansına sahip olan bizlerin.Senin cansız bedenini o kıyıya vurduran nedenlere gözlerini yummaya devam eden, bizlerin hikayesi bu. Son derece yavan bir hikaye aslında.Savaşa evet diye o tombul ellerini havaya diken adamın rezil hikayesi de var orada, çaresizce gömüldüğümüz sessizlik de.Bu sessizliğin çıldırtıcı girdabı da var orada, yalakalıktan kafasını kaldıramayan tuhaf yaratıklar da.Bu hikaye bizim hikayemiz. Bu kadarı olmaz dediğin her şeyin olduğu, makul karşılandığı, makulmüş gibi pazarlandığı, çıldırtıcı bir hikaye.Çaresizliği kendine kılıf biçmiş bir ülkenin hikayesi.Lime lime dökülüyor.Öyle bir hikaye ki hepimizi çürüterek, yutarak, kirleterek, irinleşerek büyüyor.Pes!30 bin yıllık kadim güneş ışıkları. Hiç değilse siz duyun sesimizi.
‘On Dokuz Numaralı Oda’... Kitapla aynı adlı öyküyü okuduğunuzda bir kadının ‘kendine ait’ bir odaya neden ihtiyacı olduğunu yeniden keşfedersiniz.Kitabın yazarı, 2007 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Doris Lessing’dir. Can Yayınevi, bu hacimli öykü kitabını Sinem Yazıcıoğlu’nun çevirisiyle dilimize kazandırdı. Çok da iyi etti! Şimdi diyeceksiniz ki her şeyin ortasında, On Dokuz Numaralı Oda da nereden çıktı? Bu öykü o kadar çok şey anlatıyor ki. Belki o yüzden. 3 çocuk projesinin yaratıcısı, aile ve din üzerine çalışmalar yapmış olan yeni Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın da bu öyküyü bildiğini umarak biraz detaya inmek istiyorum.Zekânın yetmediği durumlarÖykü, ‘Bu, sanırım zekânın boşa çıkmasına ilişkin bir ilişki’ diye başlar. Ve ardından zekânın bir ilişkide nasıl boşa çıkabileceğini usul usul tartışır. Aşk da vardır üstelik. Çiftlerden ikisi de çalışmaktadır. Derken arka arkaya çocuklar olur. Dile kolay dört çocuk. Dört çocuk demekse geniş bir ev demektir, bahçe, yeni sorumluluklar ve değişen hayat standartları. Ancak çift son derece zeki olduğu için olayları hemen her şekilde kontrol altında tutabileceğine inanmaktadır.Öykü uzun bir müddet ‘yapılması gerekenler’ ve çiftin ‘bu yapılması gerekenlere’ karşı geliştirdiği stratejilerle yol alır. Her şey düzen içindedir. Fire yoktur, varsa da hemen bir çözüm bulunur. Fakat gelin görün ki yaşamın tuzu biberi mi desek, şamarı mı desek, evdeki hesap, zekânın yetemediği biçimde çarşıdakine uymaz!Matthew (adamın adı budur) bu yeni sorumluluklar karşısında daha çok çalışmaya başlar, çalıştıkça da, tezat bu ya, eve daha yakın olacağına, evden uzaklaşmaya başlar. Evdeki duruma bakacak olursak Susan (kadının adı da budur), dört çocuğun sorumluluğunu yeterince yerine getirebilmek için çalışma hayatına veda eder. Çünkü yapılması gereken budur. Ancak zaman içerisinde, tüm bu yapılması gerekenler, her şeyin ince ince hesaplandığı ve öngörülebildiği (!) bu zekâ küpü platformda maalesef tuzla buz olur!Özellikle de kadın için. Hayatını devrettiği çocuklar, okullara gitmeye, dahası teker teker hayatlarına sahip çıkmaya başladıklarında kendini çok şaşırtan (ve artık kaçamadığı), geleneksel roller çerçevesinde canını çok sıkan bir gerçekle burun buruna gelir kadın:‘Yalnız kaldığında, yakınında hiç kimse olmadan, gerçekten yalnız olmaya ihtiyaç duyuyordu.’Uzun tereddütlerden sonra bir oda tutar kendine, bir otelde. On dokuz numaralı oda! Ve oraya gider saatlerce oturur, kendini dinler. Derken yalnızlığındaki kendini keşfeder. Aslında eski Susan’dır bu. Tanır onu ama neden bunca zamandır ondan saklandığını bir türlü anlayamaz! Haftada üç kez yapar bunu kadın. Otele gider! Oda berbattır ama kadın için bir cennettir de. Yalnızdır, ne geçmişi ne de geleceği vardır.Ancak zekâyla örülü bu ilişki çiftin peşini yine bırakmaz. Tahmin edilen olur; zaman içerisinde kocası bu durumdan fena halde şüphelenecek, hatta karısını takip etsin diye bir dedektif tutacaktır. Tamam, kendisi bir haltlar karıştırıyordur da, dört çocuklu bir kadın, nasıl yani demektedir Matthew. Yoksa karısı onu aldatıyor mudur? Oysa karısı onu, aklının hiç alamayacağı, zekâsının algılayamayacağı bir şekilde, tabiri caizse eski Susan’la aldatmaktadır.***‘Daha gelmeden gelecekten yoruldum’ diyen kadınların öyküsü olduğunu söylüyor bu öykü için Doris Lessing. Dahası, bazı toplumlarda kadının böylesi bir mahremiyet duygusu için verdiği mücadelenin pek anlaşılmadığını da belirtiyor. Kadın gülmez, kadın fazla konuşmaz diye lafların havada uçuştuğu toplumuzda ise bu mahremiyetin nasıl algılanabileceğini gerçekten merak edenlerdenim.
