İstanbul’da başlayan hayatını, Avrupa’da, Afrika’da ve Güney Amerika’da, nihayetinde de ABD’de ivmelendirmiş bir kadın oturuyor karşımda. Biri Ekvador’da olmak üzere üç çocuk doğurmuş. Yaşamın bütün düğümlerinin zamanı geldiğinde açılıp birbirine ekleneceğine inanan, çok dilli, hayatı roman o insanlardan.Meral Güzel’le insan ve kadın olmak noktalarında başladığımız sohbetimiz, bir tatil gününe geniş geniş yayılarak, geç bir öğle yemeği eşliğinde çok farklı yerlere doğru yönleniyor.Yüksek lisansını Louis Pasteur ve Robert Schuman Üniversiteleri’nde Avrupa Topluluğu, Uluslararası Finans ve Uluslararası Franchising alanlarında tamamlayan Güzel, Saint Benoit Lisesi ve Marmara Üniversitesi İngilizce Ekonomi Bölümü mezunu.Birçok programda yöneticilik yapmış. Tam olarak mesleğini sorduğumda ‘finans ve özel sektör geliştirme uzmanı’ diyor. Beni en çok ilgilendiren bölümse Dünya Bankası’nda çeşitli programlarda, özellikle de kadının ekonomik açıdan güçlenmesi alanında çalışmış olması.Kadın BankacılığıMeral Güzel artık Türkiye’de ve ülkemizde bir ilk olarak, bir bankanın çatısı altında Kadın Bankacılığı kurucu müdürlüğünü üstlenmiş durumda. ‘Kadın Bankacılığı nedir?’ soruma bakın nasıl yanıt veriyor: ‘Evde aile bütçesini yönetip kararlar alan, daha fazla gelir kazanan, daha çok iş kuran ve iş büyüten kadına yönelik bir bankacılık bu. Kadın bankacılığı, bankaların kadın ekonomisini desteklemek amacıyla kurduğu programların tümünü kapsıyor.’Buna benzer çalışmaların olduğunu hatırlattığımda, kadın bankacılığının kadını, bir seferlik kredi alan bir müşteri olarak değil yaşamın her alanına değebilecek bir bütün olarak gördüğünü söylüyor Güzel. ‘Bu bir sosyal yardım projesi değil’ diyor. Sadece kredi vermekle işin bitmediğini, kadının yeni yolunda ona danışmanlık hizmeti vermenin, ağlara girmesini sağlamanın, ortaklar bulma konusunda onlarla işbirliği yapmasına zemin sağlamanın önemine vurgu yapıyor. Aynı zamanda kadının ekonomiye sağlayabileceği katkıları da düşünerek yola çıkılması gerektiğini söylüyor. Kadının, hem kendini büyütürken hem de ülkesini büyüteceğine inanıyor. Güzel’e göre, kadınların parayla kurduğu çekingen ilişkinin sonlanması, onların özgürleşmesi için de önemli bir adım bu. Yastık altında ailesi için biriktirdiği para geleneğini, kendi iş gücü için hayata geçirecek bir kadının en önemli gerçeği, hiç kuşku yok ki, uzun vadede kendi ayakları üzerinde durabilmesi olacak. Yeni yollar, yeni kaynaklar bulması, güçlenmesi ve ekonomik anlamda özgürleşebilmesi... Ancak sadece bununla da sınırlı değil ‘kadın bankacılığı’. Önce iş yapmak isteyen kadınlardan yola çıkacaklar, sonrasında ise toplumun mağdur bıraktığı kadınlara doğru yollarını çatallandıracaklar. Onlara gelemeyenlere, kendileri gidecek. Özellikle toplumsal baskı altında olan kadınlar bu listede başı çekiyor. Meral Güzel, ülkesindeki kadının temeldeki sıkıntılarını biliyor. Özellikle kadın cinayetleri ve kadın gelinler konusunda son derece hassas. Yaşananlardaki en büyük açmazın, ekonomik özgürlüğe erişim yoksunluğunda odaklandığına inanıyor. Göze aldığı yolun çetrefil olduğunun da farkında. Yine de buna değeceğini düşünüyor. ***Öğretmen Halil Serkan Öz, bu ülkede yangında, fırtınada, selde ve depremde ‘ilk kurtarılacak’ o insanlardandı. Onu da vasatlığın ve bu vasatlığın yarattığı şirretliğin elinden kurtaramadık. Ama...İnanıyorum ki Halil Öğretmen’in ve onun gibilerin öğrencilerine miras bırakacağı okuma listeleri, içine doğduğumuz, büyüdüğümüz ama ASLA onunla devam etmek durumunda olmadığımız bu vasatlığı, bir gün, er ya da geç silip süpürecek.
