Sukut Diyarının Gümüş Kadınları 4

8 Mart 2015

Kadın çantaları bir yapboz gibidir. Her şey vardır içlerinde. Ayna, makyaj malzemeleri, ped, alışveriş listesi, yaşama dair küçük notlar, dualar, derinlerde cep telefonu, dahası yaşamını, bal gibi de içine koymuş gibidir kadın, arka gözlere, parça parça. Tek tek birleşir parçalar ve denmesi gerekeni der, sonra tekrar dağılır, hatta istenilmiyorlarsa, kaybolurlar.Sevim’in çantası da o çantalardandı işte. Beyaza kaçan, parlak, suni deri bir çanta. Şefkati bol, gözleri derin, konuşkan ve geniş orta halli bir mekân. Bir keresinde ‘bunun içine dünyalar sığar, ne güzel bir çanta, ben de aynısından alacağım!’ diyen Survivor fanı olan bir arkadaşına ‘Al çok rahat edersin, içinde istediğini bulur istemediğini kaybedersin’ demiş ve ardından sigarasından efkârlı bir nefes çekmişti.Arkadaşı, Billur, oturdukları seyrek ağaçlı, tozla yarenlik eden çay bahçesinde miyop gözlüklerinin içindeki meraklı gözlerini ona çevirmiş, nicedir görmediği Sevim’in hayaleti andıran kansız bembeyaz suratını, derin gözlerine sinmiş olan kara bulutu işte o zaman görmüştü. Bir derdi vardı bu Sevim’in. Sanki ölüp ölüp dirilmiş gibiydi. Sanki bir yarışmada elenmiş gibiydi. Miyop miyop hesapladı. Sevim 48 kiloydu. Çantası ise neredeyse 10 kilo. Yani, dışarıdan bakıldığında 58 kiloluk toplam bir sokak ağırlığı vardı. Ancak karşısında tam 150 kilonun ağırlığıyla, üstelik başka bir dünyadan konuşuyor gibi duruyordu Sevim.Bunun nedeni... Sevim, burada kendini tutamayacak ve saçlarına karışan toz zerreleriyle, derin mekanik bir sesle anlatmaya başlayacaktı. Miyop arkadaşı haklıydı. Sevdiği bir çocuk vardı 58 kilo ağırlığına eklenen. Bir garipti çocuk. Aşık mıydı, deli miydi, sevgili miydi, el mi. Bir gelir bir giderdi kafası. Buna karşın yakışıklıydı, üstelik Sevim’in tipiydi. Çantasının beyaz suni derisine; has deri montuyla, zengin yeni suni mahallelerin tıknaz hayat görüşünün kaypaklığıyla cevap vermediği zamanlarda, ‘seni seviyorum’ derdi oğlan Sevim’e, tuhaf bir içtenlikle, ‘Seni çok seviyorum Sevim.’ İşte buna karşı koyamamıştı. Bilirsin dedi miyop arkadaşına ‘Aşkın gözü kördür.’Ancak buna karşın olan olmuştu; sevgilisiyle yollarını ayırmıştı.Ve aradan aylar geçecekti.‘Neden?’ diye sordu miyop Billur, adrenali tavan yapmış bir ses tonuyla. Yine aynı çay bahçesinin kırık döküklüğü vardı fonda.‘Neden Sevim? Neden sen?’Bir yandan da gözleri elindeki gazetedeki o lafa asılıp kalmıştı: ‘Kızını dövmeyen işte böyle dizini döver!’O sırada az önce istediği çayı getirecekti garson çocuklardan biri.‘Yoksa duymamış mıydınız?’ diye soruyla karşılık verecekti ona.Hayır duymamıştı Sevim’in miyop arkadaşı, Billur. Survivor’da kim kiminle ne yaptı, kim kime, nerede, ne dedi bunları çok iyi biliyordu ama çocukluktan beri tanıdığı Sevim’in başına gelenlerden bihaberdi. Şimdi görüyordu, bu tozlu çay bahçesinde, öyle tesadüfen eline geçmiş olan bir gazetede. Görüyordu ki...Sevim...***Elindeki gazeteye öylece bakıyordu Billur. Kafası karışmıştı. Önündeki cafcaflı gazetenin üçüncü sayfasındaki Sevim’e bakıyordu nicedir. Kafası bedeninden ayrılmış Sevim’in, suni deri beyaz çantasıyla bulunduğu çöp konteynırına. Bir de elbette yan sütunda cinayetle ilgili laf eden şu mahalle muhtarı kılıklı adama. Ne diyordu adam: ‘Kızını dövmeyen işte böyle dizini döver!’Nefesi kesilmişti; titreyen ellerindeki gazeteyi, nedenini bilmediği tiklerindeki gibi, kıvırıp doğruca oraya, aynaların, makyaj malzemelerinin, pedlerin, alışveriş listelerinin, yaşama dair küçük notların, duaların, cep telefonunun arasına, dosdoğru beyaz çantasına attı Billur.Emin olduğu tek bir şey vardı: Bir daha o haberi asla ama asla orada bulmak istemiyordu.

