‘...birlikte yaşamanın, öğrenmenin, anlamanın yolunun tıkandığı, totalitarizm hummasına 39 derece ateşle tutulmuş bir ülkede okullar, kendisi için düşünebilen, dünyaya karşı sorumluluk duyan benzersiz bireyler yerine politikayla ilgilenmeyen, klişeleri ve sloganları tekrarlamakla yetinen, köksüz ve aidiyetsiz, yüzergezer bir güruh inşa etme yeridir.’
Nicedir, Melike Koçak’ın 2012 yılında Birikim’de çıkan bir yazısıyla haşır neşir kafam. Son dönemde koalisyonla uğraşmakta olan Türkiye’nin en büyük cadı kazanı, ne kadar es geçersek geçelim, eğitim alanında kaynıyor. Eğitimin içinde olanlar çok net biliyorlar bunu. En son hükümetin ‘bazı şeyleri’ örtbas etme çabalarının ürünü olan ‘dershane’ girişimi, Anayasa Mahkemesi tarafından geri çevrildi. Şimdi ne olacak? Kötülükle iyiliğin yan yana durduğu bir yüzyılda, hayır ve günah tarlalarının hasadının birbirine karıştığı bir ülkede, zamanın emeğine yine zamanın rahat vermediği bir kesitte lafı mı olur bunun? Olmalı olmasına ama kimin umurunda!
Alışıldığı üzere yine acil formüller devreye sokulacak, iktidarın oyuncağı haline gelmiş (hep böyleydi bakmayın siz şimdiki zamanın falsolarına) eğitim sistemi bir sonraki bahara kadar oraya buraya çekiştirilecek ve olan yine çocuklara, gençlere olacak.
Ve güruh faslı
Melike Koçak’ın sözünü ettiği ‘güruh’ faslına ise hiçbir zaman değinilmeyecek. Doğru dürüst bir şiir okumadan mezun olacak gençler okullardan; yaşama ve kendilerine dair bir cümle kurmanın ne demek olduğunu bilemeden, matematiğin yaşamın her alanında boy gösterdiğini fark edemeden, düşünmenin duyguyla kurduğu bağın derinliğine varmaksızın vatan-millet-Sakarya diyen ezberci insanlar topluluğuna eklenecekler. Dünyayla kökten bir bağ kurmayı kendileri gibi olanlarla ‘takılmak’ olarak yaşayacak ve bu yaşamdan da pek keyif alacaklar! Ancak acı olan gerçeği de çok kısa zamanda fark etmek zorunda kalacaklar. Üniforma gibi yetiştirildikleri için, güruh politikaları gereği çoğu ilk fırsatta elenecek, elenmeyip tutunanların çoğu ise üçkağıtçı olmayı erdem sayacak . Her anlamda ve her alanda.
Ve sonra, geriye kalanlar yani, en büyük savunucusu olmaya devam edecekler bu atıl, erkek egemen sistemin. Koçak’ın cümleleriyle söyleyecek olursak ‘kahramanlık anlatılarında yürek kabartmak dururken; yabancılaşmaya, kadına, çoğulculuğa, ötekileşmeye, arayışlara, aylaklığa, hiçliğe, ütopyalara, distopyalara, ahlâk sorgulamalarına... gerek yoktur derslerde! Bunlara bulaşan kitaplar, yazarlar, şairler, filmler sınıflardan, öğretmenler odalarından uzak!’
Geriye, ‘sağ olarak’ kalanlar...İşte tam da Koçak’ın altını çizdiği gibi, yetiştirildikleri bu uzaklıkla bakacaklardır her şeye ve herkese. Kendileri gibi olmayanı çok kolay düşman belleyecek ve onları yok etmenin yollarını arayacaklardır büyük bir zevk ve hararetle!
Ah bu uzaklık
Uzaklık ve farklı olana karşı koyulan bu mesafe... Milli Eğitim sistemimizin gülünün güllerinin biricik misyonu olacak. Kendilerine sıralarda ezberletildiği gibi birbirine benzeyen insanları hep bir arada tutmak için büyük bir sınavdan geçecekler. Bu uğurda ne bedeller ödenecek ne bedeller. Manialar maniaları izleyecek. Günler zor ve yoğun geçecek.
Geçecek geçmesine
Geçecek de... (Bozuk plağı burada durdurmak istiyorum.)
Peki biz bu ülkeyi ve hatta dünyayı gerçekten nasıl değiştireceğiz? Adaleti ve barışı gerçek anlamda nasıl sağlayacağız? Bu hususlar, ne zaman Milli Eğitim’in ana amaçları listesine girecek?
Eyyyy! diye başlayıp ‘eyyy!’ diye bitecek okullarımızdan, köhne müfredatın arasından ve iktidarın sesi kadroların bariyerlerinden yaşama ve dünya köklerine bağlı insanları nasıl yetiştireceğiz? Aklın en derin çukurlarında gezinen çoğul düşünceyi nasıl yeryüzüne serpeceğiz ve iyiliğin enayilik değil yaşamın can damarı olduğunu nasıl ama nasıl anlatacağız evlatlarımıza?
Dahası, edebiyat ve sanat aracılığıyla, kötülüğü, karanlığı ve gölgeyi anlatmazsak, yaşamda aranması gereken iyiliği nasıl aratıp bulduracağız onlara? Dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu nasıl keşfettireceğiz? ‘Eyyy!’ diyerek mi? Korkma diye korkutarak mı onları? Din derslerinin saatlerini artırarak mı?
Olsaydı, bugüne kadar olur; saraylarda vakit, nakit ve emeğimizi çalmazdı iktidar tutkunları.
Bugün bu halde olduğumuza göre, yeniden düşünmeye başlamalı. 4 artı 4’ler mi? Hayır, dört dörtlük bir değişim şart bize. Bu güzel ülkede, ‘kendi üstüne kapanan bir kapı olmak’ yerine (Atilla İlhan’ı da anmış olalım) doğru yaşayalım artık. ‘Topraktan sağdığımız pekmez güneşin başını döndürür’ usulü.