Yaşamının bir dönemini toplama kampında geçiren Alman yazar WalterMehring’in bu sözüne, Kütüphane Haftası’nı geride bıraktığımız bu günlerde, bir kitabın içinde rastladım. ‘Kitap Yakmanın Tarihi’ Everest Yayınları’ndan mürekkebi kurumadan elime ulaştı. Fransız yazar Lucien X. Polastron’un Aziz Ufuk Kılıç tarafından dilimize aktarılan kitabı, sadece ‘kitap yakmanın’ değil aslında insanlık tarihini yansıtması açısından da meraklılarınca keşfedilmeyi bekliyor.Polastron, yukarda alıntıladığım Mehring’in sözünü kitabın önsözünde ele alıyor. Berkley’li ünlü sosyolog LeoLöwenthal’a atıfta bulunarak, onun Caliban’ın Mirası adlı denemesinde trajik sonlu kütüphaneleri sıralarken aslında insanlık psikanalizinin taslağını nasıl da çıkardığını hatırlatıyor.Kitap yakmanın tarihiKitap yakmak, kütüphaneleri yok etmek, el yazmalarını katletmek, bununla bağlantılı olarak müzelere saldırmak, heykelleri yağmalamak insanlık tarihinin (aslında insanın trajik tarihinin) vazgeçilmezleri. Sezar’ın İskenderiye Kütüphanesi’ne yaptıkları, Haçlılar’ın Bizans İmparatorluğu’nun heykellerine, el yazmalarına ve kitaplarına yaptıkları, yakın geçmişte ABD ordusunun Irak’taki müzelere yaptıkları, bugün IŞİD’ın yaptıklarıyla çok da farklı değil, bu yüzden. Elbette İstanbul’un fethi sırasında da benzer bir tablo mevcut. Haçlı ordularındaki gibi kitap yağmalanmasa da, bu paha biçilmez yapıtların kaçırılmalarına, tahrif edilmelerine göz yumulmuş olması bile insanı tuhaf hislere sürüklüyor.İnsanın trajik tarihi dedik ya, bu bir yazgı gerçekten de. En azından kitabın satırları arasında gezinirken bunu hissediyorsunuz. Arap-Müslüman kütüphane kayıplarının sebebinin din kaynaklı ayrıştırmalar ve tıkanmalardan olduğunu okuyorsunuz. Geçmişte (ve hiç kuşkusuz bugün de) kılı kırk yaran tartışmalar ve bitmek bilmez siyasi dini komplolar o kadar ön planda ki, tıpkı Avrupa’daki inanç tartışmaları gibi, insanlığın ve kütüphanelerin yerini çok kısa bir zamanda yağmalama ve savaşlar alıyor. Kitaplar yakılıyor, yok ediliyor. Bu ise, örneğin, Moğollar’danNaziler’e uzanan bir karabasanın adı oluyor. ‘Her nerede bir bilim yapısı yıkıldıysa, yıkıntılar onu ele verir’ diyor yazar. Belki de insanı tanımak istiyorsak, tam da bu ‘yıkıntılar’ üzerinden iz sürmemiz gerekiyor.İkizler!Dahası ‘kitap insanın ikizidir’ diyor yazar. ‘Kitap yakmak insan öldürmeye eşdeğerdir.’ Belki de böylelikle kitabı sevmeyen insanların çok rahat biçimde insanları, yaşamı, canlıyı katledebileceğine işaret ediyor. Ve sonra da dikkatimizi çok eskilere çekiyor. Bir kütüphanenin varlığına. Talmud’da bahsedilen, Kuran’da doğrulanan, Vedalar’da onaylanan bir ‘mit’ bu. Dünya yaratılmadan önce engin bir kütüphanenin varlığından bahsediyor bize yazar. Hatta güneş saatini icat eden rahip ve kâhin Berossos’un İskender’in himayesinde eski kaynaklara dayanarak medeniyetin tarihini yazarken aktardıklarından da: ‘Tufandan önce dünyanın başkentinin adı Tüm Kitaplar’dı!Tüm Kitaplar! Peki Tüm Kitaplar’dan buraya nasıl geldik? Hayatlarımız bir Sisifos işkencesine nasıl dönüştü? Su, ateş, kurtlar, depremler ve elbette tüm bunları aşan, hepsinin önüne geçen iktidar sahiplerinin hırsı karşısında ruhlar niçin bu kadar çaresiz kaldı? Bunların sonucunda Babil’i elinden çalınmış olan insanlığın yetim kalışına ne demeli? Daha önemlisi hemen her seferinde tarihin anlamının ve sürekliliğinin yeniden hiçliğin içine düşmesine? Sahi, böylesi bir ıssızlığı insanlığa yaşatan ortak temel güdü ne? Yalın bir cevabı var aslında: İnsanlar daha az okusun, daha az düşünsün, daha az fark etsin ve dünyayı değiştirebileceklerini tümden unutsunlar diye bu yok etme çabası. Ve elbette bu karmaşada birileri onları gütsün diye.***Sizlere daha önce Koridor Kütüphaneleri’nden bahsetmiştim. Zonguldak İl Halk Kütüphanesi’nin çalışmaları sonucunda Zonguldak Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi’nin Çocuk Servisi’nde uzun süreli tedavi gören çocuklara ve refakatçilere yönelik bir koridor kitaplık projesi daha hayata geçmiş. Kutluyorum.