Devamını Oku

Sukut Diyarının Gümüş Kadınları - 3

7 Mart 2015

Şemse Allak ve recm cezasıyla yaşamlarını yitirmiş tüm kadınlar içinGeçmiş sonsuz defa tekrarlanabilir Mardinli Şemse, bilir misin? En azından Kuantum Yasası böyle der. Dahasını da der, der de şimdilik boş ver.Sen kendininkini yeniden kotar. Nasıl mı? Öykünün sonundan başlayarak elbette. Al sana bir ipucu: ‘Sanırım mezarıma bir gül demeti götüreceğim’ diye başlar Marquez’in bir öyküsü. Sen de seninkine mevsimin en güzellerini götür. Kırmızı gül diyorsan, o da olur elbette ama sen sümbülleri de düşün. Kadınların seni gömdüğü Kimsesizler Mezarlığı’ndaki toprağına onları usulca, rengârenk bırakırken, ölürken Diyarbakır’ın kızı olmuş haline şöyle yukardan bir bak. Mor, pembe, beyaz. Uzat ellerini eski haline. Moru, pembeyi, beyazı bırak yerine; kendini al. Mezarından dirilt kendini dalgalanarak ve sonu hazırlayan geçmişin sarmaya başlasın geri, kulak asmayarak tüm o karanlık yaşanmışlıklara. Dersen ki aşk o geçmişte en güzeliydi; aşkı al, tamam, karnındaki çocuğun sesini de al yanına, peki. Dersen ki kadınlar, Diyarbakır’daki kadınlar, hastanede hep yanımdaydılar benim, al, onların ilkyaz kokusunu da al yanına. Dersen ki ben komadayken, iyi kalpliler, havalı yatağımı, bezlerimi de göndermeye niyetliydiler İstanbul’dan; al, onların kalplerini de al yanına; hem iyi kalp ağır değildir ki zaten. Kısacası Şemse, yükte hafif pahada ağır olanlar kalsın yanında. Seni taşlayanların ağdalı hayalini, tonla zulmü, asırlık sevgisizliği, yıllanmış hoşgörüsüzlüğü ise toprakta bırak. Solucanlar halledecektir, nasılsa. Geçmiş sonsuz defa tekrarlanabilir Şemse. Bu yalan olmasa gerek. Dediklerine göre her tekrarlanabilecek geçmişi, yeniden, yeni sözcüklerle diriltmek elimizde. Yeniden başa sarmak ve hemen her seferinde kırılmış çiçek saplarını onarmak. Bitip tükenmeden onarmak, üstelik kıyasıya bir enerjiyle. 35 yaşında hangi yolun hangi yarısını geçtiğini bile anlayamadan yitirdiğin yaşamını yeniden dirilt Şemse. N’olur. Bu, bilesin ki hemen hepimize iyi gelecek. Aşkı, ölüm ve kahır için değil, yaşamak ve coşku için özleyenlerin arasına yağmur suları gibi bereketle karış. Sevdan için göze aldığın dehlizlerde seni taşlayanların kahır yüklü taş kalplerini, bırak sahipleri düşünsün artık. Sen, yeni yaşamını kuşan hele. Sonra geniş geniş, kollarını açarak salın yaşamın içerisinde kızım. Mermer kurnalardan sıcak sular dökün üstüne. Saçlarının toprak kokusuna soluk alıp vermenin afyonu karışsın. Misk, beyaz sabun, yaşam... Kuru sonra, bitip tükenmeyen ikindi güneşlerinde. Kırma beni, bu yol yorgunu halimle Diyarbakır’da, sana ve parkına bakarken, işlemeli, parlak, güneşle kol kola turuncu bir elbise giy, çık gel. Dişlerinde hınzırlıklar, usulca, muzipçe fısılda: ‘Hayat güzel mi Müge Abla?’ Ve biliyor ol sorunun cevabını. Biliyor ol kızım.

