Yele kapılıp gitmiştik. Sohbetlerimiz ‘bu kaçıncı deli yel?’ diye başlıyor ve araya uzun sessizlikler giriyordu.Everest Yayın Yönetmeni Cem İleri, son dakikada elime tutuşturdu onu. Tahsin Yücel’in yetkin çevirisiyle bir Antoine de Saint-Exupéry kitabıydı bu. Yel, Kum ve Yıldızlar.‘Neden olmasın?’ dedim. ‘Şu ara Küçük Prens’in posta pilotu yazarına yer vermeyeceğim de kime yer vereceğim?’Kitap yapacağını yaptı ve geçen haftadan beri ülkeyi girdabına almış fırtınanın içinden zihnimi çekip aldı. Berrak sayılabilecek bir sahnenin ortasına vardım, iyi kötü.Kazalar ve direniş yoluBenden söylemesi. Çölde uçağıyla bir kaza yaptıktan sonra telsizcisiyle kala kalan Saint-Exupéry’nin yaşama tutunma macerası (inadı da diyebiliriz) şu aralar birçoğumuza iyi gelebilecek ipuçları taşıyor. Ne mi onlar? Saint-Exupéry’ye sözü bırakayım:‘Dünya bize kendi hakkımızda bütün kitapların öğrettiğinden daha fazlasını öğretir. Çünkü direnir bize. İnsan engelle boy ölçüştüğü zaman tanır kendini.’Çölde kaza yaptıktan sonra bu yalın gerçekle, susuz bir biçimde burun buruna geliyor yazar. Kendini ve sınırlarını net bir biçimde görüyor. Ölümü düşündüğü sırada ise hemen hemen bütün satırlarına sinmiş olan o devasa yaşam aşkının bir direnişe dönüşmesini ve yaşama nasıl tutunduğunu anlatıyor bize. Gizliden gizliye dünyayla girdiği mücadelede kazandığı zaferse ona, az buz değil, geri kalan ömrünü veriyor! Ömür bu, dile kolay. Bunu ise çöllere, uçmaya, yeryüzüne, ağaçlara, insana ve hele hele özgürlüğe duyduğu aşk ile yaptığı çok ortada. Ve sonunda direnmenin bu sözcükleri saran bir tutkuyla güçlendiğini anlıyor.Düşünüyorum. Bu sözcükleri arka arkaya sıraladığınızda, oluşturduğunuz liste, ‘IŞID, savaş uçakları, müdahale’ vb. yanında esamisi okunmayacak etkisiz bir sıralama anlamına gelebilir! Öyle ya, içinden petrol çıkmadığı müddetçe kim ne yapsın çöle tutkuyu! Ağaçları köprü yapmak için biçen bir zihniyet için nedir ki ağaç? Yeryüzüne aşk mı? Buna da çok rahat hıh, diyebilir kimileri. Ve kendilerince buldukları o önemli ve iktidar katında kıdem vaat eden sözcüklerine, iktidarı kollayıcı bir vaziyette sinik sinik yapışabilirler.Yapışsınlar. Onlara sözüm yok zaten.Sözüm daha çok bu dünyayı gerçekten değiştirmek isteyenlere benim. Onlarsa kendilerini biliyor. Bu yüzden onlara ‘Yel, Kum ve Yıldızlar’ı hararetle öneriyorum. Sadece bir nefes alma kitabı olarak değil, bir ‘yeniden’ anlama ve hatırlama kitabı olarak da. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını yeri gelmişken fark etmek, yaşam yakıtıyla, gerekirse bir havacı gibi, gerçek tehlikeleri (ve müjdeleri de) belli bir objektiften, kimilerinden daha önce sezebilmek için. En olmadık rastlantılara hazırlıklı olabilmek ve ne olursa olsun devam edebilmek için. Özetlersek şöyle:‘Yolculuk mutlu bir yolculuk bile olsa, kendi küçük yolunda bir yerlerde uçmakta olan pilot, basit bir görüntü görmekle kalmaz. Yerin ve göğün bu renkleri, denizin üstünde yel izleri, alacakaranlığın bu altın rengi bulutları karşısında hayranlık duymaz, inceler onları. Toprağında dolaşıp da binlerce belirtiden hareketle baharın yaklaşmasını, don tehlikesini, yağmur muştusunu önceden sezen köylü gibi, mesleğinin ustası pilot da karın belirtilerini, sisin belirtilerini, mutlu gecenin belirtilerini görür.’Şu aralar etraftaki deli yelin kalabalık bir tasayla sizi sardığı bir dönemdeyseniz, okuyun bu satırları. İyi gelecek.
