Eski bir zamanda iki arkadaş Kadıköy’ün eski bir sokağına bakan halden anlar bir dul teyze evinde arkadaşları Selim’i bekliyorlardı. Akşam 7’deki filme gitmeye niyetliydiler.
Lodostu ve vapurlar kıyılara el yordamıyla bata çıka yanaşıyordu. Haberler kötüydü. Akşam iyice azacaktı lodos. Selim’in Heybeliada merakının hafta sonuna denk düşen hali, şimdi beter mi beter bir lodosla örtüşüyordu işte.
‘Yok’ dedi iki arkadaştan kıvırcık saçlı ve erkek olanı. ‘Bu Selim bu haşin lodosu atlatamaz! Ne Selim ne de onun o dandik vapuru!’
‘Atlatamaz mı?’ diye şaşkınlıkla sordu kız kendi sesindeki isyana şaşırarak. ‘Sen Selim’i ne sanıyorsun be Ekrem? O ada canavarı ve aynı zamanda lodos canavarıdır!’
‘Görürsem söylerim’ diye mırıldandı Ekrem; bereket karşısındaki başka bir konuyla, yani Selim’le haşır neşirdi.
Kız, Selim’in bir seferinde ada vapurunu kıyıya nasıl yanaştırdıklarını anlatmaya başlamıştı bile.
‘Eee?’ diye meraksızca sordu Ekrem. Kaşları çatılmış ve herkesten hesap soran o her zamanki siması yüzüne oturmuştu. Mühendislik okuyor, ilerde yüksek lisans yapmayı planlıyor, sigaraları resmen birleştirerek içiyor ve o yağız, bıçkın haliyle muhallebi çocuğu Selim’le Burcu arasındaki o içten ilişkiye gıcık kaptığı her halinden belli oluyordu. Aynı bölümde okumalarına, aynı yazarları sevmelerine, birbirlerini kollamalarına falan...
Ama bu, Burcu’nun pek de umurunda değildi. Ekrem’in uzaktan akrabalığından bunalmıştı, tamam derin bilgisine hayrandı ama her şey bir yere kadardı. Duvardaki kallavi duvar saatine baka baka anlatmaya başladı.
‘Bir seferinde ada vapuru Heybeliada’ya yanaşamıyormuş bir türlü. Bizim Selim, bakmış olacak gibi değil...’
‘Şimdi bana kalkıp yok Selim halatı kapmış da dev dalgaların arasına atlayıp karşı kıyıya yüzmüş de dersin sen.’
Bir anda neşelenmişti Ekrem.
‘Hatta kıyıda tozutmuş çımacının deli bakışları arasında dev halatı iskele babasının tepesine usulca kondurdu da dersin...’
‘Ne ilgisi var yahu?’
‘Selim bu yapar, yapar’ diye sigarasının dumanını dul teyze koltuğuna doğru üfürdü Ekrem. Lodostan resmen keyif almaya başlamıştı. Yüzündeki gölgeler seyrekleşmiş, sesi gevrek bir kıvama gelmişti. Burcu’ya kalsa, aynı ses, Selim’in ufak tefek çıtkırıldım halini, birazdan hatırlatmaya başladığında, çıtır çıtır lezzetli bir ikindi simidine benzeyecekti.
‘Hayır’ dedi ‘hiç de tahmin ettiğin gibi değil!’
‘Ne o yoksa kaptan olup gemiyi mi yanaştırmış senin Selim? Dur dur buldum. Etraftaki gemilere çaycının kirli tepsisiyle S.O.S verip yardım istemiştir. Hatta yardım isterken sevecen bir tavırla rica ediyorum lütfen lütfen bile demiştir... İnce ruhlu adamın tekidir ne de olsa Selim.’
O sırada duvar saati 7 defa güm güm diye odaya, ama galiba lodosa ve en çok da Burcu’ya vurdu! Kızın tepesi iyice atmıştı. Derken haşin bir lodos rüzgârı içeriyi titretti, hatta koridoru odadan ayıran netameli kapıyı küt diye açıverdi. İşte o zaman Burcu, lodosla birlikte Ekrem’in yüzüne bir güney rüzgârı gibi deli deli bakıverdi. Akraba makraba, bu Ekrem’den ve ukalalıklarından resmen bunalmıştı.
‘Baksana Ekrem!’ dedi. ‘Bu ülkeyi ya da dünyayı senin gibiler mi değiştirecek sanıyorsun?’
‘Senle Selim gibiler değiştirsin o zaman!’ dedi Ekrem alaycı alaycı. ‘Lodos canavarları, romantik, havadar ve duygusal çocuklar!’
***
O zamanlar cep telefonları yoktu. Selim’den bütün bir gece boyunca haber alamadılar. İkisinin de başı ağrıyordu ve buzdolabının üzerinde sotalanmış Apranax fort’ların dibi gelmek üzereydi.
Ya dünya, ya Türkiye? O zamandan bu zamana ikisi de değişmeyi bekliyor. Hâlâ. Lodoslu ya da lodossuz.