Devamını Oku

Sukut Diyarının Gümüş Kadınları-2-

1 Mart 2015

Yıl 2023’tü galiba. Seçimler kapıdaydı. 22 ayar hint burması 3 bileziği vardı kadının. Çocukları gibiydi her biri. Çocuklarının adını boş yere koymamıştı onlara. Şefkat, Hadiye ve Uğur. Başka da bir güvencesi yoktu. 20 gram tutardı her biri. 60 gramlık bir güvenceydi hayatı, neredeyse çocukları gibi. Dili olsa neler neler anlatırdı hint burması bilezikler. Zaman zaman böyle düşünüp hüzünlenirdi.İşe bakın ki mutfakta, onların gözleri önünde, baba evinden getirdiği şu pek sevdiği alageyikli halının üzerinde en son yaşadıklarından sonra, sözsüz, dilsiz kaldı evlatları. Tutuldular. Bu öyküyü anlatmaksa, ‘ne hayat ama’ diyenleri haklı çıkarırcasına, hint burmalarının en eskisi Şefkat’e kaldı.‘Kısmet böyleymiş’ diye söze başladı Bilezik Şefkat. Kadının cansız bileğindeki sarısı, kadının görünmesinler diye özenle sardığı boz renkli yemeninin altında daha da donuk bir renk almıştı. ‘Mutsuzdu’ dedi Bilezik Şefkat. ‘Kendimi bildim bileli çok mutsuz. Mutfakta, şu alageyikli halının önünde yemek yaparken, hep kendi kendine konuşup dururdu. Ama yine de ben size onun mutlu bir anını anlatmak isterim.’Bir gün büyük kızı, benimle aynı adı taşıyan Şefkat, ‘anne bak yıllarca önce bir yazar senin alageyiğinle ilgili bir hikaye yazmış’ diye çıkageldi. Yazarın adını tam olarak hatırlamıyorum şimdi. Ancak anlattığı hikaye, kadının doğduğu yerlerde geçiyordu. Kadın heyecanla, zaman zaman yüksek sesle heceleyerek okudu hikayeyi. Ve sonra kitabın kapağını usulca kapattı, ‘ben çok eskiden beri biliyorum bu hikayeyi’ dedi mutfağını ele geçirmiş alageyik halısına bakarak. ‘Alageyik, ölümsüz bir dişinin avcısıyla hesaplaşmasıdır, bilirim. Bizim oralarda herkes bilir bunu.’Sonra mırıl mırıl tencereyle ve içindeki yemekle, konuşmaya devam etti. ‘Avcı... Ava giderken avlanırsın işte böyle.’ Sanki eski bir dostunu görmüş, onunla muhabbet ediyor gibiydi kadın. Sürekli mırıldanıyordu: ‘Alageyikler, alageyikler ’diye. Biber kokusunun, şimdi hatırladım biber dolması pişiriyordu kadın, evdeki bütün boşlukları doldurduğu bir andı bu. Kadının işlediği bütün dantellere, çaydanlığa, kocasının evde olmadığı halde yine de evde gezinen avcı gölgesine, açılmamış telefonlara, prizde bırakılmış şarj aletlerine, kızların erken çeyizlik nevresimlerine, tuz kabındaki nemli tuz zerreciklerine, tezgâhta öylesine duran ekmek bıçağına, kapının önündeki ayakkabılara, çocukların henüz toplanmış yataklarına, televizyondaki oksijensiz evlilik programlarına kadar sinen bir koku. Ve kadın mutlulukla tekrarlıyordu: ‘Artık av olmayacağım.’Sarı hint burması bileziğin erken çalınan kapının ziliyle, tencerenin içinden çıkan buharlara panikle gömülürken hatırladığı son cümle bu olmuştu. Gelen kadının kocasıydı. Gelen, evdeki gölgesini kuşanmaya niyetli adamdı. Avcıydı. Havayı kokladı. Biber. Sonra bir uğultu duydu. Duyduğu uğultu geyik uğultusunu andıran bir sesti. Şuna benzer bir ses: ‘Artık senden boşanacağım.’ Ve adam tezgâhı gördü. Orada öylesine duran telaşsız bıçağı. Halıyı gördü. Kadının ona anlatmak istediği her şeyi gördü. Kadın ise adamın gördüğü her şeyi anladı.‘Bir hikaye okudum Halil’ dedi. ‘Eski bir avcı hikayesi.’ Derken tonlarca ağırlıktaki duyguyu önüne katıp hışımla yok edecek büyük fırtına başladı. Çocuklar içerden bu tarifsiz fırtınayı durdurmak için koştu geldi, ama nafile. Kadının külçe bedeni, 60 gramlık bilezikleriyle, halısında nicedir onu bekleyen alageyiğine kavuştu. Ve sonra tümden sessizleşti kadın.***‘Halil bu sessizliğin içinde yapayalnızdı. Umutsuzdu. Bu ölüm sessizliğinin, kendine karşı bu kaçışın, bu düşmanlığın neden ileri geldiğini anlamıyor, kahroluyordu.’Yaşar Kemal, ‘Üç Anadolu Efsanesi, Alageyik’ten...

