Nilüfer Güngörmüş’ün tek öykü kitabı olan ‘Büyük A’ (Everest) elime geçtiğinde, hayata kısa bir mola verip kitabın sayfalarına daldım. Yıllar önce kitap ilk çıktığı zaman okumuş, bambaşka dünyaları düşünmüş ama bu seferki tadı bulmamıştım.
Bu seferki tat, damağımdaki o kekremsi, nicedir yaşamakta olduğumuz anlamsızlığa merhem oldu. (Türkiye’nin yaşadığı son saçmalıklara ad koyabilecek olan var mı sorusu burada esas olabilir). Ancak iş bununla da kalmadı; kitabı okurken içimdeki zamanın dışına çıktım ve tüm bu yaşamakta olduklarımıza biraz dışardan bakabilme şansını da elde ettim. Tuhaf, buruk, zaman zaman tanımsız bir lezzeti var kitabın.
Kardeşimle Bir Sırrımız
Tam da burada ‘Kardeşimle Bir Sırrımız’ adlı öyküyü özellikle anmak isterim. İki kardeşin güneş tutulması esnasında, tepenin birinde, çok yakından tanık olduğu ay, derken ‘ayın onların içine girmesi’ ve bu iki kardeşin yaşadığı dehşet duygusu bana çok çarpıcı geldi. Havayla temas eden ciğerlerimizin, bu keskin gerçeklik karşısında ilk kez acıyla yüzleşmesi gibi, bu iki kız kardeşin de ayla yaşamak durumunda kaldıkları deneyimde tuhaf duygulara kapıldım. Sahici olanla burun buruna gelmenin insanda yaratabileceklerini düşündürmesi açısından, çok tanıdıktı. Korkunun ve dehşetin ne olduğunu keşfettirmesi anlamında, çok özel:
‘AY uçurumun hemen tepesinde, aşağıdaki ovadan görünmeyeceği bir yerde durmuş bize bakıyordu. Buz gibi meraklı bakışlarıyla dehşet verici bir hali vardı. Kardeşim yerden bir taş almak için eğildi. AYIN yakınlığı hareketlerimize çok büyük bir ağırlık veriyordu. Etrafımızdaki kayalar, çalılar, otlar, börtü böcek bile ağırlaşmıştı. ÇOK SOĞUKTU.’
Bu, yılanların sevdiği kokunun eşliğinde gerçekleşen ürkütücü deneyimden sonra iki kız kardeş ‘ok gibi bir korkuyla’ tepeden aşağı koşmaya başlar. Aşağı doğru deliler gibi koşarken, nedense dünyaya doğru koştuklarını hissetmektedirler. Tepede yaşadıkları ay deneyimi ne kadar uzak, tekinsiz, bilinmez ve soğuksa, yamacın kıyısında bekleyen dünya o kadar tanıdık, sıcak, kuşatıcı ve rahatlatıcıdır.
‘Dünya sıcak gövdesiyle boşluktan korunmamız için bir sığınaktı sanki’
Gerçekten böyle midir?
Alışkanlıklarımıza baktığımızda, gerçekten böyledir dünya. Ya da dünyalılık. Sıradan ve bildik olması insanı çok rahatlatan o kürenin alışkanlıklarımızdaki adıdır, dünya.
Gerçekten böyle midir peki?
Değildir elbette.
Ama biz bunun böyle olduğunu sanırız. Böyle olduğu düşünmemiz istenir bizden. Her şey, her şeyi aynı kılmak içindir.
Zaten öyküde de, aşağıda yani, dünyanın sıcak ikliminde hemen her şey bu ritmin içindedir. Okulun bahçesinde öğrenciler ellerinde isli camlarla gökyüzüne bakmaktadırlar. Öğretmen çocuklara güneş tutulmasının sırrını öğretmektedir.
Oysa bizimkiler güneş tutulmasına dair en büyük sırrı yaşamıştır. Sadece güneş tutulmasına dair bir sır da değildir bu. Bilinmeze dair yaşanan bir deneyimdir de. Ha evet, tepeden aşağı koşarken çizilmedik yer kalmamıştır vücutlarında, yara bere içindedirler. Ancak bir diğer yandan bakıldığında onları vahşice özgürleştiren bir deneyimin içinden geçmişlerdir.
Peki bu sırrı kimseye anlatırlar mı?
Elbette hayır.
Nasıl anlatsınlar?
Dünya insanlardan, daha tanıdık olanı bekler.
‘Kardeşimle bu sırrımızı kimseye anlatmadık. İşte o yaralardan, kardeşimin sağ ayak bileğinde, benim de sağ dizimin üstünde derin birer çizgi kaldı. Şimdi de ne zaman kısa etek giysem bana bacağımdaki bu yarayı sorarlar, ben de artık ne yalanlar uydururum.’
***
Yalanlar... Nasıl da uçuşuyorlar etrafımızda şu aralar. Neredeyse hiçbiri bu kız kardeşlerinkine benzemiyor.