(Müzeyyen Senar’ın kalplerimizde eskimeyecek anısına)Tuhaf bir yazdı. Hiç böyle bir sıcak görmemiştim. O sene İnkılâp Tarihi’nin okullara zorunlu olarak girmesi söz konusuydu ve bütün zorunluluklarda olduğu gibi canım sıkkındı. Sanki gelecek zamanın özeti bu olacaktı. Zorunluluklar! Zorunlu yaşamlar, zorunlu dersler, zorunlu kulluklar.Çakıllı sahille asfaltlı yolu alabildiğince kesen akşamsefaları çok geç açardı. Uzun uzun geceyi beklerlerdi. Biz de. Güneşin karşıdaki suyu ikindi rengiyle iyi kötü boyadığı zamanlarda kaldığımız pansiyonun gazinomsu masalar ın a hükmeden derme çatma hoparlörlerinden o şarkı yükselmeye başlardı: Şarkılar Seni Söyler.Şarkılar Seni Söyler, bitip tükenmeyecek gibi gözüken bir gençliğin, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yazına eşlik ederdi o zaman. Şarkıda sesi gezinip duran kadın Müzeyyen Senar’dı. Şarkıda ‘aşk gibi sevda gibi’ dolanan ‘huysuz ve tatlı bir kadın’ ın kim olduğu konusunda ise en ufak bir fikrim, fikrimiz yoktu. Oturduğumuz yerde ter içinde, piştiyle zaman geçirmeyi dener, beklerdik. Şişelerin içine tıkılmış vişne suları, öğle kesilen elektrik yüzünden, genelde hep öğle zamanlarında kesilirdi, buruk, sıcak ve kanı andıran bir tat bırakırdı soluğumuzda. Zemini huysuz denizde, yazı, son anına kadar geçirmeye hevesli çiftlere bakar, gövdelerindeki simitlerinden boş kalan elleriyle suları döven yaygaracı bebekleri umursamazdık. Kız kardeşim 12 yaşında var yoktu. Ben? Yaşımı hatırlayamayacak kadar bunalımdaydım. Bir an önce büyümeyi ve bu çılgın acılar ülkesinden tasımı tarağımı toplayarak gitmeyi özlüyordum.‘En güzel günlerini demek bensiz yaşadın’ diyordu Müzeyyen Senar’ın sesi, boyası yoksullaşmış tahta masalarda gezinerek. ‘Dillerde nağme adın, aşk gibi, sevda gibi, huysuz ve tatlı kadın...’Buraya vapurla gelmiştik. Annem ve babam, onların arkadaşları, birileri daha. Büyüklerin tatillerini, çocuklar, ayaklarını sıkan bir ayakkabı gibi giymek zorunda mıydılar?‘Büyü. O zaman kendin karar verirsin ukala beyfendi,’ demişti annem buraya gelirken. Akşamsefalarından hiçbir farkım yoktu oysa. Hiç değilse onların bir geceleri vardı. Benimse, sürekli ‘lokma yiyelim mi abi ?’ diye bana ‘dakka başı’ soran şişko bir kız kardeşim ve elbette şu şarkı:‘Şarkılar Seni Söyler.’Sonra yine onun sesi. Kız kardeşim: ‘Haydi abi !’Olacak gibi değildi yola düştük. Hedefimiz biraz ilerdeki lokmacıydı. Müzeyyen Senar’ın sesi ise bütün sıcak sahili ele geçirmişti. Yüzü güneş esmeri, gözleri yaz dalgını adamın önünde yığılmış lokmalara neşeyle bakıyordu kız kardeşim. ‘İki porsiyon lokma!’ dedi ellerini çırparak.‘Ben istemiyorum!’ dedim hışımla.Şarkıdaki huysuz ve tatlı kadının, lanet yeğeni falan olmalıydım! Sıcak vişne suyu gibi, yağda fazla kızarmış lokma gibi beter ve illet ergenin teki.‘Niye ki?’ diye sordu lokmacı. ‘Bak çok güzeller!’‘İstemiyorum,’ diye direttim. ‘Lokmalarınız da, sahiliniz de sizin olsun. Şu şu şu ...Şarkınız da sizin olsun!’Alıp başımı gidesim vardı. Öyle de yaptım. Ama o sırada arkamdan onun sesini duydum. Güneş yanığı tenli lokmacının kırık sesini: ‘Evlat bir gün şarkılar seni de söyleyecek merak etme. Ama o zaman ne Müzeyyen kalacak ne de ben.’‘Bana ne!’ dedim. ‘Bana ne! Ben çok uzaklarda olacağım zaten o zaman.’‘Ama kalbin buralarda olacak, n’aber !’ dedi lokmacı. ‘Nereye gidersen git, o hep peşinde olacak. Ve bu şarkılar var ya bu şarkılar, istersen dünyanın bir ucunda ol, hep aynı yeri söyleyecek sana. Demedi deme!’ diye güldü lokmacı ve ‘değil mi kız?’ diye kız kardeşimin yanağından bir makas aldı.‘Hıh’ dedim. ‘Bir sen eksiktin çok bilmiş lokmacı.’Sonrası mı?Tahmin edeceğiniz gibi çok değil, beş on yıl sonra ben de pişti olacaktım.***Bir duyuru: İTÜ Edebiyat Kulübü yoksul mahallelerdeki çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak için bir atölye düzenliyor. 13 Şubat’taki ilk atölye kapsamında belirledikleri kitap ‘Küçük Kara Balık’. Bu kitabı bulamıyorlar ve sizlerden bekliyorlar. Adres:İTÜ Edebiyat KulübüKültür ve Sanat Birliği Ayazağa Kampüsü 34469 Maslak/ İstanbul