Ece; Bu satırları öncelikle sana yazıyorum.Nihayetinde herkes seçimleriyle tanımlanır bu yaşamda. Ne mutlu ki sana bu dünyadan, bu gencecik yaşınla bir sosyalist olarak geçtin. Dev plazaların, markaların, iki yüzlülüklerin arasından, iyi kalpli bir sosyalist olarak. Çoğumuzun kırışan yüz çizgileriyle tutunup tutunmamaya hâlâ karar veremediği bu yaşamda, sen 19 yaşın bahar dallarıyla, erken ve çok başındayken yolun, hızla göğüsleyiverdin ipi.Lisede, aynı okulun tozlu sıralarını paylaştığımız biri olarak, aradaki 30 yılı ve bazı pörsümüş düşüncelerimi görmezden gelemeyerek, sen ve arkadaşlarının genç düşüncelerine, hayallerine ve enerjisine gıpta ederek, öncelikle sana yazıyorum kardeşim.O gün tabutunun başında mırıldandığım gibi Ece: Bazen olmaz. Hayatla o hayattan umdukların denk düşmez, ipin ucunu kaybedersin ve başa sarmak denilen şey bu tuhaf denklemde mümkün olmaz. Bazen hayata geç kalırız. Bazen de hayat bize. O zaman olmaz işte. Sadece bu kadar basittir. Olmaz. Saliseler aylarda tökezler, yıllar çok erken deveran eder, saatler yanlış zamanda tükenir, dakikalar başka mevsimlerin üzerine düşer ve her şey hiç de hak edilmediği biçimde olmazla işbirliği içine girer.‘Olsaydı’ ise, yaz bulutuna takılmış bir dilek gibi, biz geride kalanlara teselli sunmaz.‘Olsaydı’, geriye sarılmasını istediğimiz bir film gibi asılır temennilerimize ama yine de olmaz!Olsaydı; bir park yerinde sen ve güzel arkadaşlarını Kobaneli çocuklarla salıncaklarda görebileceğimiz sonsuz anın adı diye geçer içimizden.Olsaydı, ‘belki bir çuval kitap da ben gönderirdim’ gibisinden bir iç geçirmenin adı gibi düşer gönlümüze.Olsaydı... Çok değil, en fazla on yıl sonra parlak bir siyaset bilimcisi, aynı zamanda aktif bir politikacı olarak geçecektin önümüzden. Ama bazen, tam da böyle, umulmadık bir çatlaktan ötürü, olmaz işte.Ancak bu senin ya da arkadaşlarının bizlere verdikleri yıldızlı mesajı ölümsüz kılmaya engel olmayacaktır. Bu mesaj, özünde, devrimlerin en büyük devrimi olan insan kalabilme, insan olabilme mesajıdır. Kim ne derse desin.Sınırın ötesinde gerçekten nelerin yaşandığını bilen insanlar, orada çocuk parkı yapmak isterken aslında neyin mesajını vermek istediğinizi çok iyi anladılar. Orada bir kütüphane kurmanın, oradaki çocuklara oyuncak götürmenin ne anlama gelmiş olabileceğini.Gencecik gittiniz Ece. Ama çok büyük gittiniz. Neredeyse hepimizi sollayarak. Evet bu sizleri geri getirmeyecek. Ancak belki, bizlere, buradaki umut ve vicdan açısından hantallaşmış olan ruhlara bir kıvılcım sunacak bu çok erken, zamansız gidiş. Bugün olmasa da yarın, yarın olmasa da bir zamanda. Bir erken seçim uçurumuna nasıl yuvarlanmamızı istediklerini keşfettiğimizde belki. Belki de gerçekten anladığımızda şiddetin şiddetten başka hiçbir şeyi doğurmadığını. Savaşı başımıza dolamaya çalışan tüm kenelere rağmen, barış için barışla dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu hep birlikte fark edebildiğimizde. Soygunculara dur diyebildiğimizde. Soyguncuların art niyetlerini çözebildiğimizde; ait oldukları yere, kodese yollayabildiğimizde onları.Korkmadığımızda gölgelerimizden ya da korktuğumuzu ve o yüzden yalan söylediğimizi itiraf ettiğimizde kendimize.Kısacası insan kalmaya cesaret ettiğimizde Ece.İşte o zaman olacağız kardeşim.İşte o zaman olacak.