Sukut Diyarının Gümüş Kadınları, bıraksam bir yıl devam eder. Bir ay boyunca birkaç kadın için, sadece birkaç kadın için ayırdığım bu bölümün kendimce sonuna geldim.Bir kapanış yazısı olarak, hazır seçim listeleri çarşaf çarşaf ortada dolanmaya başlamışken, bir başka listeden bahsetmek isterim size. Ölen kadınlar için bir anıt sayfası bu:http://www.anitsayac.com/2008’den 2015’e ülkemizde öldürülen kadınlar için hazırlanmış bir liste bu. Bu listede, ülkemizde ölen kadınların adları var. Her birinin üzerine tıkladığınız zaman, okuduklarınız, bu ülkenin aslında en elzem sorunlarından birinin ‘bu gerçek’ olduğunu ortaya koyuyor. Sırf 2015’te, bugüne kadar tam 68 kadın öldürüldüğü saptanmış bu ülkede.Öyle bir liste ki bu, özlemle sırlanmış bir geçmişle, geçmişi yaşatmakla cilalanıp duran bir gelecek arasında salınan bu ülkede, şimdiki zamanda, hemen şimdi alınması gereken SAHİCİ önlemlerin eşikte beklediğini söylüyor bizlere.Nasıl bir girdap bu?Bir kutu erzakla, ellerine tutuşturulmuş 190 liralık alışveriş kartlarıyla oyları satın alınan insanların ülkesinde, parçalanmış hayatları, parçalanmış bellekleri, metinleri anlatmak ne işe yarar? Bunu çok düşünüyorum bu aralar. Bu girdaptan çıkmak mümkün mü diye...Derken bir okur imdadıma yetişiyor. Bana Edgar Allan Poe’nun Maelström’e Düşüş adlı öyküsünü hatırlatıyor. Maelström gerçek bir girdap, çapı ve derinliği akıl almayan bir burgaç. Dünyevi ve gerçek bir çatlak. Maelström Boğazı’nın tam orta yerinde, dünyayı delip geçen bir kuyu, bir uçurum. Öykü, Norveçli bir balıkçının kardeşleriyle girdaba yakalanmasının öyküsü. Kardeşleri yitip gidiyor. O ise sağ kalıyor.Nasıl mı?Balıkçı, girdaba yakalanır yakalanmaz, tahmin edeceğiniz gibi mahvolacağını düşünüyor. Akıntıya kapıldıkça kayığın dengesinin giderek bozulacağını, alabora olacağını ve girdabın nihayetine varmadan ölüp gideceğinin farkında. Anafor onu yuttu yutacak! Ancak o esnada, soğukkanlılığını korumayı başarıyor. Bir kurtulma stratejisi belirliyor: Girdabın dibine ulaşana kadar dengesini koruması gerekiyor! Ama nasıl? Denge, kendi aklını sağlam tutmak olduğu kadar, aynı zamanda tutunacağı nesnenin dengesini de sağlamak anlamına geliyor. Bu kayık olabilir mi? Hayır. Burgacın derinliğinden kurtulup kıyıya vuran nesnelerden biliyor ki yuvarlak nesneler, diğer çerçeveli düz nesnelere göre yukarıya daha sağlam çıkıyor. O yüzden kayığı bırakıp güvertedeki bir fıçıya bağlıyor kendini. (Arşimed Kanunu bunu açıklıyor! Edgar Allan Poe bunu da öyküde söylüyor bize!)Balıkçı, köşeli bir cisme göre, yuvarlak bir cisimle emilmeye karşı daha fazla direnci olacağını, daha zor aşağıya çekileceğini biliyor.Ve sonrasını da anlıyor: O noktadan sonra yine aynı şekilde suyun kuvveti karşısında paniğe kapılmazsa, yani suyun gücünü kendi enerjisine dönüştürebilirse kurtulabilir! Suyun kaba gücünü suya karşı kullanarak tekrar yüzeye çıkmayı başarabilir. Cevap ortada: Suyun kaldırma kuvveti sayesinde girdap onu kendi dışına fırlatacaktır zaten!Denge ve serinkanlılık... Ve elbette köşeli, sınırları belli, alışkanlık yaratmış cisimlere değil, daha yuvarlak bir cisme tutunmak (yeni olanaklara açık olmak da denilebilir); öyküdeki ‘kurtuluşun’ anahtarları bunlar. Yaşama tutunmak, yeni olanakları göz ardı etmemek, hayalden ödün vermemek, devam etme gücü... Dahası etrafındaki kaba gücü fark etmek ve onu kullanarak o girdaptan kurtulabilmek...Bu öyküyü hatırlattığı için Ufuk Erkıvanç’a minnettarım.***Ayhan Geçgin’in Metis’ten çıkan ‘Uzun Yürüyüş’ünü kaçırmayın bu arada, bir fırsat yaratıp okuyun derim. Geçgin’in satırlarını ve elbette şu sorusunu düşünüp duracağım bu hafta:‘İnsan duvarları olan bir hapishaneden kaçabilirdi ama duvarlarının yıkıntılar olduğu bir hapishaneden nasıl kaçabilirdi?’