Hayır. 7 Haziran’da yapılacak genel seçimler için hazırlanmakta olan abartılı seçim şarkılarından bahsetmiyorum. Sözünü ettiğim başka bir seçim. Belki o zaman hedefimizdeki bütün seçimlerin sadece birer sandıktan ibaret olmadığını fark edebilmek mümkün olabilir diye yazıyorum bu satırları.Olmak ve Sahip OlmakBu işleri böyle düşünmeme yol açan bir kitap var. Sadece çocuklar için değil yetişkinler için de hararetle önerdiğim Günışığı’nın Çıtır Çıtır Felsefe dizisinden yeni bir kitap çıktı: Olmak ve Sahip Olmak.Yazar Brigitte Labbe, Paris Sorbonne’da felsefe doktorasını tamamladıktan sonra kitap yazmaya başlamış, çocuklara, çocukların ailelerine ve elbette öğretmenlerine felsefenin, daha doğrusu düşünmenin önemini aktaran dünya tatlısı bir kadın.‘Olmak ve Sahip Olmak’ adlı bu kitapta da, kanımca şu ara fena halde savrulduğumuz noktalara usulca parmak basıyor.Şu söze ne dersiniz?‘Hayat bir tiyatro sahnesi değildir. Sabit roller insanlara paylaştırılmamıştır. Her insan, bugün, yarın ve hayatı boyunca kendini keşfeder. Asla, tamamen, bugün olduğumuz şey olarak kalmayız.’Bunlar beni son derece rahatlatan cümleler oldu. Neden derseniz, sahip olmayı olmakla karıştıran cümlelere o kadar çok rastlıyorum ki etrafımda, şu son günlerde... Örneğin bir makam... O kişi sanıyor ki, o bulunduğu makam onun adıdır, benliğidir, kişiliğidir. Yok böyle bir şey!Sabit roller deyince şu da akla geliyor: Diyelim ki adam bir iş ‘adamı’. Peki. Ama aynı zamanda bir baba da. Aynı zamanda bir eş de. Bir oğul da. Bir kardeş de. Hatta zaman zaman bir şoför de. Bazen hasta, bazen veli de. Şu noktada adamın bütün bu rolleri silip sadece işinin ‘adamı’ olması diye bir şey söz konusu olabilir mi? Hayır. Ama bakıyorsunuz ki bazı insanlar sadece böyle takılıyor hayata. Neden? Şu sabit rol takıntısı yüzünden. Çünkü o bir iş adamı. Çok ciddi işleri var! Ve sonuç: Çocuklara, yaşamla ilgili detaylara ve ev işlerine kadınlar baksın bir zahmet!Labbe insanların bu ‘sabit varlığa’ kendilerini kapamalarını düşündürücü buluyor elbette. Ona göre insanlar ‘kendini tamamen içine kapadığı bu sabit varlığı terk etmekte özgür ama belki de her an özgür olmak onları korkutuyor!’ÖzgürlükBöylece daha esaslı bir konuya geliyoruz. Özgürlük.Örneğin: ‘Bir mavi sandalyeden insanı ayıran en temel fark nedir?’ sorusuna. Burada alışkanlıklar devreye giriyor elbette. ‘Alışkanlık nedir?’ sorusuna. Bildiğiniz gibi bizler ‘alışkanlıklarla’ doğmuyoruz. Onları öğreniyoruz. Ama bir de bakmışsınız ki sonradan edindiğimiz bu alışkanlıklar bizim patronumuz olmuş! Oysa şunu akılda tutmak son derece kıymetli: ‘Alışkanlıklarımızı değiştirebiliriz. Yani olduğumuz kişiyi değiştirebilir, olmak istediğimiz insan olabiliriz.’ Bu da bizi mavi sandalyeden ayıran en önemli yan oluyor işte.Dahası da var. Labbe diyor ki: ‘ Hiçbir insan, şu sandalyenin hep ahşap olması gibi, her zaman için cesur, korkak, dürüst, cömert, kibar, kötü, asabi ya da sakin değildir.’Böylesi bir değişim için atılması gereken adımlar var mı? Var. Bunun başında da tıpkı bir tabloya bakar gibi, kendimize dışardan bakabilmeyi denememiz gerekiyor. Bunu yaparken de belli bir mesafeden bakmak gerekiyor. Aksi taktirde hata yapıyoruz. Kendimizdeki tek bir noktaya sabitlenirsek o zaman diğer detayları göremiyor ve tahlillerimizde eksik kalıyoruz. Belki de bu yüzden bunu başkalarına da yapıyoruz. Oysa biraz geriden, bütün tabloyu görebilecek kadar geriden bakabilsek, neyin niçin olduğunu çok net görebileceğiz. Koca koca kadınlar ve adamlardaki büyümemiş çocukları göreceğiz, örneğin. Kendi içimizdeki çocukları da.Peki tüm bunlar ne işe yarayacak?En basitinden bir genç arkadaşımın bana sorduğu soruya bir cevap olabilecek bir şeylere: ‘Barış bu kadar kolayken niçin savaşıp duruyor bu insanlar?’***Kendimizi, özgürlüğümüzü, yaşamımızı ve barışı seçmek kimsenin değil, sadece bizim elimizde. Peki ya seçim sandıklarından çıkacak sonuçlar? O da bizim elimizde elbette!
