Daha dün 14 Şubat’tı. Edebiyatçı yanım Dünya Öykü Günü dese de, her tarafı pazar ekonomisi kırmızısına boyayan haliyle, bir 14 Şubat’ı, Sevgililer Günü’nü geride bıraktık. Neyse ne. İkisini de birleştirerek, sevgiye, yaşama ve sanata atfen bir şeyler söylemek adına, elbette ustamız Sait Faik’i hatırlayarak, ‘Bir insanı sevmekle başlar her şey’ diye başlıyorum ben de. Ama bunu demekle işi bitirecek falan değilim. Çünkü bir insanı sevmeye başlamak, her şeye başlamak demektir. Ve bunun da adı ille de genelgeçer anlamıyla ‘aşk olmak’ zorunda değildir.
Sevebilmek
Bir insanı sevmek, aynı zamanda kendini sevmeyi de hakkını vererek başarmak demektir ve nefret tohumlarının salisede bilmem kaç bin defa ortaya saçıldığı toplumumuzda her zaman olduğundan daha kıymetli bir keşif haline gelmiştir. Kadınlar ortalıkta gülmesinmiş, kızlar ayrı oğlanlar ayrıymış... Bu ne sevgisizliktir yahu! Böylesi bir mantığın(?) sürekli pompalandığı, tutuculuğun göstermelik kulvarlarda, kompleks azmanı maço cümlelerle ortaya vasatlıktan başka hiçbir şey saçmadığı, maksadını kat be kat aşan tavırlarla ortalığı resmen kana boyadığı Türkiye’de, bu hafta genç bir kız ‘yakılmıştır’. Yakılmıştır, evet. Ve bu genç kızın maruz kaldığı süreç Türkiye’nin genel anlamda kadını gördüğü ve zihninde resmettiği süreçtir. Ne yazık ki böyle.
Diyeceksiniz ki ‘Bunlar her yerde oluyor.’
Ben de diyeceğim ki ‘Doğru, ama Türkiye’de olmasın. Burası bizim bitanemiz, burada olmasın.’
Yeri gelmişken hemen her zaman sorduğumuz o soruyu burada da soralım: Türkiye’deki kadın cinayetleri, sizce, neden on yılda bu kadar tavan yapmıştır?
Ve yine defalarca söylediğimiz gibi, tekrarlayalım: Türkiye’de bu tür olayların olmaması için alınacak önlemler, ailenin kutsallığına yapılacak vurgularla bertaraf edilemez. Sorunumuz bu toplumun kadını birey olarak göremiyor, görmek istemiyor oluşudur. Kadına duyulacak saygının, onun gerçek kimliğine değil toplumsal (alt)kimliklerine yönelik tavırlarla sağlanamayacağı gerçeğiyle bir türlü yüzleşemiyor oluşumuzdur.
Ve ne yazık ki yıllardır, kadını ‘sevmeyi,’ onu malı gibi görmek olarak tasarlayan bir zihniyetle burun buruna yaşıyoruz.
Özgecan
Ve Özgecan. Canımızdır o, evet. Giderken boynumuz bükük kalmıştır arkada. Çok fena bükük kalmıştır. O bir Psikoloji öğrencisiydi ve talihsizliği, akşam eve dönerken bindiği minibüste karşısına çıkan feci adamlardı. Peki bu feci adamlar niçin bu kadar çoklar, çoğaldılar? Bu, filmlere konu olacak ‘görkemli’ sapıklıklarını besleyen nedir? Neden ellerini kollarını sallayarak ortalıkta geziniyorlar? Neye güveniyorlar?
Bir insana tecavüz edeceksiniz, bıçaklayacaksınız ve sonra yakacaksınız.
Bu nasıl bir nefrettir?
Ne dersek diyelim bu nefret, bu toplumdan çıkmıştır. Cinayeti sırlarla kaplanmış Münevver Karabulut’un toplumundan. Aile kutsaldır, kadınlar kutsaldır, kadınlar gece sokağa çıkmasın, kahkaha atmasınlar, kendilerini mümkünse eve kapasın ve bir daha da erkeksiz ortalıkta görünmesinler şeklindeki vıdıvıdılarla çözülemeyecek kadar derin bir nefrettir bu. Buralardan beslenen ve sonra nerelere, hem de ne ince, görünmez, kabuk bağlamış detaylara uzanan ve en hazini kimi kadınlar tarafından da ikinci plana atılmak, susturulmayı kabul etmek biçiminde bir şekilde onay verilen bir nefrettir bu...
Ve Türkiye, bu konularda, biran önce kendine gelerek, bitlerini ayıklamaktan vazgeçmek durumunda olan ülkenin adıdır. Yeri gelmişken hazin bir not daha düşelim:
Hasret Daşlı’nın öyküsü. Batman’da 2012 yılında kuzenlerinin tecavüzü sonucu hamile kalan ve bu nedenle aile meclisi kararıyla öldürülen ve bütün yalnız kadınlar gibi cesedi dereye atılan Hasret’in davasında yaşananlar, bu tür davaların genel bir özeti sanki. İki yılı aşkın süredir aranan cinayet şüphelisi amca hâlâ yakalanamamış durumda. İlk duruşmada elektrik kesilmiş ve dava ertelenmiş. Mahkemenin yaptırdığı yaş tespiti evrakı dosyada bulunamamış.
Ne diyorduk, konumuz neydi? İnsanı sevmekti galiba... Evet, sevgi!
Yalnız kadın cesetlerine, ülkemizin erkek pazulu adaletinin kılıf bulma alışkanlığını ise bambaşka bir yazıya bırakıyorum.