‘Hepimizin şahsi hataları olabilir. Bu hükümet 78 milyon için güzel işler yapıyorsa ve herkes bundan istifade ediyorsa bu hükümetin dimdik ayakta devam etmesi lazım... Geçmiş iktidar dönemlerinde Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç general kaşını çatsa, öyle olmasını istemiyoruz deseler, hükümet başkanları elleri titreyerek istifa mektubu yazarlardı.’Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Salihli’deki veda konuşmasından.***Nurdan Gürbilek’in Metis Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı ‘Sessizin Payı’nda Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın davasına yönelik bir bölüm var. Bu davaları ünlü Eichmann Davası’na referans vererek ele alıyor. Hatırlatalım: Bu davayı Hannah Arendt Kudüs’te izlemiş ve New Yorker’a yazmıştı. Ardından bu izlenimler ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ adında bir kitap olarak çıkmıştı karşımıza. Bu davanın satırlara yansıyan önemi şudur: Eichmann onca kötülüğün içersinden çıkmış biri olarak dava esnasında hiç de kötü biri gibi gözükmemekte, hep aynı ‘beylik’ laflarla konuşmakta ve Yahudi nüfusu ortadan kaldırmayı amaçlayan ‘Nihai Çözüm’ün sıkı takipçisi olmaktan ziyade kendi halinde, sıradan bir adam gibi durmaktadır. Binlerce insanın katline onay vermiş bir insan gibi değil de, klişelerle dolu savunmasında terfiyi özlediği için düğmeye basmış vasat (hatta çaresiz) bir memur eskisi gibidir.Ya 12 Eylülcüler?‘Yalnızca Evren ve Şahinkaya değil, 12 Eylül döneminin sıkıyönetim komutanları, emniyet müdürleri, cezaevi müdürleri, cezaevi doktorları, polisler, hakimler, savcılar, bilirkişiler sanık sandalyesine oturmuş olsalardı, onlara neden bu çarkın bir parçası oldukları sorulabilseydi, ortaya çıkan manzara Eichmann’ınkinden çok da fazla olmayacaktı’ diyor Gürbilek.Ben vazifemi yaptım, şartlar ne gerektiriyorsa onu gerçekleştirdim tarzında cümleler duyacaktık herhalde... Hiç kuşku yok ki bu tür cümlelerden yola çıkıp, ‘vatan millet ve elbette adapazarı’na varan nidalara ve o nidaların insanlarına denk düşecekti yolumuz. Rüzgâr nereden esiyorsa oraya dümen kırmış, o rüzgârın insanı olduklarına dair ‘kendi halinde’ sözlerin insanları olacaktı bunlar. Hatta beden dilleriyle, amirlerinin gözüne girebilmek, terfi almak, yükselmek, yeni güç alanlarına sahip olmak için tüm bunları yaptıklarını bile söyleyeceklerdi. Peki tüm bu hengâme devam ederken ülke çapındaki kötülüğe katkılarının, hemen hepsinin cani ruhlu olmasından değil, o sıralarda asıl egemen olandan, yani kötülüğün sıradanlaşmasından kaynaklı olduğunu fark edebilecek miydik bizler? Anlayabilecek miydik bu insanların ‘iktidara ayak uydurmak daha kârlı olduğu için kötülük yaptıklarını’? Onlar için ‘kötülük ne kadar çok insanla paylaşılırsa sorumluluğun o kadar azaldığını da fark etmemiş olamazlar’ diyor ya Gürbilek, bunun ne anlama geldiğini düşünebilecek miydik dersiniz? Bu denklemi çözmüş olabilseydik, bugün, bir şeyleri gerçekten değiştirmiş olabilir miydik?Ya bu günler?Ne yazık ki 12 Eylül’ün çehresi bu insanların böylesi ‘normal’ tavırlarıyla sınandı ve sıvandı. Ancak ifade etmemiz şart: buradaki temel sorunumuz sadece 12 Eylül değil.‘Rüzgâr değiştiği anda aynı ürkütücü normallikle bu kez başka yüce idealler uğruna, başka klişelerle kurulmuş cümleler eşliğinde, başka insanların canını yakmayacaklarına nasıl inanırız?’ diye soruyor Nurdan Gürbilek. Üstelik aynı insanlar olmaları da gerekmiyor. Farklı çehreler sahnede yer alıyor olsa da ‘gelenek’ değişmiyor ya, o hesap işte.Bu zeminin kalıcılığının kanıtlarını yaşadığımız ve sürekli olarak tecrübe ettiğimiz düşünüldüğünde, yani rüzgâr değiştiği anda, başka başka noktalarda, başka başka insanların canının yanmayacağının garantisi var mıdır? Sorulardan biri budur. Siz söylediniz ve hatırlattınız diye söylüyorum Bülent Arınç. İçtenlikle sormak isterim: Var mıdır böylesi bir garanti, 78 milyon için, bu ülkede? Dahası (ikinci soru diyelim şuna), ülkedeki bütün bu tarihsel süreci düşündüğümüzde, şahsi hataların ‘şahsi kalma’ garantisi var mıdır?
