Cesurlar bir kere ölür

31 Mayıs 2015

Cumartesi günü Kazlıçeşme’ye düştü yolum. Metronun yavaşladığı son durakta inmek üzereyken yanımdaki çiftten kadın olanına sordum.‘Miting meydanı yakın mı?’‘Hemen durağın karşısında’ dedi kadın. Sonra endişeli bir yüz ifadesiyle ‘Mitinge mi geldiniz yoksa?’ diye sordu.Kafamı salladım.‘Allah sabırlar versin!’ dedi.‘Niye öyle söylediniz?’ diye sordum.‘AKP mitingine gelmediniz mi?’‘Yok’ dedim. ‘O Yenikapı’da. Ben HDP mitingine geldim.’Bunun üzerine kadının yanındaki takım elbiseli erkek söze karıştı.‘Allah sabırlar versin!’‘Siz ikiniz niye sürekli aynı şeyi söyleyip duruyorsunuz?’ diye sordum o zaman.Cevap yok.‘Doğu’ya gittiniz mi hiç?’ diye sordum bu kez çiftlerden kadın olanına.‘Hayır’ dedi kendinden emin bir şekilde. ‘Gidemiyoruz ki... Erzurum’dan öteye gidemedim, gidemedik.’‘Niye gidemiyorsunuz ki?’ diye sordum bu sefer.‘İşte’ dedi kadın. ‘İşte, biliyorsunuz. Gidemiyoruz, korkuyoruz, endişeleniyoruz, ürküyoruz...’Artık sıra bana gelmişti:‘Allah iyiliğinizi versin!’***‘Hepimiz hayat boyunca farkındalığımız artsın diye çırpınıp duruyoruz. Oysa hayat dediğin muhteşem bir çarpışma. Korkmak, rahatsız olmak, huzursuzca uyanmak ve kayıplar yaşamak da realitenin bir parçası’ diyordu Harvey Keitel Ali Tufan Koç’a verdiği röportajda. Muhsin Akgün de çok güzel fotoğraflar çekmiş. Hayranlarından biri olarak Keitel’in sözlerini ben de çok bilgece buldum.Paul Auster’ın senaryosunu yazdığı Smoke (Duman) filmindeki Keitel’i hatırladım sonra. O dükkanda dönen sıcak muhabbeti de. Hani neredeyse bizim topraklardaki sıcak muhabbeti hatırlatan buluşmalar, kesişmelerdi bunlar. Müşterilerin öykülerinin dükkan sahibi Keitel’la kesişmesi ne güzeldi. Yaşamın böyle olmasını özledim yine. Acısı ve tatlısıyla. Ama birbirinden de vazgeçmeden, değişimi kucaklayarak ve birbirini dinlemekten korkmayarak. Korkacaksak da korkmayı göze alarak...***Geçtiğimiz cuma HDP’li kadın milletvekili adaylarla yapılan basın toplantısında Ayşe Berktay’a ‘Sizce Türkiye’yi yakın gelecekte nasıl günler bekliyor?’ diye sordum. O da şöyle cevapladı beni:‘Türkiye’yi ne olursa olsun çok heyecanlı, çok coşkulu günler bekliyor. Her zamankinden farklı, sıradan olmayan günler... Hem kadınlar olarak hem de herkes olarak kendine sahip çıkma ve bu yönde bir hareketlenme var. Gözle görülür hale gelmiş olan bir ortak akıl ve sağduyu var. Ben buna çok güveniyorum.’***Katie Peterson geçen yıl bir projeye başladı. Future Library (Geleceğin Kütüphanesi). Proje 100 yazarın 100 eserinin 100 yıl boyunca saklanması anlamına geliyor. Buna göre her yıl bir yazar bir eser tamamlayacak ve yazarların tamamladıkları bu eserler, söz konusu kütüphanede toplanacak. Bunları sadece 100 yıl sonrasının okurları okuyabilecek.100 yıl sonra...Bu seneki yazar Margaret Atwood. Umarım bizden de yazarlar bu projeye dahil olur ve 100 yıl sonrasının okurlarına günümüzden seslenirler. Hatta Anayasa Mahkemesi’nin aldığı şu garip karardan yola çıkarak imam nikahlı öyküler yazar, çocuk gelinlerden bahsederler. Ve 100 yıl sonra bu satırları okuyan okurlar ‘zor zamanlarmış ama bizimkiler atlatmayı başarmış, helal olsun!’ derler.***Diyarbakır’ın Bismil ilçesinden bir öğretmen arkadaşımız ilçe kütüphanesine yardım istiyor. Kitaplar okunmuş da olabilir. Adres: İstasyon Caddesi Dicle Plaza Kat:1 İş Bankası karşısı Bismil El-cezeri Halk Kütüphanesi Bismil/Diyarbakır. Mustafa Doğu (revedorsef21@gmail.com)

Devamını Oku

Kadınlar Umut Veriyor!