Eski bir zamanda iki arkadaş Kadıköy’ün eski bir sokağına bakan halden anlar bir dul teyze evinde arkadaşları Selim’i bekliyorlardı. Akşam 7’deki filme gitmeye niyetliydiler.Lodostu ve vapurlar kıyılara el yordamıyla bata çıka yanaşıyordu. Haberler kötüydü. Akşam iyice azacaktı lodos. Selim’in Heybeliada merakının hafta sonuna denk düşen hali, şimdi beter mi beter bir lodosla örtüşüyordu işte.‘Yok’ dedi iki arkadaştan kıvırcık saçlı ve erkek olanı. ‘Bu Selim bu haşin lodosu atlatamaz! Ne Selim ne de onun o dandik vapuru!’‘Atlatamaz mı?’ diye şaşkınlıkla sordu kız kendi sesindeki isyana şaşırarak. ‘Sen Selim’i ne sanıyorsun be Ekrem? O ada canavarı ve aynı zamanda lodos canavarıdır!’‘Görürsem söylerim’ diye mırıldandı Ekrem; bereket karşısındaki başka bir konuyla, yani Selim’le haşır neşirdi.Kız, Selim’in bir seferinde ada vapurunu kıyıya nasıl yanaştırdıklarını anlatmaya başlamıştı bile.‘Eee?’ diye meraksızca sordu Ekrem. Kaşları çatılmış ve herkesten hesap soran o her zamanki siması yüzüne oturmuştu. Mühendislik okuyor, ilerde yüksek lisans yapmayı planlıyor, sigaraları resmen birleştirerek içiyor ve o yağız, bıçkın haliyle muhallebi çocuğu Selim’le Burcu arasındaki o içten ilişkiye gıcık kaptığı her halinden belli oluyordu. Aynı bölümde okumalarına, aynı yazarları sevmelerine, birbirlerini kollamalarına falan...Ama bu, Burcu’nun pek de umurunda değildi. Ekrem’in uzaktan akrabalığından bunalmıştı, tamam derin bilgisine hayrandı ama her şey bir yere kadardı. Duvardaki kallavi duvar saatine baka baka anlatmaya başladı.‘Bir seferinde ada vapuru Heybeliada’ya yanaşamıyormuş bir türlü. Bizim Selim, bakmış olacak gibi değil...’‘Şimdi bana kalkıp yok Selim halatı kapmış da dev dalgaların arasına atlayıp karşı kıyıya yüzmüş de dersin sen.’Bir anda neşelenmişti Ekrem.‘Hatta kıyıda tozutmuş çımacının deli bakışları arasında dev halatı iskele babasının tepesine usulca kondurdu da dersin...’‘Ne ilgisi var yahu?’‘Selim bu yapar, yapar’ diye sigarasının dumanını dul teyze koltuğuna doğru üfürdü Ekrem. Lodostan resmen keyif almaya başlamıştı. Yüzündeki gölgeler seyrekleşmiş, sesi gevrek bir kıvama gelmişti. Burcu’ya kalsa, aynı ses, Selim’in ufak tefek çıtkırıldım halini, birazdan hatırlatmaya başladığında, çıtır çıtır lezzetli bir ikindi simidine benzeyecekti.‘Hayır’ dedi ‘hiç de tahmin ettiğin gibi değil!’‘Ne o yoksa kaptan olup gemiyi mi yanaştırmış senin Selim? Dur dur buldum. Etraftaki gemilere çaycının kirli tepsisiyle S.O.S verip yardım istemiştir. Hatta yardım isterken sevecen bir tavırla rica ediyorum lütfen lütfen bile demiştir... İnce ruhlu adamın tekidir ne de olsa Selim.’O sırada duvar saati 7 defa güm güm diye odaya, ama galiba lodosa ve en çok da Burcu’ya vurdu! Kızın tepesi iyice atmıştı. Derken haşin bir lodos rüzgârı içeriyi titretti, hatta koridoru odadan ayıran netameli kapıyı küt diye açıverdi. İşte o zaman Burcu, lodosla birlikte Ekrem’in yüzüne bir güney rüzgârı gibi deli deli bakıverdi. Akraba makraba, bu Ekrem’den ve ukalalıklarından resmen bunalmıştı.‘Baksana Ekrem!’ dedi. ‘Bu ülkeyi ya da dünyayı senin gibiler mi değiştirecek sanıyorsun?’‘Senle Selim gibiler değiştirsin o zaman!’ dedi Ekrem alaycı alaycı. ‘Lodos canavarları, romantik, havadar ve duygusal çocuklar!’***O zamanlar cep telefonları yoktu. Selim’den bütün bir gece boyunca haber alamadılar. İkisinin de başı ağrıyordu ve buzdolabının üzerinde sotalanmış Apranax fort’ların dibi gelmek üzereydi.Ya dünya, ya Türkiye? O zamandan bu zamana ikisi de değişmeyi bekliyor. Hâlâ. Lodoslu ya da lodossuz.