1 Mayıs’ta ne işin vardı orada be Panço?Alemsin, alemsin işte! ‘Kadehimde sakız rakısı, dilim kekeme, elimde olta, oltanın elinde zoka, sandalda Barba Stanco, küpeştede Sivriada, yıldızlar bağrımda’, senin fotoğrafına bakıyorum öylece. O öyküyü okuyalı yıllar olmuş. Unutmuşum, eh doğal bu, usul usul çizgilerle dolmuşum, yarı küskün yarı mutluyum. Her zamanki gibiyim, anlayacağın. Şaşırma: 1 Mayıs’ta evdeyim, dışarı çıksam da Taksim’e çıkamayacağım, yasaklıyız. Hoş her şey yasak bize. Tek gerçek var bu ülkede. Onun da adı yasak. 1 Mayıs’ta böyle. 2 Mayıs’ta kim bilir, nerede, nasıl. Sen demeden ben söyleyeyim: Başka bir yasakta, elbette! Ama dur bi dakika! Derdim bu değil bugün. Bugün derdim sensin Panço! Zır gönüllü Panço seni, kerata...Haberleri takip etmeye çalışıyorum. Derken...Sen! Bilgisayarımın ekranında soluk görünüyorsun, ama o sensin, biliyorum, anladım herkesten önce.‘Valla bu bizim Panço’ dedim. Başka da bir şey demedim. O sırada ‘Yıldızlar asılmıştı ağaçlara.’ Ve sen, Allah senin iyiliğini versin emi, yine çok şefkat doluydun Panço.Taksim’desin ve ustanın son öyküsünde geziniyorsun. Ama yeni bir öykünün de konususun besbelli.Al bu da benden olsun o zaman: ‘Polisin tekmesinin o dakkasında, şiddet balçığının ortasında bir köpek, bir çocuğun yanında tüm suların derinliğinde fosforlu bir şefkatle bekliyor, şefkatle susuyor, ama aynı zamanda şefkatle konuşuyordu’Panço bu yapar mı yapar, bir köpek olarak geri geldiğine şaşırdıysam namerdim.Bellek pek tuhaf bir nane, bilgisayar bana ben bilgisayara öylece baktık durduk bir müddet, sonra tık diye hatırladım: ‘Hayvanlar insanları öpüyordu. Köpekler konuşuyor, insanlar havlıyordu.’Şaşırmadım ve hemen yapıştırdım: ‘İnan olsun bu Panço!’Canımsın be!‘Canımsın, ağacımsın, ırmağımsın, denizim benim’Bu sensin kesin. Ne diyordu Usta:‘Dünyanın bütün sandallarına bineceksin. Elinde naylondan 35’lik bir oltayla deniz diplerinden balık sanıp fosforlar, yakamozlar, pırıltılar yakalayacaksın.’O fosforları gördüm ben Panço. İki gözüm canım. Herkes gördü. Bana bu yeter şimdilik. Ama yine de aklından geçirirsen:‘Bil ki ben Taksim Meydanı’nda, abidenin önündeki çayırın kısa parmaklıklı demirlerine oturmuş seni düşünüyorum.’***Meraklısına: Sait Faik’in son öyküsüdür Kalinikhta. Vedadır bir çeşit. Hüzündür, inançtır, coşkudur, ‘millet ne derse desin ben buyum’dur, alçakgönüllü bir direnç vardır satırlarda, aşk vardır, bilinçte bir kırılma vardır besbelli ama bir o kadar da sağlamdır anlatılanlar. Neyi mi anlatırlar? İnsanı elbette. İsteyen Sait Faik’i bulur bu satırlarda, isteyen kendini. İsteyen, Usta’nın en esaslı karakteri Panço’yu... Tamamen okuyanın algısına ve hayatta nerede durduğuna bağlıdır satırların önünüzden akışı. ‘Kim güçlüyse o haklıdır’ ezberiyle büyüyenlere nasıl etki yapacağı ise tarafımca merak konusudur.