Nilüfer Güngörmüş’ün tek öykü kitabı olan ‘Büyük A’ (Everest) elime geçtiğinde, hayata kısa bir mola verip kitabın sayfalarına daldım. Yıllar önce kitap ilk çıktığı zaman okumuş, bambaşka dünyaları düşünmüş ama bu seferki tadı bulmamıştım.Bu seferki tat, damağımdaki o kekremsi, nicedir yaşamakta olduğumuz anlamsızlığa merhem oldu. (Türkiye’nin yaşadığı son saçmalıklara ad koyabilecek olan var mı sorusu burada esas olabilir). Ancak iş bununla da kalmadı; kitabı okurken içimdeki zamanın dışına çıktım ve tüm bu yaşamakta olduklarımıza biraz dışardan bakabilme şansını da elde ettim. Tuhaf, buruk, zaman zaman tanımsız bir lezzeti var kitabın.Kardeşimle Bir SırrımızTam da burada ‘Kardeşimle Bir Sırrımız’ adlı öyküyü özellikle anmak isterim. İki kardeşin güneş tutulması esnasında, tepenin birinde, çok yakından tanık olduğu ay, derken ‘ayın onların içine girmesi’ ve bu iki kardeşin yaşadığı dehşet duygusu bana çok çarpıcı geldi. Havayla temas eden ciğerlerimizin, bu keskin gerçeklik karşısında ilk kez acıyla yüzleşmesi gibi, bu iki kız kardeşin de ayla yaşamak durumunda kaldıkları deneyimde tuhaf duygulara kapıldım. Sahici olanla burun buruna gelmenin insanda yaratabileceklerini düşündürmesi açısından, çok tanıdıktı. Korkunun ve dehşetin ne olduğunu keşfettirmesi anlamında, çok özel:‘AY uçurumun hemen tepesinde, aşağıdaki ovadan görünmeyeceği bir yerde durmuş bize bakıyordu. Buz gibi meraklı bakışlarıyla dehşet verici bir hali vardı. Kardeşim yerden bir taş almak için eğildi. AYIN yakınlığı hareketlerimize çok büyük bir ağırlık veriyordu. Etrafımızdaki kayalar, çalılar, otlar, börtü böcek bile ağırlaşmıştı. ÇOK SOĞUKTU.’Bu, yılanların sevdiği kokunun eşliğinde gerçekleşen ürkütücü deneyimden sonra iki kız kardeş ‘ok gibi bir korkuyla’ tepeden aşağı koşmaya başlar. Aşağı doğru deliler gibi koşarken, nedense dünyaya doğru koştuklarını hissetmektedirler. Tepede yaşadıkları ay deneyimi ne kadar uzak, tekinsiz, bilinmez ve soğuksa, yamacın kıyısında bekleyen dünya o kadar tanıdık, sıcak, kuşatıcı ve rahatlatıcıdır.‘Dünya sıcak gövdesiyle boşluktan korunmamız için bir sığınaktı sanki’Gerçekten böyle midir?Alışkanlıklarımıza baktığımızda, gerçekten böyledir dünya. Ya da dünyalılık. Sıradan ve bildik olması insanı çok rahatlatan o kürenin alışkanlıklarımızdaki adıdır, dünya.Gerçekten böyle midir peki?Değildir elbette.Ama biz bunun böyle olduğunu sanırız. Böyle olduğu düşünmemiz istenir bizden. Her şey, her şeyi aynı kılmak içindir.Zaten öyküde de, aşağıda yani, dünyanın sıcak ikliminde hemen her şey bu ritmin içindedir. Okulun bahçesinde öğrenciler ellerinde isli camlarla gökyüzüne bakmaktadırlar. Öğretmen çocuklara güneş tutulmasının sırrını öğretmektedir.Oysa bizimkiler güneş tutulmasına dair en büyük sırrı yaşamıştır. Sadece güneş tutulmasına dair bir sır da değildir bu. Bilinmeze dair yaşanan bir deneyimdir de. Ha evet, tepeden aşağı koşarken çizilmedik yer kalmamıştır vücutlarında, yara bere içindedirler. Ancak bir diğer yandan bakıldığında onları vahşice özgürleştiren bir deneyimin içinden geçmişlerdir.Peki bu sırrı kimseye anlatırlar mı?Elbette hayır.Nasıl anlatsınlar?Dünya insanlardan, daha tanıdık olanı bekler.‘Kardeşimle bu sırrımızı kimseye anlatmadık. İşte o yaralardan, kardeşimin sağ ayak bileğinde, benim de sağ dizimin üstünde derin birer çizgi kaldı. Şimdi de ne zaman kısa etek giysem bana bacağımdaki bu yarayı sorarlar, ben de artık ne yalanlar uydururum.’***Yalanlar... Nasıl da uçuşuyorlar etrafımızda şu aralar. Neredeyse hiçbiri bu kız kardeşlerinkine benzemiyor.