Geride bıraktığımız Salı akşamı hoş bir buluşmaya tanıklık ettim. İstanbul Bağdat Caddesi’ndeki butik olma özelliğini koruyan ve meraklı okura hizmet sunmayı esas alan kadim Gergedan Kitabevi’nde arkadaşlarımız Özlem Kiper ve Fuat Sevimay’ın moderatörlüğünde bir edebiyat okuması gecesine katıldım.Çokça edebiyatı, epeyce de insanı konuştuk. İnsanı insan yapanı, yani insanın bünyesindeki yanlışları da. Elbette mutluluğa vurduğumuz ketleri de.Ve bir kitap!Denk düştü. Ertesi gün posta kutumdan bir kitap çıktı. Metis Yayınları’ndan Aslı Biçen çevirisiyle bizlerle buluşan ilginç bir eser: Kendine Ait Bir Hayat! ‘Hayat zaten tam da böyle bir şeydir’ diyerek anların yarattığı tesadüf noktalarında soluklanarak okumaya başladım.Özetlemeye çalışayım: Yazar ve psikanalist Marion Milner 1926 yılında tuhaf bir deneyin peşine düşüyor. Amacı belli: Mutluluk anlarının katsayısını artırmak. Yirmi altı yaşında bir günlük tutmaya başlıyor ve kendisini nelerin mutlu ettiğini sıralamaya girişiyor. Kitap bu veriler üzerine yazılmış! Bir türlü mutlu olamayanlara, mutlu olamadı diye mutlu olanları kıskanıp suçlayanlara, hatta mutluluktan utananlara rehberlik eder mi bilemiyorum ama geçen akşam konuştuğumuz önemli bir hususa da parmak basıyor: Dünyaya kısır, öfke dolu, asabi ve hep karşısındakini aşağılamaya hevesli dar bir döngüden bakmakla, geniş açılı ferah bir yaşam vizöründen bakmak arasında dağlar (dağlar yetmez, dünyalar kadar) fark vardır.Biraz daha ilerletelim: İlkinde muhtemelen karşınızdakini suçlayarak kendinizden kaçacak ve en iyi tahminle kendinizi sevmeyecek, ikincisinde ise kendinizle ve elbette yaşamla barış ilan edeceksiniz...Tercih elbette size kalmış. Ama ikincisinde daha mutlu bir hayat sürmenizin mümkün olduğunu söyleyebilirim.Gelin kitaptaki satırlara bakalım şimdi:‘Gökyüzünde uçak arayan bir projektör, gökyüzünü süpürerek bir ileri bir geri gider. Düşüncem bunu yapabilir ama başka bir hareket şekli de vardır; huzmesini iyice genişletip bütün gökyüzünü aynı anda gösterebilir ve bu genişleme benim iradi olarak kontrol edebildiğim bir şeydir.Birinden diğerine geçmek için sadece küçük bir irade eylemi gerekiyordu’ diyor Milner ve müjdeyi veriyor: ‘Yine de bu eylem bütün dünyanın çehresini değiştirmek, sıkıntı ve bezginliği sınırsız memnuniyete çevirmek için yeterliydi.’Peki bu geçişi yapmak gerçekten de kolay mıydı? Kolay gibi görünse de yazarın yıllarını almıştı bunu keşfetmek, dahası hayata geçirmek.‘Dikkatsizlik yüzünden bir şeyleri kaçırırım korkusuyla o kadar fazla dikkat ediyordum ki bütünü kaçırıyordum. Sonra olup bitenler benim için anlamsız hale geldiğinde sıkıntıdan düşüncelerim kendi ilgi alanlarına yöneliyor, sürekli kaçmaya çalıştığım o özel kaygılara sürükleniyordu. Bu yüzden boş düşüncelere dalıp, bir daha ele geçmeyecek anları kaçırıyor ve çok sinirleniyordum.’Farkındalığı genişletmekFarkındalığı genişletmek hususunda da boş yere odaklanmıyor yazar. Standartlardan, beklentilerden sıyrılıp yeni ve tarifsiz gerçeklere varabilmenin yolu ise buradan geçiyor. Ona göre hata yapma korkusu ise bu genişlemeyi geciktiren en önemli engellerden biri. Bir iğne deliğine odaklanırcasına gözlerini ve ruhunu kısıyor o zaman insan. Ve bilin bakalım ne oluyor? Yine aynı kıskacın içinde buluyor kendini... Şimdiki zamana ait anların elimizden akıp gitmesi de o zaman kişisel tarihimize böyle kazınıyor işte. Her türlü yaşam olanağının eşiğini sunabilecek gerçek bir şimdiki zamanın içinde değil de tahrif dolu takıntılarımızın zamanı içerisinde takılıp kalıyoruz.Peki bu genişleme hali etrafımızda yaşananları görmemize engel mi? Sanmıyorum. Mutluluğu bulma çabası içerisindeyken, mutsuzluğun nerelerden beslendiğini fark etmek, sadece içimizdeki pürüzleri değil bize uzak sandığımız acıları ve insanları daha net keşfetmemiz için de rehber olacaktır. Umutlu bir mücadele, umut dolu bir yaşam... Mümkün bu!