30 Mayıs 2015

O gün, Suriye’deki Bayırbucak Türkmenleri’ne insani yardım götürdüğü iddia edilen TIR’ların insani yardımdan ne anladığı ayan beyan ortaya çıkmıştı. Çağımızın ‘insani yardımdan’ anladığı da buydu aslında. Ancak Türkiye başka anlamların ülkesi olmalıydı artık. ***HDP’nin İstanbul’daki kadın milletvekili adaylarıyla kahvaltı ediyoruz. Basın mensupları da kadın. Anlayacağınız, ayrı bir keyif. Buluşmadan önce bizlere yolladıkları çağrıda eşitlik ve özgürlüğün yolunu açarken kahkahaların da buna eşlik edeceğini ifade etmişlerdi. Bu bana uyar deyip hemen yollara düştüm. Kahvaltıda hem gülüyoruz hem de ‘ciddi’ memleket meselelerini düşünüyoruz hep birlikte. İkisinin bir arada olamayacağını, ‘kadın kısmı mı, uzak dursun’ diyen zihniyete karşı laf lafı açıyor. Zihniyetse malum! Üç çocuk doğurun, üç de yetmez beş tane, yok yok ha bire doğurun ey kadınlar diyen o erkek sesi.Ya Gezi’nin sesi?31 Mayıs Gezi’nin yıldönümüne tanıklık ettiğimiz bir tarih. Kişisel tarihlerimizdeyse, sevelim ya da sevmeyelim, umursayalım ya da umursamayalım, zihinlere çentik atan gerçek bir gezi, eşsiz bir yolculuktu. Katmanları önümüzdeki yıllarda kendini açığa çıkaracak tarihsel bir yolculuk. Adaylardan Gülsüm Ağaoğlu, tam da bu noktaya referans vererek konuşuyor bizlerle. Gezi’de insanları bir araya getiren o koşulların siyaset ortamında yeniden yaratılacağına inandığını, özellikle de barış için insanların buluşmasının ne kadar önemli olduğunu söylüyor. Dolaştıkları bölgelerde hiçbir gergin tepkiyle karşılaşmadığını, insanların tek seslilikten bunalmış olduğunu, diyalog kurmak ve dahası nefes almak istediğini gözlemlediğini aktarıyor. ‘Herkes başkası olmadan kendi varoluşuyla, neyse o olarak ortaya çıkmak istiyor’ diyor Gülsüm Ağaoğlu, ‘Tıpkı Gezi’deki gibi.’Öte yandan Ayşe Berktay, toplumsal barışı ve yaşamı esas alırken kadın sesini ve sözünü etkili kılmanın ne kadar önemli olduğuna vurgu yapıyor. Sohbet ettiği kadınların bugünkü iktidarı ‘anti-kadın’ olarak gördüğünü söylüyor. Berktay’a göre iktidardan yayılan bu tavır, kadınların iliklerine kadar hissettikleri bir yok sayma hali. Dahası kimileri de peşlerinden koşup ‘siz adaysınız değil mi?’ diye soruyormuş. Sonra da ekliyorlarmış: ‘Ben HDP’li değilim ama sizi mutlaka Meclis’e sokacağız.’ 3. Bölge adaylarından Hülya İmak’ın söyledikleri de burada son derece önemli bir gerçeğin altını çiziyor. Kendi bölgesindeki gözlemlerinden yola çıkarak ‘çok derin bir yoksulluk var’ diyor İmak. Ziyaret ettikleri yerlerde insanların, özellikle de kadınların hükümetin ‘yardım paketlerini’ beklemekten başka çarelerinin olmadığına tanıklık etmiş. ‘Bu iş hemen 7 Haziran’da çözülecek mesele değil’ diyor İmak. Ve tam da burada şu an asıl hedeflerinin barajı aşmak, Meclis’e girmek ve sonrasında bu yoksul kadınlara, sadaka ile değil gerçek çözüm yolları ile el uzatmak olduğunu vurguluyor. ‘Hükümet olmayı beklemeden değişime başlamalıyız’ diyor Hülya İmak.1. Bölge adaylarından Serpil Kemalbay, bu kadınlarla konuşurken ‘Yardım beklemeyin, hayatı birlikte değiştirelim’ diye söze başladığını belirtiyor. ‘Hak olarak talep edelim ve birlikte dönüştürelim!’Uzun yıllar feminist mücadelede yer alan bir isim olan Filiz Kerestecioğlu ise, kadın odaklı bir kent ve kadın odaklı bir bütçeyi esas alacaklarını söylüyor. Dahası çocuk odaklı bir bütçe ve yasalardan da bahsediyor bizlere. Zincirin en zayıf halkaları haline getirilen ve neredeyse görünmez kılınan çocuklar, gençler ve kadınlar için bunun önemini vurguluyor. Gerçek bir Kadın Bakanlığı kuracağız diyor. Ve o eski sözü yeniden hatırlatıyor: ‘Bundan böyle dünyanın bütün çamaşırlarını ve bulaşıklarını biz yıkamak istemiyoruz!’Dilber Koçak ise ‘barajı aşacağız’ diyor. ‘Okyanusları da!’Kendi barajlarını çoktan aşmış ve Türkiye’deki kadın meselesine vakıf sahadan gelen bu kadınlar, Türkiye’nin sadece HDP özelinde değil, yaşam genelinde de kat etmekte olduğu yolun birer göstergesi. Eşbaşkanlık sistemiyle kadınları bu kadar ön plana çıkaran HDP’nin bu konudaki çabası, yakın gelecekte Meclis’in erkek egemen çehresinin de değişmesine önemli katkılar sağlayacaktır. İşte o zaman buyurgan ve hırçın erkek sesli siyasetten, çok sesliliğe geçme şansını yakalayacağız. Bunun için de kadınların, hangi partiden olurlarsa olsunlar, daha çok Meclis’te olması gerekiyor. Bu ülkeyi, yükleri iç burkan TIRlarla anılacak bir ülke değil, bambaşka anlamların ülkesine taşımak için...

