‘Yolculuk yaparken daha önce böyle bir fırtına olmadı mı?’ Çoğu kez olur ama böylesiyle daha önce hiç karşılaşmadım.’
Ömer Faruk Özgün gencecik bir yazar. Yukarıdaki satırların yer aldığı ‘Serüven Dolu Günler’ adlı kitabını Belçika’daki bir okur buluşmasından sonra verdi bana. Öyküsü fırtınada alabora olan bir gemiyle başlıyordu.
***
Bu hafta içerisinde bir alaboranın içine düştük. Ali İsmail Korkmaz’ın Gezi sürecinde Eskişehir’de öldürülmesi hakkındaki dava Kayseri’de sonuçlandı. Ve vicdan muhasebesinde mahkeme ve dolayısıyla ülkemizdeki adalet bir kez daha sınıfta kaldı. Fırtınalardan fırtına beğen noktasındaki Türkiye’de insan öldürmenin de neredeyse ‘meşru’ sayılabileceği bir kez daha ‘kanıtlanmış’ oldu.
Bu satırları yazıyorum ya, bir yandan da bunları kendime yakıştıramadığım bir soğukkanlılıkla yazdığımı fark edip duraksadım... Mahkemenin ardından yazılan kimi yazıları okuduğumda da benzer bir duyguya kapılmıştım. ‘Demek zamanla hepimize sirayet ediyor, bal gibi de alışıyoruz’ diye düşündüm... Kimi meslektaşlarımız yargıca ve kamuoyuna ‘ölen ya sizin çocuğunuz olsaydı’ diye yazdılar. Evet, kuşkusuz bu bir empati yaratabilirdi. Yerinde bir yakarma olabilirdi. Ancak şunu teslim edelim ki sağduyulu bir toplumda buna gerek bile kalmamalıydı. Sağduyulu bir toplum yaşanan acılar karşısında eskimez, bunaklaşmaz, sarkmaz, buruşmazdı. İnsanı insan kılan acının içindeki gerçeği görebilmesi, hissedebilmesi, algılamasıydı.
Aniden masadan kalktım. Önümde Ömer Faruk’un kitabı, biraz ilerde oğlumun dün akşam kitapların kenarına iliştirdiği karnesi, gençler, bizim çocuklar, bu devletin gençleriyle kurduğu asırlara meydan okuyan o yanlış denklem, bu ülke insanının bir türlü gerçekle buluşamayışı ve boşalmaya yüz tutmuş çay bardağım. Hepsi oradaydı. Derken bir okurumun hatırlattığı Kafka’nın bir sözü o sırada zihnimde çaktı:
‘Hepimizin ortak bir vücudu yoktur, ama ortak bir büyümesi vardır; bu ise, şu ya da bu biçimde acılar içinden çekip götürür bizi. Nasıl ki çocuk belli bir gelişim sonucu yaşamın tüm evrelerinden geçer; yaşadığımız dünyanın tüm acılarından geçerek gelişiriz. Bu konuda adalete yer yoktur, acılardan ürkmeye ya da acıları üstünlük diye yorumlamaya yer yoktur.’
Ali İsmail Korkmaz... Buradaki en yalın gerçek nedir diye tekrarlayıp durdum. Gencecik bir çocuk, sokağın ortasında döve döve öldürülmüştür. Gerçek budur işte. Ve bunun karşısında tutulduğumuz fırtınada gemimiz karaya oturmuştur. Kaçalım ya da saklanalım; görmezden gelelim ya da umursamayalım. Uzaklara, daha da uzaklara kaçalım. En uzaklara, gecelere, gündüzlere, fezadaki limanlara sığınalım. Ama bu bizim, hepimizin, aynı gemide olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.
Durum bu kadar basittir işte. Büyüyeceksek, hep birlikte; yok olacaksak da hep birlikte yok olacağız.
***
Umut mesajı: Ömer Faruk’un kitabında gemi batsa da kahramanlarımız kurtuluyor, dostluk ve insanlık baki kalıyordu. İnanıyorum ki 1998 doğumlu, düş dünyası geniş Ömer Faruk bağlı bulunduğu tekerlekli sandalyesinde daha çok kitap yazacak ve en büyük engelin yüreklerimizdeki engeller olduğunu bizlere hatırlatacak. En büyük fırtınanın vicdanlarımızın alaborası olduğunu...
Sırası gelmişken, Belçika’daki yoğun ve nitelikli okur buluşmasını sağlayan değerli öğretmen ve yazar arkadaşımız Yusuf Çopur’a, Belçika Büyükelçiliği Eğitim Müşavirliği’ne, Brüksel Yunus Emre Enstitüsü’ne ve Belçika Türk Dernekleri Birliği’ne teşekkür etmek boynumun borcudur. Böylesi etkinliklerin yapılması herkese ama herkese iyi geliyor! Örnek mi? İşte Ömer Faruk... Onun gibi nice genç (ya da yaşlı olsa da zihni genç kalmayı başarmış) arkadaşla tanışma vesilesi ‘kendiliğinden’ ortaya çıkıyor! Bu bambaşka büyülü bir dil. Edebiyatın, sanatın dili. İnsanlığın asıl ihtiyacı olan o gerçek dil.