23 Nisan’da başbakan koltuğu ve bilumum koltuklara oturan çocuklara üzülüyorum. ‘Ne gündü ama!’ diye hatırlayacakları o geçmişte, sahiciliğe dair hiçbir şey olmaması gelecek zaman diliminde başlarına (karakterlerinin sağlıklı gelişimi açısından) iş açabilir. Bu yüzden her yıl tekrarlanıp duran o tuhaf sahneleri seyredemiyorum. Yok efendim nükleer santral hakkında ne düşünüyorlarmış, yok efendim başkanlık sistemi hakkında ne diyeceklermiş... İnsanın ‘merak etme büyüdüğün zaman sana kimse ne düşündüğünü sormayacak, hiç değilse bunun keyfini çıkar anacım’ diyesi geliyor!Alt tarafı koca bir kamera şakası olarak seyret tüm bunları diyorum kendi kendime! Ancak yaşamın her alanında her şey o kadar ‘ciddi’ bir akış içersinde ki gülmek yerine (ki gülmeyi çok seven o insanlardanım) bu tür olaylar karşısında çoğu zaman ağlamak ihtiyacı hasıl oluyor bende.Dahası o minik, güzel, parlak gözlü çocuklardan kendilerine ezberletilmiş replikler değil şöyle sıkı cevaplar gelsin de istiyorum. ‘Nükleer santral mi? Bunun başımıza ne büyük işler açacağını nasıl bilmezsin ya da başkanlık sistemini halk istemiyor ki size ne oluyor kardeşim?’ gibisinden laflar.Dedim ya bu ‘ciddiyet hali’ hepimize bulaşmış durumda...***Geçtiğimiz hafta yaşanan 23 Nisan sahneleri bana Milan Kundera’nın son kitabı ‘Kayıtsızlık Şenliği’ ile ilgili bir bölümü hatırlattı. Kitapla ilgili bir yazıyı, kitap henüz basılmadan yazdım. Kitap elime ilk ulaştığında adı ‘Anlamsızlık Şenliği’ idi. Nedense kitabın adını ‘Anlamsızlık Şenliği’ olarak kendime daha yakın hissediyorum. Çağımızı daha iyi özetlediği için belki de.Peki kitaptaki olay ne? Birçok olay var da ben birini anlatayım size.Kahramanımız Stalin’dir.Ne yapıyor? Almış karşısına politbüro üyelerini, anlatıyor da anlatıyor. Biz bunları kitaptaki kahramanlardan birinin (Charles) okuduğu ‘Anılar’ adlı başka bir kitaptan öğreniyoruz. Anılar’ın yazarı ise Kruşçev.Olay şudur: Stalin ava çıkmaya karar verir. Sırtında eski bir parka, ayaklarında kayaklar, elinde uzun bir tüfek, 13 kilometre yol kat eder. Sonra ağaca tünemiş keklikleri görür. Tam 24 tanedirler! Ancak Stalin’in tüfeğinde sadece 12 fişek vardır. Hemen 12’sini orada öldürür. Ama iş orada bitmez! Sonra Stalin aynı şekilde geri döner ve yanına 12 fişek daha alarak yeniden yola çıkar ve ağaçta hâlâ tünemekte olan 12 kekliği öldürür. Nihayet keklikler hakkın rahmetine kavuşmuştur!Kruşçev’in yazdığına göre masadaki kimse gülmemiş bu anlatılanlara. Hepsi bu hikayeyi son derece saçma bulmuş ve bu yalandan iğrenmiş. Aralarında bir tek Kruşçev cesaret edip sorabilmiş:‘Kekliklerin daldan uçmadıklarını mı söylemek istiyorsun gerçekten?’‘Kesinlikle öyle’ demiş Stalin. ‘Aynı yerde tünemiş duruyorlardı.’Ancak hikaye burada bitmiyor. Çalışma gününün sonunda gittikleri tuvalette Stalin’i çekiştire çekiştire olayın dedikodusunu yapmış politbüro üyeleri. Stalin’in tuvaleti onlarınkinden farklı bir yerdeymiş. Bu yüzden kendilerini çok rahat hissediyor, basıyorlarmış kahkahayı! ‘Yalan söylüyor işte yalan söylüyor!!!’ Düşündüklerini nihayet yüksek sesle dile getirebiliyorlarmış. Ancak bilmedikleri bir şey varmış. Stalin onları tuvaletin penceresinden dikizliyor ve için için çok eğleniyormuş!Kitaptaki bir diğer kahraman şöyle söylüyor Charles’a:‘Bütün bu hikayede bana inanılmaz gelen tek şey kimsenin Stalin’in şaka yaptığını anlamamış olması!’‘Tabii’ diyor Charles, kitabı masaya bırakarak. ‘Zira etrafındaki kimse şaka nedir bilmiyordu. İşte bana göre, tarihte yeni, büyük bir dönemin açıldığını haber veren tam da buydu.’***Şimdiki zamanın tarihsel dersi mi? Elbette ‘ağır (abi) ol molla desinler.’