Devamını Oku

Fukuşima: Bugün sana, yarın bana, sonrasında hepimize

24 Mayıs 2015

‘Yeryüzünde uyumakta olan kaplumbağayı incitme, anneannemizdir yeryüzü, ağaçlarsa saçları,ve süsleri bu çiçekler, bunun için narin yaradılışı değiştirme!Kırma bostanların aynalarını! Yeryüzünü ürkütme, acılara gömme.’ Mahmud DervişMahmud Derviş’in şiirinin Orta Doğu satırlarını Uzak Doğu’ya taşımamın önemli bir nedeni var. Yaşama karşı sorumluluğumuz! Bu sorumluluğun başında da insana ve tüm canlılara, doğaya ve kültüre karşı borçlarımız, o dili koruma yükümlülüğümüz geliyor. Kısacası yeryüzüne olan vicdani borcumuz!Fukuşima’daki nükleer facia 11 Mart 2011’de yaşandı. Hiç umulmadık bir sırada 3 reaktörde umulmadık bir kaza gerçekleşti. Üstelik Çernobil’in açtığı yaralar tam da unutulmak üzereyken! ‘Nükleer sever ülkeler ve nükleer lobi’nin yüzü artık iyiden iyiye gülmeye başlamışken, güvenlik timsali Japonya’da çok güvenli olarak tescil edilen bir santralde, gerçek bir cehennem yaşandı...Ve bu kazanın etkileri bütün dünyaya yayıldı. Hazindir ki, depremle başlayan, tsunami ile devam eden bir doğa faciasında ‘öngörülemeyen kazalar silsilesi’, o güvenli Fukuşima’yı nükleer trajedinin baş sıralarına taşımaya yetecekti.Peki ya bizim buralar?Dün size bahsettiğim gazeteci ve akademisyen Filiz Yavuz’un ‘Beni Akkuyular’da Merdivensiz Bıraktın’ (Can Yayınevi) kitabında bu kaza konusunda ilginç detaylar var. Ancak Yavuz, çok daha önemli bir noktaya parmak basmış; geleceğimizi, Akkuyu’yu, nicelerini ve yaşamlarımızı ilgilendiren bir nokta bu.Yavuz, nükleer santrallerin ülkeler için siyasi bir tercih olduğunu bize hatırlatıyor ve siyasetçinin bilimsel anlamda gerçek verilere bakmadığına değiniyor. Dahası (ve en hüzün vericisi) halkın da nükleerle kurduğu bağ, siyasi bir bağ. Oysa bunun daha ötesine geçmek gerekiyor.Nükleer karşıtı söylem ve muhalefet diliBu noktada nükleer karşıtı söylemleri de eleştiriyor Yavuz. Türkiye’deki hemen her muhalefet gibi, nükleer karşıtı muhalefet de muhalefet yapacağım derken aslında iktidarın elinde tuttuğu söylemin içinde hapsoluyor. Peki nedir bu? Dön dolaş aynı yerde kalmak demek! İktidarın ‘aman efendim enerjimiz bitiyor’ argümanına muhalefetin yıllardır aldığı tavır şu: ‘yetinebilir enerji’. Yani en basitinden güneş bize yeter demek! Bunun üzerine nükleer hevesliler ne yapıyor? Birtakım rakamlar ve verilerle karşımıza çıkıyor. Ve sonuçta bir arpa boyu yol gidilemez hale geliyor! Zaten nükleer sevicinin amacı da bu. Tartışmayı tam da bu seviyede, bu sınırda tutmak! ‘Benim izin verdiğim sınırlar çerçevesinde, konuş konuş heyecanlı oluyor’ şeklinde bir tavır bu.Sistem çok basit işliyor aslında... Türkiye’de iktidar nicedir ne yapıyor hatırlayalım: Kendi muhalefetini yaratıyor! Filiz Yavuz diyor ki: ‘ Eski başbakan, yeni cumhurbaşkanı kendisi gündemi belirler ve konuşurken attığı paslarla gaflarla-aslında muhalefetin argümanlarını da kendisi oluşturuverir. Hal böyleyken muhalefetin sınırları da ortaya çıkmış olur ve iktidar, nihayetinde muhalefetin kendisine karşı ürettiği sözlerden faydalanarak kendi tabanına sesleniverir -ah benim kardeşlerim’ diye.Bu yüzden nükleer enerji konusunda da muhalefetin, iktidarın yarattığı bu sınırın ötesine geçmesi gerektiğini söylüyor Yavuz. Bunun içinse şu acil noktalara temas ediyor: ‘Nükleer enerji meselesine sadece enerji ve ekonomi temelli yaklaşımlar üzerinden değil yaşam üzerinden bakmak; nükleer enerjiyi meşhur argümanlarla ve egemenlerin diliyle değil meselenin en önemli unsurları olan katılım, kaza riski ve atık sorunları üzerinden yaşamın diliyle tartışmak ve kendi özgün argümanlarını yaratmak.’Özgün argüman, evet, lütfen!Ben bu son cümleyi çok önemli buluyorum. Kendi özgün argümanlarını yaratmak ve kendi gündemini oluşturmak... Ve iktidarın açtığı ‘muhalefet’ kuyularına kendi rızanla düşmemek... Her alanda işin sırrı bu.***Mahmud Derviş’le başladığım bu yazıyı, hayatını hiçe sayarak Fukuşima’daki hayvanlarla, onları beslemek ve korumak için kalan Naoto Matsumura’yla bitirmek isterim:‘Her şey sona erdi, her şey yıkıldı. Fukuşima işte budur.’