Devamını Oku

Sukut Diyarının Gümüş Kadınları-1-

28 Şubat 2015

Galiba 2023 yılıydı. Batman Çayı yine bir huzursuzdu o gün. Yüreği yalanlara dayanamayan o kadınlar gibiydi. Nicedir böyleydi esasen. Düşmanını gördü, adamı, o eski avukatı, helikopterle tepesine bineni. Üzerindeki sular gerildi. Hemen yanı başında yükselen darağacı kılıklı tahta yığınına şaşkınlıkla baktı .Artık yaşlıydı adam. Konuşmaya gelmişti bu diyarlara. Konuşmak: temsil ettiği partisi adına bolca vaat sunmak ve elbette yakın bir zamanda gerçekleşecek seçimler için taze oy toplamak demekti. Oy potansiyelinin ne olduğunu bilirdi adam. Yasaları da bilirdi elbette. O ağzı ne laf yapan avukattı geçmişte, hem de ne avukat! Adaletin ne olduğu kadar ne olmadığını da çok iyi bilirdi. Elbette suçluyu aklamayı da. Yıllar önce atılan temellerle başlattıkları ıslah projesinin kahramanı olan Batman Çayı’nı basından oluşan bir heyetle, yarım saatliğine teftiş edeceklerdi. Yine de ziyaret adlı bu teftiş öyle boş boş olmazdı elbette. Ancak iş aceleye gelmişti; besbelli yöre halkı da hazırlıksız yakalanmıştı. Balonların hepsi şişirilememiş; kurdelelerin bağlanacağı kazıklar çakılamamıştı. Zar zor bir kürsü inşa edilmişti çayın yanına. Ne kadar sağlam olduğu ise su götürürdü!Adam, yine de, gürültü patırtıyla geldi Batman Çayı’nın kenarına. Tansiyonu ne zamandır yüksekti, siyasetin gerginliğinden bunalmıştı ve öğleden sonra Ankara’da katılması gereken ‘Anayasa değişikliği’ ile ilgili toplantı midesini bulandırıyordu. Kaldı ki bir derdi daha vardı. Son günlerde, ne hikmetse, rüyasında sisler içersinde kalıyor; etrafında kanat sesleri duyuyor ve sürekli olarak suda boğulmuş bir kadın cesediyle boğuşuyordu. Kimdi, neyin nesiydi bu kadın. Geçmişini yokluyor, bir türlü bulamıyordu. Yüzünde tikleri artıyordu. Yine de siyaseti iyi bilirdi adam. Siyasetin ne olduğu kadar, ne olmadığını da. Etrafına toplanan insanlara baktı, sonra da çevresini saran basın mensuplarına göz attı. Her şey hazırdı ve yıllardır otomatiğe bağladığı konuşmasına o zaman başladı.‘Sevgili...’ dedikten sonra duraladı. Neredeydi sahi? Bu yörenin adı neydi? Danışmanına baktı, onun da bir şey bildiği yoktu, zevzek zevzek gülümsüyordu. Sevgili halkım diye düzeltti kelimelerini nihayetinde. Sevgili halkım.Ve konuşmasını iştahla, bu iştaha kendi de şaşarak, yeri göğü inleterek yaptı. Eğreti kürsü de coşmuştu. Garç gurç ediyor ama parçalanmayarak, o da, adam gibi halkı çok sevdiği izlenimini veriyordu. Batman Çayı’nın ise kafası karışıktı. Hiçbir şey olmasa da yatağına bırakılan kadın bedenlerinin yıllanmış öyküleri öyle demiyordu. Malabadi Köprüsü’nden atlayan ve efsanelere konu olan kadınlar geliyordu aklına. Sonra Hasret... Ya Hasret? Hasret’in davasında, ona tecavüz eden kuzenleri savunan avukat değil miydi bu adam? Hasret’i boğan enişteyi savunan şu adam?Adam konuşuyordu. Danışman memnun, basın mensupları keyifli, dinleyenler adamın coşkusu karşısında hafif şaşkındılar.Batman Çayı ise, kendinden habersiz kendine çizilen ıslah kaderine bir kez daha lanet okumakla meşguldü o sıra.Oraya kadar adamın cephesinde her şey iyiydi. Sıra özgürlükler bölümüne gelmişti. İşte o zaman gökyüzüne uçurulacak güvercinlerin yeterince eğitilmediği anlaşılacaktı. Ancak bu, ne yazık ki, kapakları açılınca güvercinlerin, havaya uçmak yerine doğrudan adamın üzerine hücum etmeleri sonucunda geç keşfedilen bir bilgi olacaktı. Ve adam nutkunun eksik kalmasına tikleriyle cevap vermeye başlayacaktı. Özgürlük tik, eşitlik tik, kalkınma tik, adalet tik, vatan tik, iki bin hektar arazinin su kazandırılması tik, şey, kadın filan hakları tik de tik..Garç gurç eden kürsüden sağına soluna bakacak, bir sis tabakasıyla kaplandığını hissedecekti o zaman adam. Ve o da ne? Batman Çayı, bedeniyle ölü bir kadın gibi arkasında uzanmış, uzanmış da yatıyor olacaktı, öylece.- Çözüm sürecini çok önemsiyorum ama ne olursa olsun, Mart ayında, bu köşede hep kadınların ‘Hasret’i olacak... Bu ölümlere de en kısa zamanda çözüm bulmamız şart .

Devamını Oku

‘Birileri’ bizi cidden gözetliyor olacak!