‘...birlikte yaşamanın, öğrenmenin, anlamanın yolunun tıkandığı, totalitarizm hummasına 39 derece ateşle tutulmuş bir ülkede okullar, kendisi için düşünebilen, dünyaya karşı sorumluluk duyan benzersiz bireyler yerine politikayla ilgilenmeyen, klişeleri ve sloganları tekrarlamakla yetinen, köksüz ve aidiyetsiz, yüzergezer bir güruh inşa etme yeridir.’Nicedir, Melike Koçak’ın 2012 yılında Birikim’de çıkan bir yazısıyla haşır neşir kafam. Son dönemde koalisyonla uğraşmakta olan Türkiye’nin en büyük cadı kazanı, ne kadar es geçersek geçelim, eğitim alanında kaynıyor. Eğitimin içinde olanlar çok net biliyorlar bunu. En son hükümetin ‘bazı şeyleri’ örtbas etme çabalarının ürünü olan ‘dershane’ girişimi, Anayasa Mahkemesi tarafından geri çevrildi. Şimdi ne olacak? Kötülükle iyiliğin yan yana durduğu bir yüzyılda, hayır ve günah tarlalarının hasadının birbirine karıştığı bir ülkede, zamanın emeğine yine zamanın rahat vermediği bir kesitte lafı mı olur bunun? Olmalı olmasına ama kimin umurunda!Alışıldığı üzere yine acil formüller devreye sokulacak, iktidarın oyuncağı haline gelmiş (hep böyleydi bakmayın siz şimdiki zamanın falsolarına) eğitim sistemi bir sonraki bahara kadar oraya buraya çekiştirilecek ve olan yine çocuklara, gençlere olacak.Ve güruh faslıMelike Koçak’ın sözünü ettiği ‘güruh’ faslına ise hiçbir zaman değinilmeyecek. Doğru dürüst bir şiir okumadan mezun olacak gençler okullardan; yaşama ve kendilerine dair bir cümle kurmanın ne demek olduğunu bilemeden, matematiğin yaşamın her alanında boy gösterdiğini fark edemeden, düşünmenin duyguyla kurduğu bağın derinliğine varmaksızın vatan-millet-Sakarya diyen ezberci insanlar topluluğuna eklenecekler. Dünyayla kökten bir bağ kurmayı kendileri gibi olanlarla ‘takılmak’ olarak yaşayacak ve bu yaşamdan da pek keyif alacaklar! Ancak acı olan gerçeği de çok kısa zamanda fark etmek zorunda kalacaklar. Üniforma gibi yetiştirildikleri için, güruh politikaları gereği çoğu ilk fırsatta elenecek, elenmeyip tutunanların çoğu ise üçkağıtçı olmayı erdem sayacak . Her anlamda ve her alanda.Ve sonra, geriye kalanlar yani, en büyük savunucusu olmaya devam edecekler bu atıl, erkek egemen sistemin. Koçak’ın cümleleriyle söyleyecek olursak ‘kahramanlık anlatılarında yürek kabartmak dururken; yabancılaşmaya, kadına, çoğulculuğa, ötekileşmeye, arayışlara, aylaklığa, hiçliğe, ütopyalara, distopyalara, ahlâk sorgulamalarına... gerek yoktur derslerde! Bunlara bulaşan kitaplar, yazarlar, şairler, filmler sınıflardan, öğretmenler odalarından uzak!’Geriye, ‘sağ olarak’ kalanlar...İşte tam da Koçak’ın altını çizdiği gibi, yetiştirildikleri bu uzaklıkla bakacaklardır her şeye ve herkese. Kendileri gibi olmayanı çok kolay düşman belleyecek ve onları yok etmenin yollarını arayacaklardır büyük bir zevk ve hararetle!Ah bu uzaklıkUzaklık ve farklı olana karşı koyulan bu mesafe... Milli Eğitim sistemimizin gülünün güllerinin biricik misyonu olacak. Kendilerine sıralarda ezberletildiği gibi birbirine benzeyen insanları hep bir arada tutmak için büyük bir sınavdan geçecekler. Bu uğurda ne bedeller ödenecek ne bedeller. Manialar maniaları izleyecek. Günler zor ve yoğun geçecek.Geçecek geçmesineGeçecek de... (Bozuk plağı burada durdurmak istiyorum.)Peki biz bu ülkeyi ve hatta dünyayı gerçekten nasıl değiştireceğiz? Adaleti ve barışı gerçek anlamda nasıl sağlayacağız? Bu hususlar, ne zaman Milli Eğitim’in ana amaçları listesine girecek?Eyyyy! diye başlayıp ‘eyyy!’ diye bitecek okullarımızdan, köhne müfredatın arasından ve iktidarın sesi kadroların bariyerlerinden yaşama ve dünya köklerine bağlı insanları nasıl yetiştireceğiz? Aklın en derin çukurlarında gezinen çoğul düşünceyi nasıl yeryüzüne serpeceğiz ve iyiliğin enayilik değil yaşamın can damarı olduğunu nasıl ama nasıl anlatacağız evlatlarımıza?Dahası, edebiyat ve sanat aracılığıyla, kötülüğü, karanlığı ve gölgeyi anlatmazsak, yaşamda aranması gereken iyiliği nasıl aratıp bulduracağız onlara? Dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu nasıl keşfettireceğiz? ‘Eyyy!’ diyerek mi? Korkma diye korkutarak mı onları? Din derslerinin saatlerini artırarak mı?Olsaydı, bugüne kadar olur; saraylarda vakit, nakit ve emeğimizi çalmazdı iktidar tutkunları.Bugün bu halde olduğumuza göre, yeniden düşünmeye başlamalı. 4 artı 4’ler mi? Hayır, dört dörtlük bir değişim şart bize. Bu güzel ülkede, ‘kendi üstüne kapanan bir kapı olmak’ yerine (Atilla İlhan’ı da anmış olalım) doğru yaşayalım artık. ‘Topraktan sağdığımız pekmez güneşin başını döndürür’ usulü.