Devamını Oku

Var mı nükleer gibisi!

23 Mayıs 2015

Kamu reklamlarını izliyorsunuzdur. Özelikle takip ediyorum. Bu diyalogları kimler yazıyor, merak içerisindeyim, ama bu ayrı bir konu elbette. En son nükleer santral reklamında koptum. İki adam konuşuyor, dersin ki bir vatan haini bir vatanseverle konuşuyor... Vatansever kim? Elbette nükleer sevici olan. Ötekisi? Şu çapulcu takımının düşünceleriyle kafası karışmış biri!***Nükleer santrale karşı olmak demek ülkeyi sevmemek demek! En azından hükümet destekli nükleer santral hevesi, bu aksı izleyerek kendi destekçilerine ve diğer insanlara tam da bu ruhla ulaşmayı deniyor. Vatanını seviyorsan nükleer santrali de seversin. Neden? Çünkü diğer ulusları yakalamamız şart. Neden? Onlarda var, bizde yok. Neden? Türkiye enerji konusunda geride kalacak ülke değildir!Dahası nükleer santralin miniminnacık bir risk taşıdığı, eh, o riski de göze almadan hiçbir şey yapılamayacağı ileri sürülüyor. Kocaman bilboardlarda temiz yüzlü ak pak insanların ‘nükleeeri seviyorum’ diye bize sırıtması da bu yüzden olsa gerek. Nükleeri sev Türkiye ve çağı yakala!***‘Beni Akkuyularda Merdivensiz Bıraktın’ (Can Yayınları) kitabını ne zamandır yazmak istiyordum. Filiz Yavuz, Türkiye’nin nükleerle imtihanını son derece net bilgilerle gözler önüne seriyor kitabında. O kadar net ki tam da bu yüzden sümen altı edilebilecek kitaplar listesinde başı çekebilir!Bizi ilk önce Çernobil’e taşıyor Filiz Yavuz. Bunu özellikle paylaşmak isterim. Hatırlarsınız, o dönemde siyasetçiler halka gerçek bilgileri vermek yerine radyasyonun varlığını çay üzerinden aklamaya çalıştı. Dönemin bakanlarından Cahit Aral, kameraların karşısında çay içti ve o çayı içerken, şu bizim meşum kamu reklamlarına konu olacak şekilde ‘dinine imanına inanan radyasyon var demez!’ dedi. Din-iman-radyasyon! Böyle bir üçgenin içinde halkımız yaşamına kaldığı yerden devam etti. Eee, koca Bakan dediyse doğru demişti. Ancak işin ilginç yanı tam da bu açıklamadan 6 ay sonra bilimsel bulgular karşısında farklı bir açıklamaya maruz kaldık. Aynı Bakan ‘Çaydaki radyasyon tehlikesiz’ diyecekti. Ama haklarını yemeyelim. Dönemin Başbakanı Turgut Özal ‘Radyoaktif çay daha lezzetlidir’ derken Cumhurbaşkanı Kenan Evren de ‘Azıcık radyasyon kemiklere yararlıdır’ diyerek radyasyonlu çayla memleketimizin kurduğu güçlü bağı gözler önüne serecekti.Oysa raporlar, devlet dilinden konuşmuyordu! Sonradan, bunlardan en önemlisi, devlet yetkilileri tarafından ‘sübjektif, gayriciddi 3 doçentin vehimlerini dile getiren sıradan bir rapor ‘diye lanse edilse ve yok sayılmaya çalışılsa da gerçek ortadaydı... Çernobil’deki patlamadan sonra radyasyonlu bulutların Doğu Karadeniz’e yağmurla birlikte indirdiği radyasyon çay mevsimine denk gelmiş, çaylar toplanmış ve piyasaya sürülmüştü. O çayları toplayanlar, o çayları işleyenler ve içenler. O dönemde hemen hepimiz din-iman-radyasyon üçgenine kapılıp gittik... Dahası kazadan sonra toplatılan 8 ton çay imha edilmedi, bir sonraki senenin ürünleriyle harmanlandı ve piyasaya sürüldü.Fındıkların serüveniyse çok daha ayrıydı! Yetkililer fındıkları imha etmedi, o fındıklar paket paket ilkokullara ve kışlalara dağıtıldı.Ya kanser? Yani şu küçücük risk! 1982-1992 yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin yaptığı araştırmalara göre kan kanseri oranında yüzde 286, kemik iliği kanseri oranında yüzde 250 ve çocukluk çağı kanserlerinde yüzde 250 oranında artış görüldü. Hopa’da Türk Tabipler Birliği tarafından Çernobil sonuçlarına dayalı çalışmanın sonuçları dehşet saçıyordu. 2003-2006 yılları arasındaki ölümlerin yüzde 47.9’u kanser nedeniyleydi. Yıllar geçti ve kanser vakalarında bölgede azalma yok!Bunun resmi bilgilerine ulaşma olanağımıza gelince... Tam olarak mümkün değil çünkü o dönemde yapılması umulan araştırmalar zamanında yapılmamış! Yapılsa da gecikmiş, gecikince de sonuç, nükleer hevesli hükümet yetkililerinin istediği tarzda olmuş: ‘Kanser ve lösemi vakalarında artış yoktur!’Oysa dünya çapındaki bilimsel istatistikler, kanser vakalarındaki artışı Çernobil etkisiyle bağlantılandırıyor. Bizim elimizdeyse malum sonuç var: Din-iman-radyasyon... Sağlık Bakanlığı’nın elindeki ‘resmi bilimsel’ belgeler, sanki Çernobil’in hiç yaşanmadığı yönündeki belgeler!Ha unutmadan! Çernobil’de meydana gelen kaza, hiç akla gelmedik nedenlerden ötürü meydana gelmiş bir kazaydı. Genel olarak nükleer santral kazalarına baktığınızda, o miniminnacık kaza riski oluyor sana ciddi bir risk! Ve sonuç: bütün bölgenin, ülkenin hatta dünyanın radyasyona maruz kalması.(Çernobil kesmez, yarın Fukuşima)