24 Nisan 1915 tarihinde tutuklanan Ermeniler arasında bir müzisyen vardı: GomitasVartabed. Diğerleriyle aynı kaderi paylaşacaktı. Teker teker evlerinden alınan ve bir daha geri gelmemek üzere giden Ermenilerden sadece biriydi o. Trene bindirildi ve Çankırı’ya sürgün edildi. Sonra başta Halide Edip olmak üzere bazı Türk aydınların ve çok sayıda yabancı diplomatın araya girmesiyle Gomitas’ın geri dönmesine izin verildi. Sonunda Talat Paşa’nın özel emriyle İstanbul’a geri döndü Gomitas.24 Nisan 1915 tarihinde tutuklananların yer aldığı bu listede, Gomitas’ın adı diğer yazarlar, sanatçılar, öğretmenler ve gazetecilerle birlikte geçiyor. Bu insanların her birinin adının yanına ise bir parantez açılmış. Ve o parantezler, bugün ister Türk, ister Ermeni olalım, bu topraklarda yaşayan bizleri yakından ilgilendiriyor. Gomitas’ın hemen adının yanındaki parantezde yazan ise bambaşka bir şey söylüyor bu topraklarda yaşamaya çalışan bizler için: delirdi.Delirdi, delirdi, delirdiİki-üç gündür parantezin içinde yazan bu tek sözcükle haşır neşirdi kafam: ‘delirdi.’Sıraladım:Deliririz çünkü zaman hep gecedir.Deliririz çünkü heybetli bir sıladayızdır. Deliririz çünkü için için kendini yeme zamanıdır.Deliririz çünkü başka bir çare kalmamıştır. Bunlardan hangi durağa denk düştü bilmiyorum, ama Gomitas, dönüşünden sonra aklını toparlayamamış önce İstanbul’da, sonra yaşamının geri kalanını geçireceği Paris’te tedavi görmüş. Bundan sonrası ise daha da hazindi. Hayatının son 18 yılında bir daha hiç konuşmamış bu büyük müzisyen ve sayısız eserlere imza attığı piyanosunun tuşlarına bir daha elini sürmemiş.Susmanın ne anlama gelebileceğini düşündüm sonra. Onu da kendimce sıraladım:Susarız çünkü gerisi boşluktur.Susarız çünkü neye uğradığımızı bilmeyiz. Susarız çünkü giyinecek kuşanacak başka bir şeyimiz kalmamıştır.Susarız çünkü savrulan sadece hayallerimiz değil aynı zamanda gökyüzündeki yıldızlardır.Susmak: bulutlu bir gökyüzüdür çünküSansürle gölgelenen son İstanbul Film Festivali’nde, dünya çapında büyük bir piyanist olan Seymour Bernstein, Ethan Hawke imzasını taşıyan bir belgeselde, müzikle kurduğu bağı anlatırken ‘ellerimle gökyüzüne dokunacağımı tahmin edemezdim’ diyordu ve müziğin tınısının kainatın tınısı olduğundan bahsediyordu.Gomitas’ın Gökyüzü Bulutlu (Sky is Cloudy) eserini dinlerken Bernstein’ın bu sözlerini hatırladım. Ve bir insanın müziğinden vazgeçmesinin, yani susmasının ne anlama gelebileceğini parantez içine sığabilecek tekmil bir gerçek olarak, sanıyorum ki anladım. Susmak, yaşayan bir ölü olmaktı.***Bugün, soykırım yoktur diyen insanlara söyleyecek hiçbir şeyim yok. Onların bu sözlerinden yoruldum. Bu toplumun gerçekle yüzleşmesini geciktirmekten hâlâ nasıl bir haz alabildiklerini ise bilmiyorum ama böyle yaparak sadece kendilerine kötülük yapmıyorlar, insanların geçmişle helalleşme ve bugüne kavuşma şansını da ellerinden almaya çabalıyorlar.Öte yandan sürekli geçmişe takılı kalmanın da kimseye bir hayrının olmadığını biliyorum.Toparlamak gerekirse, bütün kalbimle artık bugüne bakalım istiyorum; gökyüzüne dokunmanın penceresini aralamak ve oradan güneşe bakabilmek. Sonra, yan ha yan! İçimizde üşüyen, gölgeli neresi varsa sıcaktan terleyinceye, ışıktan yoruluncaya kadar.*** Yiğit Bener ve Sırma Köksal, biz 35 yazara ‘İçimizdeki Ermeni’yi yazdırdı (Can Yayınları). Üç kuşak yazarın ‘geçmişe, kendine ve bu topraklara’ yönelik yolculuğunu anlatan ilginç bir kitap olmuş. Okumanızı öneririm.