‘Hiçbir yön açık, hiçbir ışık kesintisiz değildi ormanda. Yaprakla dal, ağaç gövdesiyle kök, gölgeli ve karmaşık olan, rüzgârı, suyu, güneş ışığını, yıldız ışığını hep bölüyordu.’ Bu alıntıyı Ursula K. LeGuin’in Dünyaya Orman Denir adlı kitabından aldım. Bu kitapta yazar bizlere düşlerin gündelik yaşama sızdığı bir topluluğu anlatıyor. Barışçıl bir halkın (insan ırkından değil bunlar) kolonici insan‘oğluna’ karşı verdiği bir direniş masalı var karşımızda. Bu direnişin özünde kolonici ruhuyla hareket eden ‘insanoğlu’nun doğaya ve yaşama hürmeti baş tacı etmiş anaerkil bir topluluğa karşı giriştiği bir ‘ehlileştirme’ projesi söz konusu. Tahmin edebileceğiniz gibi bu kolonici ruhta hemen her şey ‘kullanım’a haiz. Doğa bunun başında geliyor. Kadın? Sormanız bile hata. Kadınların tek getirisi var. Damızlık olmaları! İnsan merkezli bu ‘ruh’ta (artık neresi ruhsa) fetih hali ve bu fetih ruhundan kaynaklanan egemenlik takıntısını pompalamak da esas. Hemen her aşamada verilen mesaj belli: Her yer fethedilmeli, ele geçirilmeli, sömürüye yeni alanlar açılmalı. Tehdit unsuru olabilecek her şey (bu sistem içerisinde kendi gibi düşünmeyen her şey, kaçınılmaz olarak düşünmenin kendisi de elbette) bertaraf edilmeli. Oysa...Oysa bizim düşlerin gündelik hayata sızdığı insan‘oğlunun’ kıl olduğu topluluğumuzda yaşam bambaşka bir boyutun içerisinde sürüyor. Ve temel görüşleri de ‘dünyaya orman denmesi’ üzerine kurulu. Bu ne demek peki? Hiçbir dayatılan ‘gerçek’ keskinlik arz etmez demek. Gerçek doğrusal değildir demek. Dahası umulmayanı hesaba katmak demek bu. Evet! Gerçeği üretenlerin kimler olduğuna bakıldığında aslında çok haklılar. Çünkü gerçek, kitaptaki satırlara baktığımızda da gördüğümüz gibi sadece güçlünün ve iktidarı kuranın elinde. Güçlüyü ve iktidarı destekleyenin elinde. Yön, keza öyle. Işık? Ee, o da. Oysa ormanda Ursula K. LeGuin’in de belirttiği gibi hiçbir yön ‘net’ değil. Yekpare gerçekler gibi yekpare çözümler de işe yaramıyor. Bunu fark edebilmenin en önemli koşulu ise ‘gerçek’i satın almış hiyerarşilere karşı mücadele etmeyi öğrenmek. Kitap barışçıl bir halkın bu açlığı bitip tükenmez insan‘oğluna’ karşı giriştiği çekişmenin özeti. Bir bilimkurgu. Gezi direnişi esnasında çok referans verilen bir kitap oldu. İsabetliydi de. Ancak ben bu yapıtı, doğayı ve insan yaşamını katletmeye meyleden bütün o ‘belagat’ yüklü yalan dolan üzerine kurulmuş bütün iktidar söylemleri için de düşünebileceğimize inanıyorum. Başka bir hayatın, gerçeğin suretini değil de, içimizdeki aslına dair olanını arayan hepimiz için mümkün olduğuna. Peki bu yazıyı niye yazdım? Bu bir yas yazısı. Ancak Suudi Kralı’na yönelik bir yas yazısı olmadığı da açık. Bu ülkede gerçekten yas tutmamız gerekenlere yönelik bir yazı. Düşünelim taşınalım diye yazılmış bir yazı olduğu söylenebilir pekala. Peki yazıdan yas değil de ‘yaz’ çıkar mı? Çıkar elbette; yazıdan bahar bile çıkar; ama inanın her şey size bağlı. ***Tekgül Arı arkadaşımız bu sonbahar bizleri çalıştırdı! Üstün çabalarıyla da kısa bir zaman dilimi içerisinde ‘Taşa Fısıldayan Öyküler Kobane’yi okurlarla buluşturdu! Yurt içi ve dışından 38 yazarı kapsayan bir derleme kitap bu. Şubat’ın ilk haftasında raflarda olacak. Böylece savaşın insanları ve yaşamı ilgilendiren kısmına, kesik kesik de olsa bir ışık tutulmuş olacak. Teşekkürler Tekgül.