Devamını Oku

Görmedim ama tanığım!

17 Mayıs 2015

Türkiye ne zamandır böyle bir cümlenin ‘mantığı’ üzerine inşa edilmiş sözde gerçeklerle haşır neşir. Bu da kimilerinin yaşamla nasıl yüzleşmekte olduğunun bir kanıtı olsa gerek!En son Meral Akşener’e yapılanlar, bunun en büyük kanıtlarından biri. Dahası, ileri sürülen ‘bir kadına yakışmayacak’ kasetler olduğu savı, sayfalarca yazılması gereken bir duruma da işaret ediyor. Kadın Adayları Destekleme Derneği KA.DER, kadın cinsiyetini hedef alan bu tip ifadeleri, Akşener’in şahsında, resmen, kadına yönelik şiddet olarak tanımlıyor. Dahası, toplumsal cinsiyet eşitliğinin hayata geçmesinin ne kadar elzem olduğunun altını çizerken bir başka acil gerçeği de gözler önüne seriyor:‘Kadınların önüne konulan engellerin ortadan kaldırılması konusunda siyaset kurumunun ve toplumsal cinsiyet eşitliğine inanan sivil toplumun ortak çalışma yapmasının ne kadar gerekli ve önemli olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır.’Evet bir kere daha! Dahası bir yayın kuruluşunun buna imkan sunması da, Türkiye’de medyanın ne halde olduğunu da bir kere daha ortaya koymuş bulunuyor. Peki bunun için ne yapılmalı? Şu anda ‘Allah sizi bildiği gibi yapsın’ demekten başka çare yok gibi!***Ümit Alan bir kitap yazdı: ‘Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı’ (Can Yayınevi). Gezi Parkı ile sembolleşen şu meşum Penguen belgeselinin çok ötesine uzanan bir dilim sunuyor bizlere. Ve elbette bir kez daha ortaya çıkıyor ki Penguen belgeseli bir ilk değildi ve bu gidişle son da olmayacak! Bu yüzden de Saray’dan Saray’a son derece isabetli bir başlık olmuş.Ümit Alan Osmanlı döneminde gazeteciliğin hangi şartlar altında ‘kurgulandığını’ bizlere anlatırken, bugünün ‘Saraylısına’ da referanslar veriyor. İktidar basınla nasıl ilişkiler içerisindeymiş, çok net izliyorsunuz. Örneğin 2. Abdülhamid dönemi basın için sadece yasaklar dönemi olarak anılmıyor. Aynı zamanda basına teşvik olarak da anılabilecek bir dönem bu! Nasıl mı? Devlet kendinden yana olanlara teşvik üstüne teşvik sunuyor. Bu tür bir basını meşru kılanlar ise ödül üzerine ödüller alıyor, kendilerine nişanlar veriliyor, maaşlar bağlanıyor! Nişanı aldığınız zaman da durum belli: Övgüleri döşeyeceksiniz! Yine bu dönemde Servet-i Fünun gazetesi sahibi Ahmet İhsan Tokgöz ‘yüce dileğe aykırı’ hiçbir şey yazmayacağı konusunda yazılı bir senet veriyor!Evet yazılı bir senet! Gazeteciliğimizin ilk yılları bunlar. Düşünün... Temeller bunlar yani! Aynı dönemde İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet 2. Abdülhamid’e bir telgraf çekiyor ve diyor ki ‘Siz Allah’ın yerdeki gölgesisiniz.’Peki ya övmeyenler?Tasvir-i Efkâr iyi bir örnek buna. Ne oluyor dersiniz Tasvir-i Efkâr’a? Aslında gazetenin kurucusu Şinasi’ye ne oluyor diye sormalı. Gazetenin onuncu sayısından sonra devlet memurluğundan atılıyor. Sonrasında yurtdışına kaçmak zorunda kalıyor. Gazeteyi ondan devralan Namık Kemal de çok değil iki yıl sonra aynı kaderi paylaşmak durumunda kalıyor Şinasi ile...Abdülhamid için yasakçılıkta ‘bir dünya markasıydı’ diyor Ümit Alan.Burada derin bir iç geçiriyorum.Gönül, artık başka alanlarda dünya markası (hırsızlık, yalan, talan ve yolsuzluk bunun dışında) olmayı özlüyor. Özlüyor da... Özlemek yetmiyor.