22 Şubat 2015

Bu başlığı atmamın nedeni söz konusu şu yasa tasarısı. Meclis’i karıştıran yasa tasarısı. Meclis’te başta HDP’li milletvekilleri olmak üzere bütün muhalefet birleşmiş bu yasa tasarısını protesto ediyorlar, haklılar.İç Güvenlik Yasa Tasarısı’na neden hayır dememiz gerekiyor, kısaca sıralayalım:Bu yasa polisin başta silah yetkisi olmak üzere üzerimizdeki her türlü yetkisini genişletmeye meyil etmiş bir yasa tasarısı. Yani kendi ülkemizde tutuklanmadan tutuklu, suç işlemeden suçlu, paranoyak insanlar haline gelmemiz için (ki yarı yarıya o haldeyiz) düzenlenmiş bir yasa tasarısı. Hak ve özgürlüklerimizi ihlal etmeye hevesli bu yasa tasarısının hayata geçmesi halinde özlediğimiz Türkiye biraz daha sisler içerisinde kalacak. Özgürlüklerimizden bir parça daha kaybetmiş olacağız. Bir parça mı? Hayır, o özgürlüğün tümünü kaybedeceğiz. Hemen hemen hiçbir şeyi protesto etme hakkımız kalmayacak. İzleneceğiz, gözleneceğiz ve fişleneceğiz. Üstelik bunların yapılması, bu yasa tasarısı çerçevesinde ‘meşru’ sayılacak.Kısacası bilimkurgu filmlerindeki o meczup yaratıklara dönüşeceğiz. Ölmeden birer zombi haline geleceğiz.Bu yasa tasarısına dur dememiz gerekiyor çünkü ülkemizde yeterince olan bir şeyin değil, olmayan şeylerin hayata geçmesi lazım. Dünya alem biliyor ki bu topraklarda hak ve özgürlüklerimizi teminat altına alacak olan polisin güç ve yetkilerinin artırılması değil, azaltılmasıdır.Ancak iş polisle de sınırlı değil. Yasa tasarısının bir diğer özelliği ise valiliklere tanınan yetkiyle ilgili. Bu yasa tasarısı hayata geçecek olursa valiler doğrudan gözaltı kararı verebilecek. Dahası, toplumsal olaylarda aynı valilik belediye araçlarına el koyabilecek, personeli polis zoruyla kullanma yetkisine sahip olacak, savcıların yerine ‘hareket edebilecek’ polislerin atanmasına karar verebilecek.Bu ne demek? Vatandaşı düşman olarak görmek demek elbette! Tehdit olarak görmek...Türkiye insanı bu yasa tasarısını bu haliyle hak etmiyor. Diyebileceğim budur. Bunca şey yaşadıktan sonra, hayır.Neden mi? Biz özgürlüğü çoktan hak etmiş bir ülkeyiz. Bu açıdan bakıldığında Meclis’te muhalefetin göstermiş olduğu direnci son derece önemsediğimi ifade etmek durumundayım. Özgürlüğün, siyasetin bittiği (ya da bitirilmeye çalışıldığı) yerde değil tam da ilk elden siyasetin konusu olduğunu düşündüğüm için özellikle önemsiyorum bu direnci. Şunu teslim etmemiz önemli: Siyaset anlamında özgürlüklerimizin teminat altına alındığı bir kamu alanı yaratamazsak, özgürlük fikrimizi asla dünyevileştiremeyiz.‘Özgürlükler Paketi’ diye sunulan bu pakete, aman dikkat! Özellikle de özgürlüğün ne anlama geldiğini tekrar tekrar hatırlayarak. Biliyorum zor... Zor, zaman alacak, enerji kaybettirecek ama... Belki bizim ömrümüz yetmeyecek ama...Diyelim mi? Diyelim hadi ve öyle bitirelim o halde:‘Sende ben imkânsızlığı seviyorum,Fakat asla ümitsizliği değil.’ (Nazım Hikmet)