‘Dostlarım geceye ışık saçıyor, arkalarındaki tozda bile iz bırakmadan.’ Mahmud Derviş Yaşım ilerledikçe, bayramlar, özellikle de bayram coşkusu çocukluğu çağrıştırmaya başladı bende. Şöyle bir düşündüm de, son dönemde bayrama denk düşen bütün yazılarımda ‘çocukluk’ var. Korkarım bugünkü de öyle olacak! İtalyan yönetmen Fellini diyordu ya ‘ellerimi kirli görünce hatırlıyorum çocuk olduğum günleri’ diye, o hesap. Bir de arkadaşlık! Nicedir böyle. Geceleri uçarken ateş böceklerinin saçtığı izlerden olan o telkâri arkadaş izleri düşüveriyor zihnime arife zamanları, bayram sabahları... Ve Mahmud Derviş’in satırları burada tam on ikiden vuruyor insanı. Bir de içlerine para sıkıştırılan ütülü mendillerin serabı var elbette. Ama o başka bir yazının konusu olsun artık.Bayramlar aynı zamanda (kurban bayramları için sakınımlı durarak) şimdiki zamanla geçmiş zaman arasındaki alengirli bir köprü de demek. Şimdilerde periskop mesajlarını nerede, ne şekilde duysam irkiliveriyorum; çünkü bu periskop mesajı falan değil benim için. Resmen, şimdi adını değiştirerek vereyim, Kerem’in annesinin Kerem’i evlerinin taş balkonundan eve çağırma ıslığı!İlk duyduğumda fazlasıyla irkildim. Sonra alıştım. Sonra bu bayram, yine bir irkilme, al sana!Bir bayram gününde olması muhtemel, vitesli bisikletini babası getirdiğinde de, annesi Kerem’i böyle çağırmıştı ve Kerem, bütün bayram boyunca, kafamızda boza pişirerek vitesli bisikletin mahalledeki yegâne gür kıvırcık saçlı bahtiyarı olarak bizlere havasını atmış da atmıştı.Buna karşın hepimize denetmişti vitesli bisikletini. Hızı arkasına alan insanın bisikletle kendi arasına giren vitesleri artırarak gücüne güç katması inanılmaz gelmişti o zamanlar bana. Bir dalganın en uç noktasına erişmek gibi bir şeydi bu. Ve sonra onunla birlikte bir sonraki aşamaya atlamak! Kerem ise, yani içimizdeki en hayta olanı, işi daha da ilerletip, sahibinin sesi edasıyla, bisikletiyle hız sınırını aşıp geleceği gördüğünü iddia etmişti. Hatta dahasını da yapmış, evlerinin yanındaki bir boş arsada bizleri toplamış ve hemen hepimize gelecekle ilgili kısa kısa bilgiler vermek istemişti. Bu brifingden ne çıktığını hiç hatırlamıyorum. Ancak bildiğim, ya da bugünden duyduğum tek sesin Kerem’in o taş balkondan seslenen annesinin ıslığı olduğu ve konuşmalarımızın bıçak gibi kesilmek durumunda kalışı. Sonrasında Kerem’in vitesli gıcır bisikletini alıp sürükleyerek gitmesi de o bulutlu anılar arasında da belli bir yere sahip. Bir de şu cümlesi: ‘Yemeğimi yiyip geleceğim.’Bizim uzunca müddet Kerem’i ve vitesli bisikleti beklememiz. Bekleyiş, çocuklukta ne kadar uzun sürer, hayaller de. Kerem’inse bizleri eve gelen bayram konuklarına satması. Tamam, çocukluk biraz da budur.Sonrası ise bir muamma. Yani gelecek... Geleceğin hep yarım kalması denilebilir mi buna? Ya da yaşanan şimdiki zamanların süt kesiği gibi ansızın bölünmesi? Ve, anların, öylece, tozsuz, kendi berraklığında zihne asılı kalıvermesi?***Bir de bayram kitabı önerisi: SophiaLoren’in Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan ‘Dün, Bugün, Yarın’ adlı kitabı. Bu başlığı hep sevmişimdir. Tüm yaşadıklarımızın süratli bir özeti gibi gelir. Kitabı Eren YücesanCendey çevirmiş. Dünyanın geride bıraktığı 20. yüzyılına bakmanın bir başka yolu, yolculuğu bu kitap. Fotoğraf ve kameramanların bir zamanlar ‘yüzü çok kısa, ağzı çok büyük, burnu da çok uzun’ dedikleri Loren’in o müthiş yolculuğu tam tatillik!