‘Yolculuk yaparken daha önce böyle bir fırtına olmadı mı?’ Çoğu kez olur ama böylesiyle daha önce hiç karşılaşmadım.’Ömer Faruk Özgün gencecik bir yazar. Yukarıdaki satırların yer aldığı ‘Serüven Dolu Günler’ adlı kitabını Belçika’daki bir okur buluşmasından sonra verdi bana. Öyküsü fırtınada alabora olan bir gemiyle başlıyordu.***Bu hafta içerisinde bir alaboranın içine düştük. Ali İsmail Korkmaz’ın Gezi sürecinde Eskişehir’de öldürülmesi hakkındaki dava Kayseri’de sonuçlandı. Ve vicdan muhasebesinde mahkeme ve dolayısıyla ülkemizdeki adalet bir kez daha sınıfta kaldı. Fırtınalardan fırtına beğen noktasındaki Türkiye’de insan öldürmenin de neredeyse ‘meşru’ sayılabileceği bir kez daha ‘kanıtlanmış’ oldu.Bu satırları yazıyorum ya, bir yandan da bunları kendime yakıştıramadığım bir soğukkanlılıkla yazdığımı fark edip duraksadım... Mahkemenin ardından yazılan kimi yazıları okuduğumda da benzer bir duyguya kapılmıştım. ‘Demek zamanla hepimize sirayet ediyor, bal gibi de alışıyoruz’ diye düşündüm... Kimi meslektaşlarımız yargıca ve kamuoyuna ‘ölen ya sizin çocuğunuz olsaydı’ diye yazdılar. Evet, kuşkusuz bu bir empati yaratabilirdi. Yerinde bir yakarma olabilirdi. Ancak şunu teslim edelim ki sağduyulu bir toplumda buna gerek bile kalmamalıydı. Sağduyulu bir toplum yaşanan acılar karşısında eskimez, bunaklaşmaz, sarkmaz, buruşmazdı. İnsanı insan kılan acının içindeki gerçeği görebilmesi, hissedebilmesi, algılamasıydı.Aniden masadan kalktım. Önümde Ömer Faruk’un kitabı, biraz ilerde oğlumun dün akşam kitapların kenarına iliştirdiği karnesi, gençler, bizim çocuklar, bu devletin gençleriyle kurduğu asırlara meydan okuyan o yanlış denklem, bu ülke insanının bir türlü gerçekle buluşamayışı ve boşalmaya yüz tutmuş çay bardağım. Hepsi oradaydı. Derken bir okurumun hatırlattığı Kafka’nın bir sözü o sırada zihnimde çaktı:‘Hepimizin ortak bir vücudu yoktur, ama ortak bir büyümesi vardır; bu ise, şu ya da bu biçimde acılar içinden çekip götürür bizi. Nasıl ki çocuk belli bir gelişim sonucu yaşamın tüm evrelerinden geçer; yaşadığımız dünyanın tüm acılarından geçerek gelişiriz. Bu konuda adalete yer yoktur, acılardan ürkmeye ya da acıları üstünlük diye yorumlamaya yer yoktur.’Ali İsmail Korkmaz... Buradaki en yalın gerçek nedir diye tekrarlayıp durdum. Gencecik bir çocuk, sokağın ortasında döve döve öldürülmüştür. Gerçek budur işte. Ve bunun karşısında tutulduğumuz fırtınada gemimiz karaya oturmuştur. Kaçalım ya da saklanalım; görmezden gelelim ya da umursamayalım. Uzaklara, daha da uzaklara kaçalım. En uzaklara, gecelere, gündüzlere, fezadaki limanlara sığınalım. Ama bu bizim, hepimizin, aynı gemide olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.Durum bu kadar basittir işte. Büyüyeceksek, hep birlikte; yok olacaksak da hep birlikte yok olacağız.***Umut mesajı: Ömer Faruk’un kitabında gemi batsa da kahramanlarımız kurtuluyor, dostluk ve insanlık baki kalıyordu. İnanıyorum ki 1998 doğumlu, düş dünyası geniş Ömer Faruk bağlı bulunduğu tekerlekli sandalyesinde daha çok kitap yazacak ve en büyük engelin yüreklerimizdeki engeller olduğunu bizlere hatırlatacak. En büyük fırtınanın vicdanlarımızın alaborası olduğunu...Sırası gelmişken, Belçika’daki yoğun ve nitelikli okur buluşmasını sağlayan değerli öğretmen ve yazar arkadaşımız Yusuf Çopur’a, Belçika Büyükelçiliği Eğitim Müşavirliği’ne, Brüksel Yunus Emre Enstitüsü’ne ve Belçika Türk Dernekleri Birliği’ne teşekkür etmek boynumun borcudur. Böylesi etkinliklerin yapılması herkese ama herkese iyi geliyor! Örnek mi? İşte Ömer Faruk... Onun gibi nice genç (ya da yaşlı olsa da zihni genç kalmayı başarmış) arkadaşla tanışma vesilesi ‘kendiliğinden’ ortaya çıkıyor! Bu bambaşka büyülü bir dil. Edebiyatın, sanatın dili. İnsanlığın asıl ihtiyacı olan o gerçek dil.