Isparta’nın Yalvaç ilçesinde 2012 yılında kendisine silah zoruyla tecavüz eden kişiyi öldürdüğü gerekçesiyle yargılanıp müebbet hapis cezasına çarptırılan Nevin Yıldırım için:Faik Bey, sabah kahvaltısını ediyor. Peynir biraz az geliyor, zeytinler fazla. Yadigâr bir kere de bir şeyi doğru yap be kadın! Derken küçük torununun sesini duyuyor içerden. Üçüncü çay bardağını kafasına dikerken içeri sesleniyor.‘Yadigâââr, onu buraya getirsene!’Küçük oğlanın kızı Didar bu. Didar bir yana dünya bir yana Faik Bey için. Ne zamandır bekledikleri kız torun o! Didar da haspa, biliyor bunu. Nazlı geliyor, nazlı yanaşıyor, nazlı yaşıyor, Faik Bey’i resmen, canlı canlı eritiyor karşında.‘Kız ben seni yerim, yerim!’Kıkır kıkır gülüyor Didar. Koca adamın koca elleriyle minik, hatta ojeli ve yüzüklü parmaklarıyla fısır fısır konuşuyor. O koca adamın dizlerinde, Faik Bey’in ‘Bize Didar gerek, dünya gerekmez’ sözleri arasında iyice şımarıyor. Lüle lüle saçları bebekle çocuk tombalaklığı arasındaki yanaklarından aşağı narin hatlarla inerken dedesinin yüzüne bakıyor ve ona sımsıkı sarılıyor Didar.Faik Bey, gazetesini falan bırakıp Didar’a kaptırıyor kendini. Ta ki Yadigâr Hanım’ın sesi ilçeyi kestirmeden, kuşbakışı gören yeni pimapenli mutfağın camlarında yankılanana kadar.‘Faik geç kalıyorsun!’Faik Bey son yıllarda iyice genişlemiş, yüksek tansiyonun hayli allaştırdığı suratını buruşturuyor o zaman. Didar’ın gül yüzüne bakıp, ‘Bana bak, yaramazlık yok, akşam gelince ben de geleceğim ona göre; o zaman oynayacağız’ diyor.‘Ben yokken sen ne yapacaksın bugün bakalım?’ diye soruyor bilmiş Didar, sözcükleri özellikle döndürüyormuş gibi ağzında, Faik Bey’i iyice tuş etmek isteyen kız torun nidasıyla.‘Oho... Bir sürü davaya bakacağım...’ diyor Faik Bey, önümüzdeki seneki emekliliğini özlemle anan bir ses tonuyla.‘Dava ne ki?’ diye soruyor Didar güzelim yüzünü saran bal gözleriyle.‘Mesela sen babaannenle kavga ediyorsun, sonra ben geliyorum, kim haklı kim haksız ona karar veriyorum’ diyor Faik Bey. Ve Didar’ın şaşkın bakışları arasında kırk yıllık karısının elindeki keratayı alıp ayakkabılarını giyiyor. Artık güne hazır!Evin eşiğinden çıkarken pofuduk, duygusal ve hafif maço dede, kapının önünde bekleyen makam arabasına biner binmez, bir anda, sert şef garson, havada bela koklayan külyutmaz okul muavini, ukala polis şefi kılıklı (evet hepsini andıran) burnu havada bir hakim bozuntusuna dönüşüyor. ‘Gidelim’ diyor onca yıllık şoförüne sert bir sesle. Ve o sert Hakim Faik sesi, ilk önce ilçenin dar ve geniş yollarından hışımla geçiyor. Sonra Adliye’nin önüne ilişiyor, asansör arızalı olduğu için merdivenleri çıkıyor, koridorlara siniyor, odaları tek tek geziyor. Hakim Faik Bey, Hakim Faik Bey oldu olalı, arka koltuğun hakkının adamakıllı verilmesi de bu demek oluyor. Adamakıllı bir gün daha!‘Adamakıllı’ bir gün Hakim Faik Bey için ne demek peki? O andan itibaren günün ‘adam’ akıllı işlemesi demek elbette. Savcılar, polisler, davalar, davacılar, mübaşirler, hepsi bu ‘adamakıllı’ ruhla, yaşama bir çeşni gibi ekledikleri davalardan, sütten çıkmış ak kaşık gibi çıkacaklar demek. (Adaletle çıkmaları gerekmiyor demek, bir bakıma!) Sonra, akşamüstü, yanan tek tek ışıklarla, ev ayinlerine geri dönerken, çarşıdan aldıkları bir tane, eve geldiklerinde bin tane olan maskeleriyle bir sonraki güne sağlık ve afiyetle hazırlanacaklar demek.‘Adamakıllı’ dile yerleşmiş, zararsız gibi duran bir sözcükken, yaşamın içinde soluk alıp vermeye başladığında ‘şişedeki gibi durmayan’ o iktidar dili demek. Hakim Faik Bey, Savcı Faik Bey, bilmem kim Faik Bey dili demek.***Gelelim Nevin Yıldırım’ın davasına: Adliye’nin güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle Yıldırım’a destek veren kadınlar karar duruşmasına alınmadı. Hakim şöyle dedi: ‘Hiçbir izleyici istemiyorum.’(Emekli olduktan sonra bir güney kasabasında sakin bir hayat yaşayan, çarşıya çıkıp esnafı ve Yadigâr Hanım’ı bezdirmediği zamanlardaki Faik Bey’in kulakları çınlasın!)Dahası, bu kadınlar, başsavcının direktifiyle polis tarafından tartaklandılar. Bir nevi, başsavcı, polis ve hakimin ‘adamakıllı’ karar duruşması oldu bu. Tecavüzcülerin, kadın katillerinin aklandığı ülkemizdeki adaletin ‘adamakıllı’ işleyişi velhasıl.