‘Azınlığın kontrolü altındaki medyadan hepimizin sahip olduğu medyaya geçiş, matbaanın icadını izleyen devrim kadar büyük bir devrimin habercisidir.’Bu sözler, tüm dünyada bağımsız medyayı, interneti, demokrasiyi, yerel medyayı, çoğulculuğu ve bilgiye erişimi destekleyen Internews’un kurucusu David Hoffman’a ait. Hoffman’ın Paloma Yayınları’ndan dilimize aktarılan (çeviri Füsun Özlen’e ait) ‘Vatandaşlar Ayaklanıyor: Bağımsız Gazetecilik ve Demokrasinin Yayılması’ adlı kitabı, dijital teknolojinin halkın gerçek sesi olduğunu söylerken, aynı zamanda insanlığın gelecekteki demokratik varlığına da vurgu yapıyor. Hiç kuşku yok ki radikal bir düşünür Hoffman; ancak ‘teknolojiden fetiş yaratmak kolaydır, sonuçta farkı yaratan insanlardır ve toplumsal değişimi değiştirecek elektronik medyanın devasa gücünü fark edenler de bireysel yenilikçiler ve eylemcilerdir’ derken göze aldığı riskin aynı zamanda dünya için bir fırsat olduğunu hemen hepimize hatırlatmasıyla çağımızın devrimcilerinden biri de.Hoffman, teknolojinin kendisinin tek başına özgürlüğe yol açamayacağını, özellikle iktidarın eline geçtiğinde nasıl kullanıldığına dikkat kesilmemiz gerektiğini de söylüyor elbette! Bu yüzden de insan faktörü hâlâ çok önem taşıyor. ‘Despotlar toplumlarını çoğunlukla korku yaratarak ve bilgiyi kontrol ederek denetler’ diyor Hoffman. Ve ekliyor: ‘Özgür ve bağımsız medya, onların yönetiminin lanetidir. Bilginin daha çok kişinin eline geçmesiyle, özgürce konuşma ve toplum içinde yer alma arzusu doğal olarak büyüyecektir. Bu özgürlükle ne yapacağımız ise BİZE bağlıdır.’***Dün burada yer verdiğim Türkiye’de Siyaset, Medya ve İnternette Özgürlükler saha araştırmasıyla ilgili bir düzeltme yapmam lazım. İnternette düzelttik ama gazete okuru için de yapalım. HDP’li seçmenlerin yüzde 2.8’i ve CHP’li seçmenlerin yüzde 1.30’u AKP’nin internet kısıtlamalarını ve sansüre ‘çok karşı’ değil ‘çok destekliyordu’. Bugün bu düzeltmeyi yazarken, neredeyse yine aynı yanlışı yapıyordum! ‘Çok destekliyorlar’ yerine yine ‘çok karşılar’ diye yazdım. Bu seçmenin, oranı düşük olmasına rağmen, AKP’nin sansür politikalarına ‘çok’ destek vermesi, besbelli aklımın almadığı bir şey ; elbette buna ‘çok karşı olanların’ oranının yüzde doksanlara varamamış olması da (Tekrar hatırlatalım: CHP’nin yüzde 40’ı ve HDP’nin yüzde 30.20’si bu yasaklara çok karşıydı). Sansür, ne olursa olsun, düşünce ve ifade özgürlüğü için gerçek bir veba ve buna biraz değil, ‘çok’ karşı olamadığımız müddetçe Hoffman’ın sözünü ettiği ‘korkunun’ esiri olmaya devam edeceğiz.Bu arada, söz konusu araştırmada Türkiye’nin en önemli sorunu nedir açık uçlu sorusuna, ‘kadın sorunlarıdır’ diyen neredeyse çıkmamış... Öyle olsa, bunun sonuçları bu kapsamlı çalışmaya mutlaka yansırdı! 51 ilde 2356 katılımcı (bu katılımcılar arasında elbette kadınlar da var) ile yapılan bu araştırmada, Türkiye’nin en önemli sorunları arasına ‘kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri’ hâlâ girememiş durumda. Peki.