Devamını Oku

Dünya Büyülü Bir Yer

16 Mayıs 2015

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kırıkkale mitinginde ‘Seni seviyoruz Cumhurbaşkanım’ diye bağıran kadın, protestocu sanılarak yaka paça alandan uzaklaştırıldı.***Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan David Almond ‘Dünya Büyülü Bir Yer’(Günışığı Kitaplığı, çev.: Mine Kazmaoğlu) adlı kitabında eski bir madenci kasabasında geçen olayları anlatır bizlere. Maden ocağının metruk yüzü, hayaletler, kasabanın çocuklarına sinen maden rengi oyunlar... ‘Onlar zorla madene yollanan yoksul çocuklardı’ dedirtir Almond, geçmişin izini süren çocuk kahramanlara. Ve çocukların oynadığı ölüm oyununu bir maden kasabasının gerçeği olarak bize sunar. Bu yüzden kurgu olarak hayranlıkla izlediğiniz kitap, konu olarak da yaşattıkları anlamında büyüleyicidir.Gerçekten de dünya büyülü bir yerdir. Ya yaşam? Hayır, pek değildir, en azından bu haliyle. Yaşam, ne yazık ki, dünyanın yanında o kadar da büyüleyici değildir; çünkü yaşamın içinde hep bir hiyerarşi vardır. Yoksullar, çocuklar, yoksul hayalleri ve çocuk düşleri bu hiyerarşinin en zayıf halkalarını oluştururlar. Madenleri ellerinde tutan güçlüler, kıt hayalleriyle yaşamın can damarlarını da ellerinde tutarlar. Bütün yaşam hikayelerini, hatta tarihi onlar yazmak ister. Üstelik, bir ara yazdıklarını da sanırlar.Ve SomaGeçtiğimiz hafta gündemimizde Soma vardı. Sosyal medyada Soma’yı unutma yazıları hakimdi.Olsa olsa 3. dünya ülkesi ‘fıtratı’ olarak yaşadığımız korkunç kazalardan birinin adı olan Soma, aynı zamanda devlet şiddetinin de bu hazin acının üzerinde sere serpe gezdiği, insanların yaşadıkları yetmezmiş gibi tekmelendiği, davalarında ‘suçlu’ durumuna düşürüldüğü bir gerçek olarak zihnimizde yer etmeli ve evet, kesinlikle unutulmamalı. Dahası ileriki zamanlardan birinde buna tanıklık edecek kurgucular, bu insanların yaşadıkları katmerli acıyı ve yalnızlığı aktarırken, bir yerlere de not düşüvermeli: ‘Öyle bir dönemden geçiyorduk ki acının hesabının sorulduğu halktı’ diye. Ve elbette bu korkunun kaynağına da inilmeli bir ara. Halkının eleştirisinden bu kadar korkan, sadece şakşakçılıkla halkı tanımlayan bir zihniyet nereye kadar gidebilir-di ki diye.Sadece Soma mı? Hayır. Türkiye bu soruyu geçirdiğimiz bu dönemin ardından birçok konu için, birçok alanda sormak durumundadır. Bütün yaşam hikayelerini ablukaya almak ve tarihi bu şekilde tekelleştirerek yaşatmak ve yazmak isteyenlere karşı gerçek hikayeleri anlatmak istiyorsa.***Ataşehir Belediyesi Türkiye’nin ilk oyun müzesini 19 Mayıs’ta Mimar Sinan Parkı’nda açacak. 50.000 metrekarelik bir alanı kaplayan Düştepe Oyun Müzesi ve Oyun Parkı Sunay Akın’ın katkılarıyla hayata geçiyor. Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi ‘Bir düş kurduk, bütün ülke bir oyun bahçesine dönüşsün istedik’ diyor. Bu ne güzel bir ilk adım... Darısı bütün belediye başkanlarının böylesi düşler kurmasının başına!