‘Ben, ben, ben, halkım ben’ Rabia Özcan***Şu meşum kaburganın neresindensin sen Havva Ana?Belli ki içinden, belli ki omuriliğinden.Ha belli ki, kız söyleyeceğim işte, sen Adem’den değil, Adem senden!Şimdi Rize’nin sislere gark olmuş yaylarından kalkmış, ‘kadın haline bakmaksızın’, devletimizin itinayla yeşili katledecek ‘Yeşil Yol Projesi’ne utanmadan sıkılmadan diyorsun ki ‘Durun bakalım bu neyin nesidir? Devlet bizim için var!’Devlet sensin Havva Ana. Besbelli Adem de sensin Havva da!Sımsıkı kapalı gözlere, ağırlığını eskortlardan kaldıramayan ve kendini devler aynasında gören devlet erkanına küt diye verilmesi gereken yerli yerince cevapsın da. Ezberlemişler bir çapulcu repliği, başka da bildikleri bir şey yok, korkuları ve endişeleri büyük, aldırma sen onlara, aldırma. Doğa’yı katletmeyi erdem saydıkları için kızma artık onlara. Onlar öyle bir gruptan. Bir ağaçla konuşmak, bir nehirle sohbet etmek, denize dokunmak yerine parayı sıvazlamayı hayat felsefesi saymışlar bir kere. Bırak onları kendi haline, bırak.Gelelim cesaretine... Yasak elmanın orantısız cesareti olduğun ortada! Ama cesareti gözümüze sokmadığın da. Bilgiye tenezzül etmeyen, daha doğrusu her şeyi bildiğini sanan, dahası kadınları yaşamdaki levazımat gibi gören ve kimi kadınların da buna teşne olduğu bir Adem dünyasında kadın gibi kadınsın sen Bekar Havva.Vinçlerin, iş makinelerinin orada, sefillikten kırılan bir öykünün en olmadık yerinde ‘dile benden ne dilersin’in cinini pek seven bir uyuşma haline ‘ya gidin işinize!’ diyen kadınsın sen.Adem’i yaya bırakansın. Atıllığı yaya bırakan.Dereleri, denizleri yutan, paraları ayakkabı kutularına istif etmeyi makul sayan, makul saydıran, unutturan ve her şeyi parayla satın alabileceğini sanan bir dünyada, Karadeniz yaylalarındaki yeşilin esasısın sen.Çaysın Havva Ana. Sabah gözünü açtığında cam bardaktaki o harikulade lezzet. ‘Yaşam işte bu’ dedirten cinsinden.Kafan attı mı dünyaları delensin.Ha, muzipsin de, o da çok belli.Dünya senin gibilerle değişir Havva. Değişecekse böyle değişir.Göreceksin.Görecekler.Yeşil Yol Projesi’ymiş! Pabuçlarıma anlatsınlar yeşili. Derelerin tepesine geçirdikleri boru yetmezmiş gibi... Yeşilmiş. Tabii, tabii. Görürsem söylerim.***Adınız o kargaşada Havva Bekar olarak yansıdı bizlere. Ben de bu minvalde kaleme aldım yazımı. Cumhuriyet’e verdiğiniz röportajda adın pek de önemi yok diyorsunuz. Belki haklısınız. Ben yine de size teşekkür etmek istiyorum Rabia Özcan. Şimdi değiştiremedikleriniz için verdiğiniz nefes, yarına nasıl güzel yansıyacak, bir bilseniz!
