Geride bıraktığımız Salı akşamı hoş bir buluşmaya tanıklık ettim. İstanbul Bağdat Caddesi’ndeki butik olma özelliğini koruyan ve meraklı okura hizmet sunmayı esas alan kadim Gergedan Kitabevi’nde arkadaşlarımız Özlem Kiper ve Fuat Sevimay’ın moderatörlüğünde bir edebiyat okuması gecesine katıldım.
Çokça edebiyatı, epeyce de insanı konuştuk. İnsanı insan yapanı, yani insanın bünyesindeki yanlışları da. Elbette mutluluğa vurduğumuz ketleri de.
Ve bir kitap!
Denk düştü. Ertesi gün posta kutumdan bir kitap çıktı. Metis Yayınları’ndan Aslı Biçen çevirisiyle bizlerle buluşan ilginç bir eser: Kendine Ait Bir Hayat! ‘Hayat zaten tam da böyle bir şeydir’ diyerek anların yarattığı tesadüf noktalarında soluklanarak okumaya başladım.
Özetlemeye çalışayım: Yazar ve psikanalist Marion Milner 1926 yılında tuhaf bir deneyin peşine düşüyor. Amacı belli: Mutluluk anlarının katsayısını artırmak. Yirmi altı yaşında bir günlük tutmaya başlıyor ve kendisini nelerin mutlu ettiğini sıralamaya girişiyor. Kitap bu veriler üzerine yazılmış! Bir türlü mutlu olamayanlara, mutlu olamadı diye mutlu olanları kıskanıp suçlayanlara, hatta mutluluktan utananlara rehberlik eder mi bilemiyorum ama geçen akşam konuştuğumuz önemli bir hususa da parmak basıyor: Dünyaya kısır, öfke dolu, asabi ve hep karşısındakini aşağılamaya hevesli dar bir döngüden bakmakla, geniş açılı ferah bir yaşam vizöründen bakmak arasında dağlar (dağlar yetmez, dünyalar kadar) fark vardır.
Biraz daha ilerletelim: İlkinde muhtemelen karşınızdakini suçlayarak kendinizden kaçacak ve en iyi tahminle kendinizi sevmeyecek, ikincisinde ise kendinizle ve elbette yaşamla barış ilan edeceksiniz...
Tercih elbette size kalmış. Ama ikincisinde daha mutlu bir hayat sürmenizin mümkün olduğunu söyleyebilirim.
Gelin kitaptaki satırlara bakalım şimdi:
‘Gökyüzünde uçak arayan bir projektör, gökyüzünü süpürerek bir ileri bir geri gider. Düşüncem bunu yapabilir ama başka bir hareket şekli de vardır; huzmesini iyice genişletip bütün gökyüzünü aynı anda gösterebilir ve bu genişleme benim iradi olarak kontrol edebildiğim bir şeydir.
Birinden diğerine geçmek için sadece küçük bir irade eylemi gerekiyordu’ diyor Milner ve müjdeyi veriyor: ‘Yine de bu eylem bütün dünyanın çehresini değiştirmek, sıkıntı ve bezginliği sınırsız memnuniyete çevirmek için yeterliydi.’
Peki bu geçişi yapmak gerçekten de kolay mıydı? Kolay gibi görünse de yazarın yıllarını almıştı bunu keşfetmek, dahası hayata geçirmek.
‘Dikkatsizlik yüzünden bir şeyleri kaçırırım korkusuyla o kadar fazla dikkat ediyordum ki bütünü kaçırıyordum. Sonra olup bitenler benim için anlamsız hale geldiğinde sıkıntıdan düşüncelerim kendi ilgi alanlarına yöneliyor, sürekli kaçmaya çalıştığım o özel kaygılara sürükleniyordu. Bu yüzden boş düşüncelere dalıp, bir daha ele geçmeyecek anları kaçırıyor ve çok sinirleniyordum.’
Farkındalığı genişletmek
Farkındalığı genişletmek hususunda da boş yere odaklanmıyor yazar. Standartlardan, beklentilerden sıyrılıp yeni ve tarifsiz gerçeklere varabilmenin yolu ise buradan geçiyor. Ona göre hata yapma korkusu ise bu genişlemeyi geciktiren en önemli engellerden biri. Bir iğne deliğine odaklanırcasına gözlerini ve ruhunu kısıyor o zaman insan. Ve bilin bakalım ne oluyor? Yine aynı kıskacın içinde buluyor kendini... Şimdiki zamana ait anların elimizden akıp gitmesi de o zaman kişisel tarihimize böyle kazınıyor işte. Her türlü yaşam olanağının eşiğini sunabilecek gerçek bir şimdiki zamanın içinde değil de tahrif dolu takıntılarımızın zamanı içerisinde takılıp kalıyoruz.
Peki bu genişleme hali etrafımızda yaşananları görmemize engel mi? Sanmıyorum. Mutluluğu bulma çabası içerisindeyken, mutsuzluğun nerelerden beslendiğini fark etmek, sadece içimizdeki pürüzleri değil bize uzak sandığımız acıları ve insanları daha net keşfetmemiz için de rehber olacaktır. Umutlu bir mücadele, umut dolu bir yaşam... Mümkün bu!