Devamını Oku

Netekim, bugünlere vardığımızda

10 Mayıs 2015

Bir çayevinin önünden geçerken bir şeyler dolanıyor ayağıma; ileri geri sözler bunlar. Çayevinin içeriye doğru uzanan loşluğunda şişko yüzlü, olur olmaz her şeye gevrek kahkaha patlatmaya alışkın adamlar, bu kez kendilerinden hiç ama hiç umulmadık bir küstahlıkla, eşikte, neredeyse göz hapsine aldıkları otuzlarındaki genç adama ileri geri laflar sarf ediyor. Sözcükler arasından geçerek bana ulaşan en belirgin cümle ise şu:‘Haydi oradan pis solcu!’Genç adam da üşenmeden, belki az önce içerde içtiği çaydan vazgeçmiş, oracıkta, çayevinin sokakla buluştuğu kaldırımda yarım saat sonraki randevusunu da bırakmış bir halde , el ve kollarıyla sormaya çalışıyor onlara:‘Solcular size ne yaptı bu kadar? Size bugüne kadar kimler neler neler yaptı...Neden hâlâ en büyük düşmanınız solcular?’İçerdeki adamlar aynı monotonlukla devam ediyor: ‘Haydi oradan pis solcu!’Ama, umulduğu üzere sahne burada kapanmıyor.Genç adam da, çayevi müdavimlerinden kim bilir ne zaman öğrendiği çay demi faslıyla, hiç vazgeçmeden sorusunu sormaya devam ediyor.***‘Tarih felsefelerimizden biliyoruz ki iktidar sistemleri nihayetinde tedavülden kalkar, zararlı hale gelir. Ama bu, tarih sayfasını hemen boşaltacakları anlamına gelmez. Muktedirler, değişimin gelişimini yavaşlatmaya, engellemeye çalışmış ve çoğu zaman da bunu başarmıştır’ diyor Costas Douzinas, Yunanistan ve Avrupa’nın geleceğini tartıştığı kitabında (Krizde Felsefe ve Direniş-Metis; çev Tolga Buğra Işık). Ardından da radikal değişim için toplumda 3 temel faktörün esas olduğunu belirtiyor.1- Eski rejimin toplumun büyük bölümü tarafından reddedilmesi2- Eski sistemi uçurumun kenarından aşağı itmeye hazır bir siyasi özne3- Halkın reddi ile değişim sürecini başlatan siyasi aktörü bir araya getiren katalizör.Ardından 2012’den beri Yunanistan’da bu 3 faktörün de mevcut olduğunu ve nihayet Syriza’yla hayata geçtiğini belirtiyor. En önemli soruyu da o zaman patlatıyor: ‘Türkiye solu Yunanistan’daki gibi bir yol izleyebilir mi?’Douzinas’a göre ‘Türk solunun onurlu bir mücadele ve fedakârlık tarihi var. Bununla beraber, siyasi yenilgi ve teorik başarısızlığı kanıksamış durumda. Yenilgi melankolisini (kitapta bu sol melankolisi uzun uzun tartışılıyor)ve solu inandırıcı bir ulusal yönetim programı imkânını ortadan kaldıracak kadar çok parti, grup ve fraksiyona ayıran ufak tefek farklar narsizmini bırakmaları gerekiyor.’Hatırlatalım: Kendi içinde çoğulculuğu ve demokrasiyi benimseyen Syriza 2009’da yüzde 4, 2012’de yüzde 27, 2015’te ise yüzde 36’ya kadar yükseldi. Syriza’nın bu başarısı demokrasi ve eşitlik fikrinin de bir başarısı aynı zamanda. Ve en önemlisi, yenilgi melonkolisini aşma ve insanlarla buluşabilme başarısı da...***Gelelim kadınlara. 9-10 Mayıs tarihleri arasında Bilgi Üniversitesi Dolapdere kampüsünde geniş bir katılımla gerçekleşen önemli bir çalıştay vardı. Kadın Özgürlük Çalıştayı, müzakere sürecini kadınların gözünden masaya yatıran bir buluşmaydı. HDP milletvekili Pervin Buldan açılış konuşmasında kadınların mücadeleyle çok önemli bir noktaya geldiğini ama bunun yeterli olmadığını, bu çalıştaydan sonra ortaya çıkan sonuçlar doğrultusunda kadınların bulundukları yeri daha da yükseğe taşıyacaklarını ifade etti.Kadınlar, kendi sözlerinin bu sürece yön vermesini çok önemsiyor ve yakın gelecekte, tüm Türkiyeli kadınlar olarak sadece barışın değil, demokrasinin de mihenk taşları haline gelmeyi hedefliyorlar. İki gün boyunca hararetle tartışılan konular arasında kadın özgürlük sorunun tanımı ve kadın özgürlüğünün yasal-anayasal ifadeye kavuşturulması gibi çok sıkı başlıklar vardı. Savaş, göç, eğitim, ayrımcılık, kadın hakikatleri ve bu hakikatlerin nasıl hayata geçirilmesi gerektiği gibi konular uzun uzun tartışıldı. Bu çalıştayın sonuçları önümüzdeki günlerde kamuoyuna yansıyacak. Daha da önemlisi sürecin, olmazsa olmazları olarak parıldayacaklar.***Brecht’in ‘Gerçek ilerleme ilerici olmaktan değil, ilerliyor olmaktan meydana gelir’ sözünü bize hatırlatan dünya çapındaki heykeltıraşımız Rasim Konyar’ın ‘Dönüşüm’ adlı sergisi Kızıltoprak Sanat Galerisi’nde ay sonuna kadar gezilebilir.

Devamını Oku

Anneler Günün Kutlu Olsun Türkiye!