Kirloş Marmara’nın gemi ağırlığıyla maden maden kokan suları, lodosumsu (İzmir’in imbatından araklanmış da diyebilirim) deli yaz günü rüzgârıyla, Ramazan’ın iftar ve sahur artığı ne kadar ekmek ve boş ‘şaşalı’ varsa hepsiyle dolup taşmış, kıyı bu haliyle, balığına, börtü böceğine bir hafta yetecek rızkını çıkarmıştı.Kıyı deyince; kıyı heyecanlıydı. Genç nüfus böyle bir şeydi. Üzerlerindeki çakma marka donlarına, ya da sadece donlarına güvenen (güvenmese ne olacak?) nice genç çocuk, ikindi rehavetiyle hurra suya dalıyor, sıcaktan bitap düşmüş yolcuların Kadıköy-Eminönü motoruna kendilerini attıktan sonra yaşadıkları rehavetlerini gençliğin okkalı küfürleriyle bölüp bölüp duruyorlardı.‘Evladım bu pis ve leş gibi suya atlamayın!’ diye bir ses duyuldu nihayetinde kadının birinden. Kadın bindiği motorda, gölgenin serabında kendinden geçmiş gibi konuşuyordu. Yine de, o ana kadar suyun pis ve leş gibi olduğu gerçeğiyle neredeyse ilk kez karşılaşmış gibi duran sıcak pestili ahali, çocukların gölgesiyle silinen ikindiye öylece bakakaldı. İkindi de ne ikindiydi ama! Ekmek artıkları, plastik su şişelerine bir de kredi kartlarına 24 ay taksitle abanarak yüzde elli indirimlerle dünyaları satan marka mağazaların eprimiş marka torbaları eklenmişti.Hava o kadar sıcak ve denizden yükselen buhar o kadar fazlaydı ki insan gözünün şaşarlığı gerçeğin sınırlarını hayli zorluyordu. Ve sonra olan oldu. Suyun içinden, şöyle Boğaz’ın öteki tarafından bizim tarafa doğru desek daha doğru, başka başka tuhaf nesneler, pislikler, hatta ekran görüntüleri de akmaya başladı. ‘Aaaa!’ Böyle bir ses duyuldu birilerinden.Ama iş bununla da kalmadı.Derken, bir geminin yakıtının kahverengisi düşüverdi kirloş Marmara’nın üzerine, Kahverengi akaryakıt, kıyıya kadar geldi geldi geldi ve al işte, sonunda ’17-12’ benzeri bir şekle dönüştü.‘Şuna bakın!’ diye bağırdı az önceki kadın. ‘17 Aralık’ın izi de suya düşmüş!’Sıcak vurgunu ahali kadını bu kez hiç takmadı. Manyak mı neydi kadın? İftara kaç saat kalmıştı? Ya da bayrama? Şu koalisyon olsa da emeklilere zam yapılsa ne iyi olurdu. Devletimiz güçlüydü ve devlet büyüklerimiz de saraylara layıktı. Hırsız mı? Bakma sen herkes hırsızdı. Hem ne demişlerdi: Devletin malı deniz yemeyen domuz. Bahçeli’nin sözünü ettiği fanus esasen kavanoz dipli dünya demek değil miydi? Ne güzel şarkıydı o öyle:Ah felek zalim felekKime ceket kime yelekHerkese kavun yedirdinBana da yedirdin kelekBu arada, yahu, şu Survivor nasıl da solukları kesmişti. Survivor, kavanoz dipli dünyanın küçük bir özetiydi valla. Ya futbol? O da. Top zaten yuvarlak değil miydi? Nani Türkiye’ye gelmişti. Ajda Pekkan, hür doğdum hür yaşarım diye bir şarkıyı kanımıza zikretmiş, sonracığıma, yani bir zamanlar devletimizin özel uçağıyla Somali’ye, yoksullara yardıma gitmiş ve geçenlerde ‘erkekler aldatır’ demişti. Hava sıcaktı ve tatil yakındaydı. Hem perşembe günü de resmi tatil ilan edilmişti. Oh be! Sahi ne güzel şarkıydı, şu kavanoz dipli dünya, ah ulan ah, kimine urba giydirmişti, kimine yırtık bir yelek.Peki ya çocuklar? Onlar da neşeyle suya atlamaya ve bir taraflarında ekmek diğer taraflarında yenice sayılabilecek mavi, lüks mağaza torbasıyla (o da bir anda peydahlanmıştı) yüzmeye, kulaç atmaya ve eğlenmeye devam ettiler.