Devamını Oku

Evde kalmak

21 Şubat 2015

‘Nelere alıştığımı bilmek istiyordum. Neyi görmeye başladığımı, neyin aslında bana uymadığını, nereden çürümeye başladığımı. Evin telefonu çaldı, çaldı, çaldı... Uzun uzun dinledim. Açmadım. Evde yoktuk. Evde yoktum.’Pınar Öğünç’ün yeni kitabı ‘Aksi Gibi’ hayatın tuhaflığı içine saklanmış detayları ve o detayların yaratabileceği anlık bozuşmaları ve bu bozuşmalar kadar, kırık, buruk da olsa bir anda mümkün olabilecek kavuşmaları da anlatıyor.***Ne yalan söyleyeyim kavuşmak sözcüğünü yazdıktan sonra duraksadım. İnsanların dilimlendiği, vücut uzuvlarının parça parça çöp torbalarına konup konteynırlara atıldığı bir ülkede kavuşmak sözcüğünün ne kadar lüks, yoksul, yalnız ve evsiz bir sözcük olduğunu düşündüm. Önce Özgecan Aslan, ardından Nuh Köklü, derken parçalara ayrılan kadın bedenleri... Kübra Kart, Hüsne Aslan...Lime limeyiz... Bilmiyorum; bu kadar ‘evsiz’ kalmamız gerekir miydi? Gerekiyor mu?Evsizlik ve uzayEvsizlik deyince, gözünü uzaya çeviren Batılıların hatırlattıklarını da düşündüm elbette. Yeni bir ‘bütünlük’ arayan Batılıları. Çağımızın en büyük bilim insanı Stephen Hawking, ‘İnsanlığı kurtarmak için başka gezegenlerde koloniler kurmak zorundayız’ demiş. ‘Bu saldırganlık, medeniyetin ve insanlığın sonunu getirebilir. Ancak uzayda yolculuk bizi başka bir yöne götürebilir.’Peki Stephen Hawking. Siz diyorsanız doğrudur elbette, uzaya çıkalım öyleyse. Ama bir yandan da uzaya çıkacak ‘öncelikliler’ arasında olmamız için gereken şartları da düşünelim. Bütün video oyunlarında, hatta Tolkien’in o güzelim ‘Yüzüklerin Efendisi’nde bile karanlık gölgeler, kolonileştirilmesi ve sömürgeleştirilmesi gereken feci düşmanlar olarak resmedilen, bizler, şu kötü 3. Dünyalılara ya da Ortadoğululara sıra ne zaman gelir sizce?Uzaya çıkma sırasıBen tahminde bulunabilir miyim? Büyük bir olasılıkla o sıra bizim bu taraftakilere hiç gelmeyecektir! Kuantum Teorisi’ni Hollywood şipşakçılığıyla çeken filmlerde gezinen feci uzaylı içgüdüsüyle bile bunu anlamak mümkündür. Şu söz konusu uzay yolcuğunda dünyadan kalkan ve uzayı keşfe çıkan bütün uzay gemileri en kötü tahminle tam takır kuru bakır haline gelmiş bir hayalet petrol çölünden havalanacak (Örneğin Teksas) ve ‘Houston problemin varsa da sen hallet koçum!’ diyerek bir daha arkalarına bile bakmayacaktır.Ya geride kalanlar? Biz burada ‘evde’ kalacağız Sayın Hawking. Sanırım bize kalan, birbirimizi boğazlamak, vasat hükümetlerin vasat oy politikalarıyla inşa ettirdikleri nükleer santrallerde kalan son enerjilerle ABD kaynaklı şiddet yüklü polisiyeleri seyretmek, birbirimizi boğazlamak, halkın vergileriyle ödenen teliflerle satın alınmış o muhteşem ‘eğlence programlarında’ ne kadar yetenekli olduğumuzu keşfetmek, birbirimizi boğazlamak, televizyon dizilerinde iyi kalpli ağır abiye, feci duygusal babaya, mafyacı romantik sevgiliye, evliliğe temayülü olan tecavüzcüye ya da ağır ol molla desinler şeklinde poz kesen kıskanç adamlara öykünmek, birbirimizi boğazlamak, kadınları erkeklere emanet yaratıklar olarak (hor)gören bir zihniyetle yaşamaya devam etmeye çalışmak, birbirimizi boğazlamak, dostlar alışverişte görsün diye Osmanlıca öğrenmek, birbirimizi boğazlamak, ormanları talan edip gökdelen ve AVM dikmeyi bir ayet saymak ve saydırmak, birbirimizi, boğazlamak, boğazlamak, boğazlamak olacak...***Hayır.Bizler bu topraklarda bunları er ya da geç aşacağız Sayın Hawking. Bunu niye özellikle size söylediğimi de bilmiyorum. Ama öyle. Biz, bize kavuşacağız elbet bir zamanda. Bir gün o rüya gerçekleşecek. Ve kartopu oynayan insanların neşesiyle kavuşmayı başaracağız bir yerlerde, bir zaman.Evimiz, ‘orası’ olacak işte. Dünyadaki cennetimiz. Önce orası.

Devamını Oku

Eski!

