‘Dostlarım geceye ışık saçıyor, arkalarındaki tozda bile iz bırakmadan.’
Mahmud Derviş
Yaşım ilerledikçe, bayramlar, özellikle de bayram coşkusu çocukluğu çağrıştırmaya başladı bende. Şöyle bir düşündüm de, son dönemde bayrama denk düşen bütün yazılarımda ‘çocukluk’ var. Korkarım bugünkü de öyle olacak! İtalyan yönetmen Fellini diyordu ya ‘ellerimi kirli görünce hatırlıyorum çocuk olduğum günleri’ diye, o hesap. Bir de arkadaşlık! Nicedir böyle. Geceleri uçarken ateş böceklerinin saçtığı izlerden olan o telkâri arkadaş izleri düşüveriyor zihnime arife zamanları, bayram sabahları... Ve Mahmud Derviş’in satırları burada tam on ikiden vuruyor insanı. Bir de içlerine para sıkıştırılan ütülü mendillerin serabı var elbette. Ama o başka bir yazının konusu olsun artık.
Bayramlar aynı zamanda (kurban bayramları için sakınımlı durarak) şimdiki zamanla geçmiş zaman arasındaki alengirli bir köprü de demek. Şimdilerde periskop mesajlarını nerede, ne şekilde duysam irkiliveriyorum; çünkü bu periskop mesajı falan değil benim için. Resmen, şimdi adını değiştirerek vereyim, Kerem’in annesinin Kerem’i evlerinin taş balkonundan eve çağırma ıslığı!
İlk duyduğumda fazlasıyla irkildim. Sonra alıştım. Sonra bu bayram, yine bir irkilme, al sana!
Bir bayram gününde olması muhtemel, vitesli bisikletini babası getirdiğinde de, annesi Kerem’i böyle çağırmıştı ve Kerem, bütün bayram boyunca, kafamızda boza pişirerek vitesli bisikletin mahalledeki yegâne gür kıvırcık saçlı bahtiyarı olarak bizlere havasını atmış da atmıştı.
Buna karşın hepimize denetmişti vitesli bisikletini. Hızı arkasına alan insanın bisikletle kendi arasına giren vitesleri artırarak gücüne güç katması inanılmaz gelmişti o zamanlar bana. Bir dalganın en uç noktasına erişmek gibi bir şeydi bu. Ve sonra onunla birlikte bir sonraki aşamaya atlamak!
Kerem ise, yani içimizdeki en hayta olanı, işi daha da ilerletip, sahibinin sesi edasıyla, bisikletiyle hız sınırını aşıp geleceği gördüğünü iddia etmişti. Hatta dahasını da yapmış, evlerinin yanındaki bir boş arsada bizleri toplamış ve hemen hepimize gelecekle ilgili kısa kısa bilgiler vermek istemişti.
Bu brifingden ne çıktığını hiç hatırlamıyorum. Ancak bildiğim, ya da bugünden duyduğum tek sesin Kerem’in o taş balkondan seslenen annesinin ıslığı olduğu ve konuşmalarımızın bıçak gibi kesilmek durumunda kalışı. Sonrasında Kerem’in vitesli gıcır bisikletini alıp sürükleyerek gitmesi de o bulutlu anılar arasında da belli bir yere sahip. Bir de şu cümlesi: ‘Yemeğimi yiyip geleceğim.’
Bizim uzunca müddet Kerem’i ve vitesli bisikleti beklememiz. Bekleyiş, çocuklukta ne kadar uzun sürer, hayaller de. Kerem’inse bizleri eve gelen bayram konuklarına satması. Tamam, çocukluk biraz da budur.
Sonrası ise bir muamma. Yani gelecek... Geleceğin hep yarım kalması denilebilir mi buna? Ya da yaşanan şimdiki zamanların süt kesiği gibi ansızın bölünmesi? Ve, anların, öylece, tozsuz, kendi berraklığında zihne asılı kalıvermesi?
***
Bir de bayram kitabı önerisi: SophiaLoren’in Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan ‘Dün, Bugün, Yarın’ adlı kitabı. Bu başlığı hep sevmişimdir. Tüm yaşadıklarımızın süratli bir özeti gibi gelir. Kitabı Eren YücesanCendey çevirmiş. Dünyanın geride bıraktığı 20. yüzyılına bakmanın bir başka yolu, yolculuğu bu kitap. Fotoğraf ve kameramanların bir zamanlar ‘yüzü çok kısa, ağzı çok büyük, burnu da çok uzun’ dedikleri Loren’in o müthiş yolculuğu tam tatillik!