Rindehan, bu da senin için... Baharı, yeni günleri çok özlerken.Sevgili yazar arkadaşım Şeyhmus Diken’den öğrendiğim bir öykü var. Efsaneleşmiş bir öykü bu, sahneye de konulmuş.***Rindehan, güzeller güzeliydi.Kavminin bütün kadınları ve erkekleri gibiydi. Hayır demeyi bilir, gerektiğinde evet demekten korkmazdı. Öyle insanları tanır mısınız? İradenin başka bir tanımı vardır onlarda. Kor ateşin içinden geçerler ve bunu yaparken sadece ‘yaparlar’. Suçlu, tanık aramazlar. Ve tam da bu sayede çalınan yaşamlarını, sonsuza kadar kendilerinin kılarlar.Günlerden bir gün yakalandı Rindehan. Yaralıydı. Bu haliyle bile çok güzeldi, cezbediciydi. Onu ele geçiren birliğin komutanı, ona ve gözlerine daha önce tanıdığı bir kadının gözlerine bakar gibi bakmıştı.Rindehan çaresizdi. Yine de konuştu: ‘Ben tutsağım’ dedi. ‘Tutsak olsam da ailemin egemenliği altında olan topraklardayım. Bu sınırlar içerisinde bana böyle bakarsanız kendimi öldürürüm.’Komutan ‘Ailenin egemenliğinin sınırı nerede bitiyor?’ diye sordu ona.‘Bu çay bizim sınırımızdır’ dedi Rindehan, ilerdeki çığıltıyı göstererek. Çok serinkanlıydı. ‘ O çayın üzerindeki köprüden sonra artık bir yabancıyım kendi topraklarıma.’Komutan bu anlaşmayı kabul etti. Köprüye geldiklerinde Rindehan Komutan’a dedi ki: ‘Babamın topraklarına son bir kez daha bakmak istiyorum!’ Ve Komutan’dan köprünün üzerine çıkma izni aldı.Sonrasını ise Rindehan anlatsın:‘Adım Rindexan. Yakalandım. Bedenim ve ruhum kadar sevdiğim toprakları zulmün eline bırakamazdım. Özgürlük benim için her şey demekti. Hâlâ da öyle. Yaşamıma son kez baktığım yer, topraklarımı gördüğüm son yer oldu. Kısacık, çok kısacık ama; köprüden çocukluğuma, dilime, geçmişime baktım. Az ötemde bekleyen askerler, onlar da şaşkınlıkla bakıyorlardı bana, çocukluğuma, dilime, geçmişime. Belki on lar da kendilerininkilere bakıyorlardı o sırada. Hepimiz aynı yaşlardaydık. Ölüm için ağır sözlerin hemen havaya karışacağı bir yaşta. Nehre karışan bedenimi geleceğin türkülerine bırakırken çocukluğumun melekleri düştü aklıma. Mırıldandım: Yazgı, iradeyle değişebilir mi? Evet. Bazen. İnsan isterse. Ona inandım, onun için yaşadım ve onun için göçtüm.’***Onlar böyle gittiler. Genceciktiler. Vatanları buydu; uğrunda ölmeyi göze aldıkları gençlikleri.Artık gitmesinler. Artık efsaneleri yaşamları, yaşantıları yaşlanmaları olsun. Evet, bu topraklarda hiçbir genç zamansız göçüp gitmesin artık.Not: İstanbul’da Galeri Apel’deki Nevruz-Newroz-Yeni Gün Sergisi’ni kaçırmayın. Diyarbakır ve İstanbullu sanatçıların ortak katıldığı bir sergi bu. 28 Mart’a kadar açık.