15 Şubat 2015

‘Şehrin duvarları ölmüş kadınlarla kaplı. Öldürülmüş kadınlarla. Kimisi baba, kimisi ağabey, kimisi de eski sevgili ya da eski koca eliyle canından oldu’ diyor Karin Karakaşlı, son öykü kitabı ‘Yetersiz Bakiye’de. Sonra da cümlesindeki ‘eski’ sıfatına vurgu yapıyor:‘Buradaki eski sözü önemli. Terk edilmeyi, ardında bırakılmayı hazmedemeyenlerin sıfatıdır eski. Yeniye müsaade etmez.’Yeninin kudretiHuyundan mı suyundan mı bilinmez, yeniye kolay kolay müsaade edilmez bu topraklarda. En fazla bir iktidar söylemi olarak, ‘eskiden de eski’, naralarla dolu, savaş kokan erkek kalıpları ‘yeniymiş’ gibi ‘bir hengâme aman da bir hengâme’ olarak sunulur. Oysa yeni, yaratıcılığa ve değişime göz kırpan dişi yanıyla, yani gerçek anlamıyla, her zaman için bir tehdittir bu topraklarda. Her yerde ve her zaman.Kadın olmanın hakkını vermek, yeninin de karşılığıdır bir bakıma. Hakkını verdiğiniz bu kadınlıkta ayaklarınızın üzerinde yükselen bir kaide olmanız demek, hantal, sürüncemede kalmış, ezberlenmiş bütün kalıpları ‘şööööyle’ bir yerinden hoplatmak da demektir. Öyle bir hoplatmaktır ki bu, bütün eskilerin yüreği ağzına gelir! Yine de teslim etmek gerekir ki, bunun içinde ‘geleneksel kadın’ rollerini (femme fatale de olabilir, dişi kuş rolleri de olabilir) benimseyenler, daha zor değişenlerdir. Ama o ivme bir kez başlamaya görsün, onlar da yenilenir!Yenilenmek ve yenileşmekTürkiye’de bu ivmenin hızlanması gerekiyor. Elimizdeki cinayet raporları, bu son yaşananlar, Türkiye’deki kadının yenilenmesi ve bu yenilenme süreciyle birlikte Türkiye’yi değiştirmesi gerektiğini söylüyor bize.Dahasını söyleyelim: Türkiye dişileşmeli artık. Bu ne demek peki? Çoğulluğa gerçekten inanan, barışçıl, özgürleşebilen, özgürleşirken aynı oranda özgürleştiren ve en önemlisi de bütün eski, kokuşmuş, lanetli paradigmaları değiştirebilen, yaşam kokan bir bakış açısına sahip olmak demek. Ve elbette buna inanan erkekleri de kapsıyor bu düşünce. Gerçekten yenileşmeyi, değişmeyi ve birbiriyle buluşmayı isteyen herkesi. Bu hayalin gerçeğe dönüşmesi yüzyıllar sürecek olsa da, inanmaya, başlamaya, yola çıkmaya değer.İşte bunun için, asıl bunun için dua etmeye değer!Yollarda‘Özgecanları katledeni değil, kadınların kıyafetini sorgulayan erkek egemen zihniyetten hesap soruyoruz. Siz faillerin lehine söylemlerde bulunarak ya da kararlar vererek kadınlara yönelik suçlara ortak oluyorsunuz. Failleri korudukça daha fazla kadının şiddet görmesine, öldürülmesine neden oluyorsunuz. Biz kadınlar erkek adalet değil, gerçek adalet istiyoruz.’Özgecan Aslan için yürüyen kadınlar böyle diyorlar. Diğerleri de...Kadınların notlarıBirçok kadının notuna rastladım Özgecan’ın ardından. Erkek adalet sisteminden, medyanın erkek diline, iktidarın maço söyleminden özel hayatlarındaki baskılara kadar birçok nota. En çarpıcılarından biri ise kendi erkek arkadaşına seslenen genç bir kadının yazdıklarıydı.Ona, ‘kadınlara o ya da şu şekilde bakıyorsun bakmasına; ama şunu da düşünsene senin değer verdiğin kadınlara da başka birileri bu şekilde, tıpkı senin baktığın ve haz aldığın biçimde bakıyor. Kadını, bedenlerimizi nesneleştirerek bakıyorlar. Buna ne dersin?’ diye soruyordu. Ve bu türden bir nesneleştirmenin önüne geçmenin yollarını sıralıyordu. İlk etapta da dilde gezinen o küfürlere değiniyordu. Hemen her koşulda kadın bedenini yerle bir eden o rezil küfürlere. Hemen her erkeğin kendini, ancak o küfürlerle meşru kıldığını sandığı, kendini ‘erkek’ hissettiği o kadın bedeninde gezinen küfürlere.Kadın bedeninin her daim nasıl açık bir hedef olduğunu anlatan notlara da rastladım.Dahası biz kadınların geceleri adımlarımızı kalp ritmiyle nasıl saydığımızı hatırlatan notlara da. O buruk cesaretin ritmini; bize ait olmadığı savlanan o ‘gece ülkesindeki’ adımlarımızın ürkekliğini. Dar bir mekâna girerken sağımızı solumuzu nasıl kontrol ettiğimizi. Otobüs, dolmuş ve taksilerdeki teyakkuz halimizi.Bir sürü nota rastladım ve hemen hepsinde, tıpkı bu ülkedeki birçok kadının, (ister Alevi olsun, ister Sünni, ister Kürt olsun, ister Türk, ister ilkokul mezunu olsun, ister üniversite mezunu, ister zengin olsun, ister yoksul, ister doğuda olsun, ister batıda, ister kapalı olsun, ister açık) hemen her koşulda kendinde bulabileceği gibi, kendi kadınlığımın bir parçasını yakaladım.