9 Mayıs 2015

Anket sonuçları mevsiminden geçiyoruz... Hiç kuşku yok ki yansız ve dürüstçe yapılan çalışmalar olayları daha net görmemize yardımcı oluyor. Ancak bazı çalışmalar o kadar yanlı ki uzak durmakta fayda var! Posta kutuma bu konuda yeni bir mesaj düştüğünde tam da bu genel endişeden ötürü biraz duraksadım; derken Kadir Has Üniversitesi’nin sosyal medya uzmanı Özge Ercan aradı ve ‘Bunu, kaçırma, gel’ dedi. Haklıymış. Değerli bir ekip vardı karşımızda. Kadir Has Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aydın’ın da bizzat katıldığı basın toplantısında ilginç sonuçlarla karşılaştık!2012 yılında kurulan Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Araştırmaları Merkezi, Türkiye genelinde 18 yaş üzeri 1000 kişiyle (yarısı kadın, yarısı erkek) yüz yüze görüşerek 26 ilde bir araştırmaya ev sahipliği yapmış. Toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl algılandığı üzerine sahici çalışmalardan biri bu. Bu yüzden, sonuçlar, Dr. Şule Toktaş’ın toplantı sonrasında belirttiği gibi Türkiye’deki kadınlara bir tür anneler günü armağanı gibi de sunulabilir!Neden mi? ‘3 çocuk doğur, kürtaj yaptırma vb.’ şeklindeki buyruklarla kadını eğip bükmeye çalışan gündelik siyaset oyunlarına bizzat bu ülke insanı, dürüstçe yapılmış bir anketle gayet net cevaplar vermiş. En belirgin sonuçlardan ikisi ise şunlar: Kendileriyle görüşülen insanlar çocuk sayısını iki ile sınırlıyor ve kürtajda özgürlük istiyor! Haydi bakalım...Muhafazakârlaşıyor muyuz?Özellikle şunu da görmek mümkün bu ankette:Türkiye, ‘giderek muhafazakârlaşıyor muyuz’ sorusuna, kadın ve kadınla ilgili konuların algılanması konusunda ‘hayır’ diye yanıt veriyor. Detaylar var elbette, ama anketin tümü, genel anlamda böyle okunabilir. Dahası, değişime de işaret ediyor. Örneğin görücü usulü evlenme artık genç nesil arasında tercih edilmiyor; kadınların çalışmasının önemli hatta gerekli olduğuna vurgu yapılıyor.En ilgi çekici başlıkların başında da ‘şiddet’ konusu geliyor elbette. Kimi tutucu, ya da günü ve elbette kasasını kurtarmak için tutucu olmaya meyleden çevrelerce ‘kadın sorunu yoktur efendim, olayları ve erkeğini idare edemeyen ve bu yüzden dayak yiyen kadın vardır’ ezberine son derece net cevaplar vermiş durumda Türkiye. Daha önce bu köşede paylaştığım önemli başka bir ankette Türkiye’de kadına uygulanan şiddet sorunu ülkenin ilk üç temel sorunu arasına girememişti. Ancak kadın ve kadın olaylarının algılanmasına yönelik bu araştırmada kadına şiddet konusu detaylı bir biçimde karşımıza çıkıyor. Kısacası, ‘kadına yönelik şiddet algısı’na yönelik sorular sorulduğunda insanlar konuşmaya başlıyorlar ve söyledikleri hiç de azımsanmayacak nitelikte. Kendileriyle konuşulan insanlar, Türkiye’de kadınların yaşadığı en büyük sorunların başında ‘şiddet’i telaffuz ediyor. Ardından oldukça yüksek bir oranla kadın-erkek eşitsizliği geliyor. Aile baskısı, sokakta baskı ve taciz, çevre baskısı, eğitimsizlik, iş yerinde baskı ve taciz ve derken işsizlik... Yüksek oranlarla karşımıza çıkmış durumdalar. Ve tekrar hatırlatalım: bunlar sadece kadınların görüşleri de değil! Dahası, 18 yaşından küçük kızların evlendirilmesine yüzde 83.8 gibi bir oranla ‘hayır’ diyor insanlar. ‘Hayır, izin verilmemeli.’ 6 yaşında kız çocuğu ile evlenmeyi savunanlara güzel cevap doğrusu! Halkı tanımıyorsunuz diyenlere de... Buna karşın ankette nahoş bir sonuç var. Onu da paylaşmak isterim: ‘Kadın gerektiğinde ailenin devamı için şiddeti görmezden gelmelidir’ sorusuna kadınların yüzde 9.2’si, erkeklerinse yüzde 14.6’sı destek vermiş. Bunun dışında bir takım geleneksel durumlarda da değişiklik yok. Paranın erkek tarafından idare edilmesi, ev ve çocuk sorumluluğunun kadına ait olması, işsizlik varsa iş hakkı önceliğinin erkekte olması vb. Yine de sevindirici olan başka bir husus var: ‘kadın aile içinde erkekle eşit konumdadır’ cümlesine kadın ve erkekler yüzde 60 oranında ‘evet’ diyorlar. ‘Kadın aile içinde erkekle eşittir!’Genel olarak bakıldığında, baskı ne kadar artarsa artsın, belki tam da bu yüzden, ülkemizde bir şeyler değişmeye gebe... Özellikle ‘kadın’ konusunda gelecekte önemli değişimlere ve dönüşümlere tanıklık edeceğiz gibi.***Gününüz kutlu olsun anneler. Sevgili Tülay İplikçi, elbette seninki de!

Devamını Oku