‘İnsan bir şey hakkında yalan söyleyebilir ama acının özü hakkında yalan söyleyemez’ der Fransız yazar Marguerite Duras, kendisiyle yapılmış bir röportajda. ***Bugün 19 Ocak. Türkiye’nin üzerinde gezinen gölgenin biraz daha karardığı bir gün. Hrant Dink cinayeti, bu ülkede kaleme yönelik şiddetin en acı örneklerinden biri. Acı. Ve ne yazık ki hâlâ gerçek anlamda aydınlatılabilmiş değil. Halkalar sürekli birbirine ekleniyor, sonra yine dağılıyor. Hal böyle olunca sonuca ulaşmak mümkün gözükmüyor elbette. En son Dink’in öldürüldüğü zaman Trabzon’da İstihbarat Şube Müdürlüğü amirlerinden biriyle ilgili bir gelişme yaşandı. Bu kişi şu anda Cizre Emniyet Müdürlüğü’ne atanmış durumda. Kendisi İstanbul Savcılığı tarafından ifadesi alınmak üzere çağrılmış kişilerden biri. Şu durumda kafalarımızda uyanan soru işaretlerinin netleştirilmesi gerekiyor. Netleştirilmesi gerekiyor da bunu kim netleştirecek? Bunun aydınlatılabilmesi için sadece kamuoyu vicdanı değil sağlam bir hukuk sistemine de ihtiyacımız var. Ve bu hukuk sisteminin damarlarını tıkayanların bertaraf edilmesine. Bu yaşananlardan umutlu değilim. Kaleme yönelik bu gaddarlıktan nasıl umutlu olabilirim? Olabiliriz? Bu yazdığım kaçıncı Hrant Dink yazısı, bilemiyorum. Bu konuda yazarken hep aynı duyguyla yazıyor olmaktan utanır hale geldim. Onca insanın çabasıyla kat edilen yolların bir çırpıda başka bir noktaya savrulduğunu görmekten... Ülkemizde gazetecilerin öldürülmesi, yazılarına sansür uygulanması yeni bir şey değil. Ama buna inatla alışmamamız gerekiyor. Bu acıyı göremeyenlere, bu acının üstünü örtenlere karşı er ya da geç insanlığın kazanacağını (belki sonra yine kaybedeceğini, ama sonra yine kazanacağını, sonra yine kaybedeceğini, sonra...) usanmadan anlatmak. ***Peki. Hrant Dink dedim ya. Bu yazıyı, inat ettim, karamsar bitirmeyeceğim. Onun Kumkapı önlerinde, kayıkta bir fotoğrafı vardır ya, onu anarak tamamlayacağım sözlerimi. Marmara’nın ışıklı, yaz kıpırtıları. Senin başında uçtu uçacak bir yaz şapkası. Kayığın da kayık. Çocuk hayalleri gibi; sanki kağıttan ama sağlam... Bindin mi martılarınla dünyanın bir ucuna gideceksin. Git öyleyse. Akşama gel ama. Balıklar? Onlar da tıkırında. Oltana vurup vurup gidiyorlar. Sen? Keyiflisin. Anların insanı sardığı zamanki gevrek neşesi bu. İyi bu. Bu İYİ. Marmara başka bir yaz hayaline gebe kalıncaya kadar böyle kalın, böyle kal olur mu? Biz mi? Bizi hiç sorma.