Devamını Oku

Bir insanı sevmekle başlamak

14 Şubat 2015

Daha dün 14 Şubat’tı. Edebiyatçı yanım Dünya Öykü Günü dese de, her tarafı pazar ekonomisi kırmızısına boyayan haliyle, bir 14 Şubat’ı, Sevgililer Günü’nü geride bıraktık. Neyse ne. İkisini de birleştirerek, sevgiye, yaşama ve sanata atfen bir şeyler söylemek adına, elbette ustamız Sait Faik’i hatırlayarak, ‘Bir insanı sevmekle başlar her şey’ diye başlıyorum ben de. Ama bunu demekle işi bitirecek falan değilim. Çünkü bir insanı sevmeye başlamak, her şeye başlamak demektir. Ve bunun da adı ille de genelgeçer anlamıyla ‘aşk olmak’ zorunda değildir. SevebilmekBir insanı sevmek, aynı zamanda kendini sevmeyi de hakkını vererek başarmak demektir ve nefret tohumlarının salisede bilmem kaç bin defa ortaya saçıldığı toplumumuzda her zaman olduğundan daha kıymetli bir keşif haline gelmiştir. Kadınlar ortalıkta gülmesinmiş, kızlar ayrı oğlanlar ayrıymış... Bu ne sevgisizliktir yahu! Böylesi bir mantığın(?) sürekli pompalandığı, tutuculuğun göstermelik kulvarlarda, kompleks azmanı maço cümlelerle ortaya vasatlıktan başka hiçbir şey saçmadığı, maksadını kat be kat aşan tavırlarla ortalığı resmen kana boyadığı Türkiye’de, bu hafta genç bir kız ‘yakılmıştır’. Yakılmıştır, evet. Ve bu genç kızın maruz kaldığı süreç Türkiye’nin genel anlamda kadını gördüğü ve zihninde resmettiği süreçtir. Ne yazık ki böyle. Diyeceksiniz ki ‘Bunlar her yerde oluyor.’ Ben de diyeceğim ki ‘Doğru, ama Türkiye’de olmasın. Burası bizim bitanemiz, burada olmasın.’ Yeri gelmişken hemen her zaman sorduğumuz o soruyu burada da soralım: Türkiye’deki kadın cinayetleri, sizce, neden on yılda bu kadar tavan yapmıştır? Ve yine defalarca söylediğimiz gibi, tekrarlayalım: Türkiye’de bu tür olayların olmaması için alınacak önlemler, ailenin kutsallığına yapılacak vurgularla bertaraf edilemez. Sorunumuz bu toplumun kadını birey olarak göremiyor, görmek istemiyor oluşudur. Kadına duyulacak saygının, onun gerçek kimliğine değil toplumsal (alt)kimliklerine yönelik tavırlarla sağlanamayacağı gerçeğiyle bir türlü yüzleşemiyor oluşumuzdur. Ve ne yazık ki yıllardır, kadını ‘sevmeyi,’ onu malı gibi görmek olarak tasarlayan bir zihniyetle burun buruna yaşıyoruz. ÖzgecanVe Özgecan. Canımızdır o, evet. Giderken boynumuz bükük kalmıştır arkada. Çok fena bükük kalmıştır. O bir Psikoloji öğrencisiydi ve talihsizliği, akşam eve dönerken bindiği minibüste karşısına çıkan feci adamlardı. Peki bu feci adamlar niçin bu kadar çoklar, çoğaldılar? Bu, filmlere konu olacak ‘görkemli’ sapıklıklarını besleyen nedir? Neden ellerini kollarını sallayarak ortalıkta geziniyorlar? Neye güveniyorlar? Bir insana tecavüz edeceksiniz, bıçaklayacaksınız ve sonra yakacaksınız. Bu nasıl bir nefrettir? Ne dersek diyelim bu nefret, bu toplumdan çıkmıştır. Cinayeti sırlarla kaplanmış Münevver Karabulut’un toplumundan. Aile kutsaldır, kadınlar kutsaldır, kadınlar gece sokağa çıkmasın, kahkaha atmasınlar, kendilerini mümkünse eve kapasın ve bir daha da erkeksiz ortalıkta görünmesinler şeklindeki vıdıvıdılarla çözülemeyecek kadar derin bir nefrettir bu. Buralardan beslenen ve sonra nerelere, hem de ne ince, görünmez, kabuk bağlamış detaylara uzanan ve en hazini kimi kadınlar tarafından da ikinci plana atılmak, susturulmayı kabul etmek biçiminde bir şekilde onay verilen bir nefrettir bu... Ve Türkiye, bu konularda, biran önce kendine gelerek, bitlerini ayıklamaktan vazgeçmek durumunda olan ülkenin adıdır. Yeri gelmişken hazin bir not daha düşelim: Hasret Daşlı’nın öyküsü. Batman’da 2012 yılında kuzenlerinin tecavüzü sonucu hamile kalan ve bu nedenle aile meclisi kararıyla öldürülen ve bütün yalnız kadınlar gibi cesedi dereye atılan Hasret’in davasında yaşananlar, bu tür davaların genel bir özeti sanki. İki yılı aşkın süredir aranan cinayet şüphelisi amca hâlâ yakalanamamış durumda. İlk duruşmada elektrik kesilmiş ve dava ertelenmiş. Mahkemenin yaptırdığı yaş tespiti evrakı dosyada bulunamamış. Ne diyorduk, konumuz neydi? İnsanı sevmekti galiba... Evet, sevgi! Yalnız kadın cesetlerine, ülkemizin erkek pazulu adaletinin kılıf bulma alışkanlığını ise bambaşka bir yazıya bırakıyorum.

Devamını Oku