‘7 kızdık, sınırdan kimliksiz geçirdiler. 4 saate yakın yürüdük. Viranşehir’de bir eve getirdiler bizi. Sonra yakınımız geldi Viranşehir’e, parayı verdi, bizi aldı, ama son anda IŞİD bir kızı satmaktan vazgeçti (Burada 7 kız birlikte kaldıkları evde çektikleri bir fotoğrafı ve arkada bıraktıkları, IŞİD’in satmaktan son anda vazgeçtiği kızın fotoğrafını gösteriyor) O Viranşehir’de IŞİD’in elinde kaldı.’(Nurcan Baysal’ın Ezidilerle yaptığı T24’deki röportajından)Viranşehir’de arkada kalan o kıza... Viran! Sözcüklerin bittiği o yerde, bu da senin için.***Fransız yönetmen Jean-Luc Godard’ın bir filmi vardır. ‘Onun Hakkında Bildiğim İki-Üç Şey’dir adı. Filmin ana cümlesi ise karakterin yüzüyle şehrin yüzünün ortaklığını anlatır: ‘Bir yüz gibidir peyzaj!’ Buradaki peyzajdan sadece bir manzara tasvirini değil, geçmiş ve şimdiyi, dahası doğa ve kültürün ortaklığını da anlarız. ‘Bir yüz gibidir peyzaj’ da kastedilen yüz, içinde yaşadığımız yüzyıldır bir bakıma. İnsanı, şehri, yeni ‘kent’ kurgularını, katledilen doğayı, dökülen kanları ve savaşlarıyla peyzaj, yer ve zamandır.Ve Viran! Her şeye geç kalmış Viran. Şimdi ben, senin yüzünde, sana dair hiçbir şey göremiyorum dersem inanır mısın? 21. yüzyılın ‘kent’ anlatısı gibi, derin bir boşluğun içinde, tarumar olmuş bir ruhla bana bakıyorsun. Diyelim ki, senin hakkında bildiğim iki üç şeyi, nerede satıldığını, kime satıldığını, kendine ait ne kaldığını, bugününü, umutlarını kelimelere dökmeye niyetleniyorum; döktüğüm her şey, sözde kalıplara döküldüğünde aynı hızla o boşluğa karışıyor. Yüzün yutuyor onları Viran. Yüzünün boşluğu her şeyi yutuyor. Gölgelenmiş ve boşluğun adı olmuşsun.Ve o boşluk kıpkırmızı!Gencecik ve gizli tansiyonun mu yükselmiş? Saklı, kanıyor musun? Çıt çıkarmadan alevler mi sarmış içini? O derin sessizlikte, lavsın. Küskünlükle sarılmış, kaderine boyun eğmiş, kırgın ve hayalsizsin. Her gün birine pazarlanıyorsun: Aynılaştırılılıyor, sıradanlaştırılıyor, sabitleştiriliyor ve alıştırılıyorsun kullanılmaya. Tepe tepe kullanılıyorsun.Ya senin hakkında oluşturulabilecek raporlar? Yaşadıklarına dair kurulacak komisyonlar? Devlet(ler)ce sahip çıkılacak politikalar? Viran, ne komik değil mi? Ahlaktan, namustan bahseden tekmil zaaflarla dolu, şuursuzluğun egemen olduğu, hemen her değerin erozyana uğratıldığı günümüzde tazyikli suları, mobese kameralarını kendine göre kullanan bir devlet iradesi, seni ve senin gibileri dikkate almıyor. Niye mi? Çünkü sen, birçoğunun gözünde cariyesin, tecavüze açıksın, evlendirilmeye muhtaç, pazarlanacak olansın.Yüzündeki boşluğa karışan ten, çocuk yüzünün teni Viran. Bir hindibağın uçuşan demlerine karışacak kadar hafif, genç. Yüzündeki tene vuran gerçek ise bir o kadar ağır, hantal ve kâr dolu.Senin yüzün bu yüzyılın peyzajı Viran. Vinç çölleri, tarumar edilen ormanlar, yok sayılan vicdanlar, kimin eli kimin cebinde belli olmama hallerinin yarattığı şatafatlı suni ‘kentler’, o suni ‘kentlerin’ televizyon ekranlarında gezinen halleri. Yollar, otobanlar, havaalanları, yeni projeler, en yeni projeler,ihaleleler, hafriyatlar, genişlemeler, büyümeler, yayılmalar, para basan ve adına padişahlık, hanedanlık, krallık denilen çok çağdaş hırsızlıklar, talanlar, soygunlar. Ve tüm bunların eşliğinde senin satılan ufacık bedenin!İşte biz buna, medeni ve kibar sözcüklerimizle ‘ 21. yüzyıl’ diyoruz 7. kardeşimiz, Viran.***Feride Çiçekoğlu’nun Metis’ten çıkan son kitabı ‘Şehrin İtirazı’ bu yazıda epey etkili oldu. Reha Erdem’in ‘Hayat Var’ filmindeki en etkileyici sahnelerden birisi kitabın kapağına pek yakışmış.