‘Geçip giden hayatımız geçip gitmiyor gibiydi.’ Emel Kayın, Mekân Hikayeleri ***‘Lütfen hep yazın’ diye bir okur mektubu geldi geçenlerde. ‘Sizler yazmaya devam etmelisiniz’ diyen bir mektup. ‘Peki, olur, yazarım, yazarız’ gibisinden umutlu bir cevap yazdım. Ancak işin doğrusu verdiğim cevap içime sinmedi. Derken, koşuşturma içersinde unuttum bu cevabı. Tekrar hatırlamam nasıl oldu anlatayım: Tomris Uyar’ın ‘Günlerin Tortusu’ adlı kitabını okuyorum. Bu kaçıncı okuyuşum, bilemiyorum. En son 87 yılında elime almışım kitabı. Bir sürü notlar almışım, eklemişim satırların kenarına. Uyar’ın ‘Terörün evlerimizin içine sızdığı yıllardan bugünlere’ diye başladığı kitap 80-84 yılları arasında yazılmış yazar notlarını içeriyor. Yazar notları derken bu ülkede yazar olmanın ne anlama geldiğini belirten cümleler diyebiliriz bunlara. Ağırlıklı olarak hemen her cümleye sinmiş olan hüzün, bugünden bakıldığında daha da üzüyor insanı. Ya da daha çok düşünmeye sevk ediyor. İnsan keşke o günlerden bugünlere ‘düşünce adına bir şeyler gerçekten değişmiş olsaydı’ demekten kendini alamıyor. Dünden bugüneŞu geride bıraktığımız haftaya baktığımız zaman bile düşünmek, okumak, ifade özgürlüğüne sahip çıkmak anlamında bir türlü çıkış noktalarını bulamayışımız buna en güzel kanıtı oluşturuyor. Paris’te sansürü protesto etmek için güzel fotoğraflar veren devlet insanları, kendi ülkelerinde nasıl sansür politikaları ürettiklerini unutmuş olabilirler mi? Sürekli topu taca atmalar, günah keçisi bulmalar, kendinden başka herkesi suçlamalar... Peki tam da bu noktada Türkiye’nin kendine soracağı sorular nerede? Örnek birkaç soru: Cizre’de neler yaşanıyor? Meşum TIRlarla ilgili raporlar neden internetten kaldırılıyor ve neden yayınlama yasağı getiriliyor? 2014 yılındaki Basın Raporu’nda neden halimiz perişan? Cumhuriyet Gazetesi’nin Charlie Hebdo’nun özel sayısındaki seçkiden yayınladıkları neden hemencecik ‘tahrik edici’ suçlamasıyla karşımıza çıkartılıyor? Neden her dakika nefret suçu işleniyor bu ülkede? Neden hemen herkes birbirine hakaret etmeyi meşru sayıyor? Neden gerçeğin yüzü bu kadar mahrem bu ülkede? Avrupa Parlamentosu neden basın özgürlüğü konusunda Türkiye’yi uyarıyor? Avrupa Konseyi’nin işkence raporunda karakollar ve cezaevlerindeki durumumuzla neden sınıfta kalıyoruz? Diyelim ki Avrupa’yı iç işlerimize karıştırmak istemiyoruz; neden kendi sınırlarımızın içersindeki dil sadece şiddetle kendini ifade edebiliyor? Örneğin ‘Maraş 78’ kitabına neden soruşturma başlatılıyor? Kitabın kamu düzenini ve güvenliğini bozduğu yolundaki saptamalar neye dayanıyor, vs. vs. Olacak gibi değil, tekrar ‘Günlerin Tortusu’na dönüyorum. Ada yayınlarından çıkmış kitabın kapağında Abidin Dino’nun çok sevdiğim desenlerinden biri var. Birbirine sıkı sıkıya kenetlenmiş eller. Birbirlerini tutamazlarsa kaybolup gideceklermiş hissini veriyor... Birbirini tutamayan düşünceler, duygular gibi....Derken sistemin yazarlarını nasıl harcadığı ve bundan nasıl keyif aldığının net bir biçimde gözüktüğü bölüme geliyorum. Tomris Uyar anlatıyor: ‘’28 Mayıs 1984 Bu gece televizyonda Kenan Evren’in ‘Aydınlar Dilekçesi’ni imzalayanları vatan hainliğiyle suçlayan konuşmasını dinledim. Şöyle sorular geldi aklıma. Çok mu yazıyorum? Yani belli konularda yoğunlaşmam daha mı doğru olur? Hemen arkasından da: Az mı yazıyorum?’’ Bu satırlardan sonra kurşun kalemli notlara gözüm çarpıyor. 1987 yılında kitabı okurken aldığım titrek notlara. Bu sayfada, beni bugüne bağlayan çok önemli bir mesaj var. Sanki okurunu duymasını istercesine, ya da duyacağından neredeyse emin, daha az titrek bir biçimde şöyle yazmışım Uyar’ın yazdıklarının kenarına. ‘ Ne olur yazın, ne olur daha çok yazın, bu tortular başka türlü gitmez’. Alın size geçip giden hayatlarımızın geçip gitmeyen halinin özeti bir cümle. Besbelli ki tortular çok ağır ve yoğun. Cümleler yetmemiş. Ya bugün? Bugün de yetmiyor. Yine de...Devam.