‘Dibe vurduğumuza göre artık yeni bir şeyler denemeliyiz.’ Yunanlı bir işsiz. ***İkinci kahveyi söylüyorum. ‘Demek beğendiniz’ diyor Yunanlı adam. ‘Ben yaptım!’ ‘Kesinlikle evet’ diyorum. ‘Minnettarım! Bu cappuccino falan değil, resmen sütlü kahve. Çocukluğumda içtiklerimden!’Büyüklerin kimsenin okumayacağı mektuplar yazdığı, çocukların kimsenin cevaplamayacağı sorular sorduğu (AlejandroZambra’nın, Çiğdem Öztürk’ün çevirisiyle Notos’tan çıkan yeni kitabı ‘Ağaçların Özel Hayatı’nda rastladığım zamane bir cümle bu) bir dünyada Yunanistan’ı bekleyen zor günlerden bahsetmiyoruz bile. Küresel ekonomiden de. Varsa yoksa bulunduğumuz kıyı. Ege denizi balıklarındır fikrinin bizi gizli gizli (belki biraz hüzünle) komşu komşu gülümsetişi. Bir anlık da olsa bir umut... Sütlü kahve ve varsa yoksa gittikçe yoksullaşan kıyının da bu biçimde değişebileceğine inanmak. Mümkün mü bu? İnsan, muktedir olduğu yetiye inanırsa, neden olmasın! Sadece Yunanistan için de değil, neredeyse aynı yolun yolcusu olduğumuz bu dünyada, kaderleri kesişen insanlar, ballı yöneticiler topluluğunun el pençe divan vergi kaynakları olarak bir şeyleri yeniden düşünmek durumundayız. Öyle değil mi?‘Bilmiyorum,’ diyor adam. ‘Ben hep denizde, özgürüm zaten!’. Yüzünde sütlü kahve tebessümü, nüktedan. Ona, ‘Ağaçların Özel Hayatı’ndan bahsetmemiştim bile! ***Gelelim kitabın yazarı Zambra’ya. Şilili yazar Zambra, dünyanın en önemli dergilerinden biri olan Granta tarafından İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında gösterildi. Onu okurken sütlü kahve gülüşlü Yunanlı arkadaşımızın sözünü ettiği sonsuzluk hissi içerisinde farklı bir yerlere doğru aktığınızı hissediyorsunuz. Ha, bu iyi yer neresi? Herkese göre değişir elbette ama Zambra’ya göre bakın nasıl bir yer burası: ‘Şimdi bir kez daha, tıpkı bir deli gibi boşluğa doğru yüksek sesle söylüyor: hoş görmek, dayanmak, yüklenmek, katlanmak, taşımak, tahammül etmek, sorumluluğu üstlenmek, gecenin sorumluluğunu üstlenmek -karanlığı kabullenmek, geceden payımıza düşeni taşımayı bilmek, gecenin bir bölümünü kabullenmek, karanlığı yenmek, ışıktan artakalmak, gecenin içine dalmak, karanlığın sorumluluğunu üstlenmek, gecenin sorumluluğunu üstlenmek.’ Zambra’nın anlattığı öyküyü çok ilginç buldum. Şöyle ki, öncelikle küçük bir çocuğa anlatılan hikayelerle başlayan roman, sonrasında hayata evrilen bir gerçeğe ve bu gerçeklerle ilgili anımsamalara, bu anımsayışlarla çizilen sahici hikayelere dönüşüyor. Başka bir deyişle hayalden gerçeğe, geçmişten geleceğe doğru bir yolculuğa davet ediyor bizi Zambra. Ve sanırım esas olanın, iyi de olsa kötü de olsa gerçekle yüzleşmek, gerçeğin sorumluluğunu (elbette onu değiştirebilmenin sorumluluğunu da) alma ve ancak böylelikle devam edebilme, dahası özgürleşebilme şansımız olduğunu fısıldıyor bizlere. Koşullar ne olursa olsun kurbanlık olmaktan kurtulabilme şansımız olduğunu:‘Her şeye hazırım demek hoşuna gidiyordu birkaç yıldır. Her şeye hazırdı, her şeyi yapmaya, ona verecekleri ne olursa olsun almaya, ne söylenmesi gerekiyorsa onu söylemeye. Hatta söylemek istemediği şeyleri söylerken kendi sesini duymaya bile hazırdı. Ama artık yeter. Artık her şeye hazır değil. Artık özgür.’