Bütün seçici kurul üyelerinin ve jürilerin hemen hemen hepsinin erkek; bu ekiplerin seçtikleri metinlerin, eserlerin, tavırların, üslupların erkek, erkeksi, erkeği kollamakla meşgul olduğu gıcır, sessiz bir Türkiye vardı. Bu gıcır Türkiye’de, hemen hemen bütün billboardlarda, kadın bedenleri, cips gibi kendi halinde bir reklamda bile, sokaktaki erkeğe ‘koçum ye beni’ şeklinde ‘doğal’ mesajlar verirdi. Ye beni, tüket beni, yok say, tehdit et, yüceltirken aşağıla, severken öldür beni... Erkek dünyasının tanımladığı kadınlar için, üç aşağı beş yukarı böyleydi sıralama.Aynı zamanda internet kullanan kadınların hoppalığı, kahkaha atan kadınların müsait, 6 yaşındaki kız çocuklarla evlenmenin mubah olması tartışılırdı bu gıcır, sessiz Türkiye’de. İşte böyle bir gıcır sessizlikte gönül isterdi ki hiç değilse mansiyon ödülü ona verilsin!İslamiyet içinden yeni bir çıkış arayan Konca Kuriş, 1999 yılında Hizbullah örgütü tarafından öldürülen ilk İslamcı feminist kadın oldu. Cesedi çok sonra bulundu. Kadınların ötekileştirilmesinin, Kuran üzerinden değil, bizzat cemaatlerin erkek egemen tavırlarıyla gerçekleştiğini yüksek sesle savunmuştu.Onun sevgili cesur anısına, hürmetle.***Türkiye’nin en demokrat yerlerinden biri olduğunu hissettiren pastanelerinden birinde kadının oturduğu yere yaklaşıyor adam. Yanındaki boş yere çöküyor, mırıl mırıl konuşuyor kendi kendine. Sürekli olarak tekrarlıyor: ‘Padişah, padişah, padişah...’Bir süre sonra kabak tadı veriyor iş.‘Sizin adınız Bozuk Plak mı?’ diye soruyor kadın. Bozuk Plak, kadının yüzüne bakıyor ve ‘Padişah’ diyor.‘Padişah ha? Demek adınız bu! Amma da tuhaf bir ad!’ diyor kadın gülerek. Gülerken etrafındaki insanların da onunla gülümsediğini hissediyor. Az önce futbol maçlarından konuşan gençten adamlar kadına, ‘deli bu aldırma’ gibisinden başlarıyla usul usul selam veriyor. Karşıdaki yaşlı çift kadının gözleriyle buluşup onunla birlikte demli çaylar içiyor.Nicedir yüze gülmeyen güneş o gün ortalığı ısıtmış, kadının kucağında pastanenin kedisi, patileriyle o güneşi yakalıyor usul usul... İlerde çiçek satan Kadriye’nin önünde neşeli müşteriler. Frezyaların renkleri sinmiş üstlerine. Ağaçlarda açmaya başlayan badem çiçekleri, bir ilkyaz düğününü saran kendi halindeki bir grapon kağıdı gibi sarmış caddeyi. Kısacası hayatın fena gitmediği kanıtı var havada.Garson o sırada adamın istediği siparişini de getiriyor. Baklava!Ve padişah o zaman baklavaya bakıyor. Baklava ha! Güneş bir bulutun arkasına saklanıyor o sırada.‘Ben baklava istemedim ki! Ben kadayıf istedim...’‘Ama baklava dediydin’ diyor garson gülümsemesi yüzünde asılı kalmış bir şekilde.‘Sersem! Ben ne dersem o olacak!’ diye bağırmaya başlıyor adam.Caddede bir sessizlik hakim oluyor. Ağaçlardaki gölge suskun, frezyalar ıssız. Garson ne diyeceğini bilemiyor. Adamın önünden baklava tabağını alıyor. ‘Hah böyle işte! Padişah kim, anlayacaksınız!’Kadın Bozuk Plak Padişah’ının suratına bakıyor o zaman. Neyin ayarının kaçtığını anlamasa da bu savruldukları ânı çok saçma buluyor. Yine de soruyor:‘De ki anlamadık, ne olacak?’Adamın yüzünde o ana kadar hiç görmedikleri ters bir ışık beliriyor o zaman ve makineli tüfek ayarlı hakaretlerine başlıyor:‘Sen bir kere kadın halinle, ne cüretle beni kendine denk sayar, yüzüme baka baka benimle konuşursun? Sen kimsin be? Sen benim için bir hiçsin. Burada kalacaksan, buranın kurallarını öğreneceksin. Erkeğin dediğini yapacaksın. Ha uymadı mı? Ya seveceksin ya terk edeceksin. Burası Müslüman bir ülke, ona göre. Haddini bileceksin. Bilmiyorsan öğreneceksin. Öğrenmiyorsan, sen bilirsin!’Bu arka arkaya birbirine kenetlenmiş cümleler şaşkınlıkla gölgelenen pastanede resmen soğuk duş etkisi yaratıyor. Ama tek bir kul bile çıkıp ‘ne diyorsun sen padişah bozuntusu’ demiyor adama. Çıt yok! Kadın anlıyor ki iş başa düşmüş, gıcır Türkiye’nin, bunca yıllık yaşam jürilerinin, billboardların, erkek merkezli yaşamların, her cesaretin bir bedeli olduğu gerçeğinin, demokrasinin bana dokunmayan bin yıl yaşasın üslubunun ona ve bedenine öğrettiği biçimde gıcır mı gıcır final cümlesini sarf ediyor:‘Padişahım çok yaşa!’
Take My Breath Away, eski kuşakların sevdiği şarkılardan biriydi. Kendileri de biraz o kuşaktan sayılırdı. Bulundukları tahtadan hallice duvarlı, pubımsı barımsı (ama ne öyle ne de böyle olan), içerisinde bayık kara sinekler, monotonluklarıyla birbirini andıran kestane renkli masalara, benzer bir ritimle konar ve kalkarken, bu şarkı geziniyordu eski hoparlörlerinde ‘Sev Beni’nin. Evet, tahta kurusuyla naftalin kokusunun karıştığı bu döküntü yerin adı buydu. Aslında biraz özen gösterilse, denize olan yakınlığı da düşünüldüğünde bal gibi de ‘Sev Beni’ farklı bir yere dönüşebilirdi. Ancak işletmeci için, nedeni belli bir şekilde, her şey için çok geçti. Garsonlarını bile ölü toprağı haliyle kendine benzetmiş Bezgin Bekirler diyarıydı ‘Sev Beni’.Aynı zamanda, bir ay önce gerçekleşen evliliğe zamklanacak balayı için gelinen o canhıraş sahil kasabasında, uğranılan bir ikindi molasının adıydı da ‘Sev Beni’. Balayı için gelinen mi? Aslında bunu telaffuz etmek bile gereksizdi adama göre. Kadının ikinci evliliğiydi. Kadın otuzlarının ortasında, güzel olmayı isteyen, güzel de olan, yaşamayı arzulayan biriydi. Al sana dert! Ama öyleydi, olmuştu bir kere.Adam, bir anlık bir gafletle sevdiği bu Gönül’ü deliler gibi kıskanıyordu. Bunu biliyordu. Ama annesinin ona öğrettiği biçimde hemen aklıyordu da kendini: ‘Seven erkek kıskanır oğlum.’ İşin aslı, adam reçeteyle tedavi edilmeye muhtaç bir kıskançtı. Ama bunu bilmezdi. O seviyordu, seviyor ve elbette annesine inanıyordu. Hem Gönül de bundan hoşlanırdı. Gönül’e göre de seven erkek, olsa olsa kıskanırdı.Bu ilhamla, Take My Breath Away’in en baygın yerinde, masalarına konan uyuşuk sineği kovalarken Gönül’ün gözlerine baktı. Sevdiği kadına. Ancak o sırada o gözlerde kendinin yansımasını değil ‘Sev Beni’nin kapısının oradan dalan parlak güneş ışığını gördü. Güneş ışığını görse iyi; o güneş ışığı ile birlikte o köhne yere girmekte olan sahildekinin bir benzeri meltemi de gördü; meltemi görse iyi, o meltemle birlikte yaz kokusunun mekânı değiştirmeye niyetlenen menevişini de gördü. Bu, bu, bu bir erkek bedeniydi! Ve damarlarına yürüyen mosmor bir öfkeyle o yöne çevirip baktı kafasını. Korktuğu başına gelmişti: İşte oradaydı. Bir adam! Şakaklarındaki damarları atıyor, soluğu kesiliyordu. Zar zor yutkundu. Adı gibi emindi: Gönül her zaman olduğu gibi bu yabancı herifi kesiyordu. Başka bir adam! Başka bir dünya, başka bir tehdit, başkaları! Dudakları titremeye, ellerinin içi terlemeye başladı.‘Kalk gidiyoruz!’‘Nereye Emin?’‘Cehennemin dibine!’ diye bağırdı Emin. ‘Cehennemin dibine kaltak! Balayı burada biter...’‘Ne oldu şimdi, ne güzel oturuyorduk...’‘Yine erkekleri kesiyorsun, değil mi?’‘Kimi? Niye?’‘İşte sen bu kadarsın. Namussuz kaltak!’‘Nereye bakıyorum söyle bana!’‘Oraya!’Birlikte oraya baktılar. Baktıkları yerde güneş kıpır kıpırdı. Ve dışardan çocuk sesli sahilin uğultusu geliyordu. Deminki adamın yerinde yeller esiyordu. Galiba meltem olup gitmişti adam. Ama bu Emin’in umurunda bile değildi.‘Emin kendine gel! Yine başlama... Orada kimse yok. Hem olsa ne olur... Üstelik sen önüne gelen her kadına bakıyorsun!’Hayır! Emin’in kendine geleceği yoktu. O dakikada oradan, bir iki saat sonra o sahil kasabasından giderek artan bir öfkeyle ayrılacak, eşyaları toparlarken Gönül’e olmadık hakaretler etmeye devam edecek, kadının küçük bedenini itip kakacak, oteldeki, gardaki, molalardaki herkesin önünde kadını küçük düşürmeyi bir erkeklik borcu sayacaktı. Hatta dönüş yolunda bir ara yanında nefesi titreyerek uyuyan kadının ince boğazına ellerini dolamak isteyecek ve bunu yakın gelecekte gerçekleşmesi mümkün bir senaryonun ilk hamlesi olarak görecekti Emin.Bu düşünceden ölesiye ürperecek ve korkacaktı. Ama bir dakika! Ne de olsa namus her şey demekti Emin için. Üstelik seven erkek kıskanırdı. Vs. vs. vs.