Bugünkü yazıma çok sevdiğim bir şiirle başlayacağım. Sivas’ta yitirdiğimiz Metin Altıok’uno tanıdık dizeleriyle:Bir yüzük yaptım sana güvercinteleğinden,Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden.Bir yüzük yaptım belli belirsiz,Eski bir gramofon sesinden.Bir yüzük serçe parmağın için,Bulutsuz bir gecede kayan yıldız izinden.Bir yüzük yaptım terli bir yüzük,Avucumdan geçen ince hayat çizgisinden.Yanmasını bilen bakır bir yüzük,Evime akım taşıyan elektrik telinden.Bir yüzük yaptım, bir yüzük ki;Yıllardır dinmeyen ormanlarıngümbürtüsünden.(Metin Altıok-Ormanların Gümbürtüsünden)Bu şiiri ne zaman düşünsem zihnimden kayıp giden başka bir şeyler de oluyor. Sadece Sivas’ı değil, sanatını zalimce kutuplaştırmayı pek seven bir ülkenin politikacıları aklıma düşüveriyor. Bereket, dünya onların tekelinde şekillenmiyor. Şekilleniyor gibi görünse de, hayır, uzun vadede şekillenmiyor... Kim ne derse desin!Yıllar önce Altıok’un bu şiirini üniversitedeki öğrencilerime bir sınav sorusu olarak sormuştum. Çoğu bir sevgi, aşk şiiri olarak düşünmüştü bu satırları. Bir öğrencimse sevginin emekle kurabileceği bağ üzerine uzun uzun cümleler döktürmüş, emeğin gerçek bir aşk olduğunu, emeğin ne olduğunu gerçekten bilenlerin sevdasının dünyayı değiştireceğini savunmuştu.Kağıdına bir süre sessizce baktığımı hatırlıyorum. Şimdi o öğrencim Hukuk Fakültesi’ni bitirdi ve ne zaman karşılaşsak, Altıok’un bu şiirini dillendirmesek de, dolaylı olarak onun bu şiirde bulduğu anlam etrafında dönüp duruyoruz. Sevmesini bilenlerin alın teriyle kuracağı bağı konuşuyoruz; emeğine sahip çıkabilmenin dünyaya sahip çıkmak demek olduğunu. Arada dalga geçtiğimiz pek çok konu da oluyor elbette ama iş dönüp dolaşıp yaşam erdemliliğine geliyor bir şekilde.Yaşam erdemliliği deyince, geçtiğimiz hafta yeğenim Buse, Yeditepe Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Mezuniyet töreninde Dekan Prof. Dr. Sina Ercan, gençlere Hipokrat Yemini’ni ettirmeden önce, sözünü ettiğim erdeme ithafta bulunan son derece anlamlı bir konuşma yaptı. Zayıfın üzerinden elde edilen gücü reddetmelerini telkin etti genç meslektaşlarına Ercan. Hastalardan, canlarını doktorlara teslim eden insanlardan ve bu insanlara karşı doktorların taşımaları gereken sorumluluklardan bahsetti. Kısacası yaşamın başlı başına bir sorumluluk olduğunu, bu sorumluluğu yerine getirmediğimiz müddetçe yaşam karşısında yaya kalacağımızı hissettirdi salondaki hemen herkese. ‘Sevgiyi içinizden eksik etmeyin’ dedi. Sevgisiz hiçbir mesleğin yapılamayacağına vurgu yaparcasına. Şimdilerde topluma pek hakim olan o öncelikli konu, ‘maddiyat’ a ise, mesleğin saygınlığına vurgu yaparak cevap verdi. Neredeyse unuttuğumuz bir şeye yani.Şimdilerde en has yaşam felsefesi olan ‘Ekranda ne kadar varsan, piyasada ne kadar görünürsen o kadar varsın’ diskuru için ne kadar ‘anlaşılması zor’ bir cevaptı bu. Ve aslında ne kadar sahici bir cevap! ‘Saygıyı ne yaratır?’ sorusuna sunulmuş ne kadar da yalın bir yaşam felsefesi...*** Sırası mı bilmiyorum ama yine de sormak istiyorum. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, son dönemeçte şaşırmak istediğim ama şaşıramadığım bir manevrayla Meclis başkanlığı seçimlerine partisiyle birlikte damga vurdu. Sayın Bahçeli, bu manevrayla, miting alanlarında, son derece ilginç bulduğum belagat yüklü o cümlelerinizin altından nasıl kalkacağınız tarafımca gerçekten merak konusudur. Dahası size bir soru da yöneltmek isterim: Bu ülkenin halihazırdaki temel sorunu milliyetçilik midir yoksa talan mıdır? Siz seçiminizi, görebildiğimiz kadarıyla milliyetçilikten yana kullanıyorsunuz. Bu da demek oluyor ki ‘talan’ bu ülkenin ‘gümbür gümbür’ en gerçek yalanı olmaya devam edecek. Ne diyeyim! Katkılarınızdan ötürü teşekkür ederiz.