En son yaşadığımız sosyal medya sansürüne yönelik düşüncelerimi soran yabancı bir meslektaşıma ‘bu kaotik durum ne ilk ne de son; artık film zamanı, kendimizi sansürsüz hissettiğimiz o alanı yaşıyoruz ya, bu da bana-bize yeter şimdilik’ demiştim.Acele etmişim!Bu sözlerden sonra kayıt tescil belgesi yok gerekçesiyle Kültür Bakanlığı Bakur-Kuzey adlı belgeselin gösterilmesine izin vermedi. Bu elbette sadece bir bahaneydi.Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu’nun filmi Türkiye içindeki üç PKK kampında çekilen bir belgesel. İnsanların gündelik yaşamlarını beyaz perdeye yansıtmasıyla ilgi toplamaya aday bir filmdi.Sonrasında bir sürü olay oldu, protestolar yaşandı. Jüriler çekildi, ödüller iptal edildi, kimi filmlerin gösterimi durduruldu. Dahası protestolar Ankara Film Festivali’ne de yansıyacak.Burada yasakçı zihniyete sormak şart: Mutlu musunuz? İstanbul Film Festivali gibi en büyük gururlarımızdan biri olan böylesi bir kültür hareketliliğine düşürdüğünüz bu kara lekeden, sahi mutlu musunuz?Topu İKSV’ye atarak kurtulmaya çalışanlara hatırlatalım: İKSV kendilerine başvuruda bulunan yerli filmlerden (yabancı filmlerde böyle bir zorunluluk zaten yıllardır kalkmış durumda) kayıt tescil belgesi aramıyor. Ve şimdiye kadar bu belge olmaksızın birçok filmin gösterilmesine olanak sağlanmış.***Geçtiğimiz Çarşamba, bir basın toplantısı yapıldı. Koç Üniversitesi’nden Ali Çarkoğlu, Sabancı Üniversitesi’nden Ersin Kalaycıoğlu ve Ohio Eyalet Üniversitesi’nden Erik Nisbet’in yürüttüğü Türkiye’de Siyaset, Medya ve Özgürlükler saha araştırmasının sonuçları paylaşıldı. Araştırma 51 ilde 2356 katılımcı ile açık uçlu sorular eşliğinde yüz yüze yapılmış.Madem başlığımız ‘yassah’; o halde biraz onlara değinelim. İnternet dışındaki yayın organlarına sansür olmalı mı sorusuna çeşitli sorulardan elde edilen yüzdelerden sonra ulaşılan seviyede ‘olmalı’ diyenlerin çoğunluğunu 33.5 ile AKP’liler oluşturuyor Dahası internette sansür olmalı mı sorusuna ‘olmalı’ diyenlerin başında da AKP’li seçmenler geliyor (38). Bu tablolardan çok genel olarak şunu çıkartabiliriz: Diğer partilere göre AKP seçmeni sansürü istiyor ancak bu, iki AKP’li seçmenden birinin sansürü istediğini tam olarak kanıtlamıyor. Buna karşın sansüre onay verenler sadece AKP’li seçmenler değil. HDP’nin ve MHP’nin, hem internet dışında hem de internette sansür konusunda birbirine denk düşen bir orana sahip olması ise ilginç.Bu arada ‘Türkiye’de internet özgür müdür yoksa sansürlenmekte midir?’ sorusuna parti seçmenini düşünmeksizin verilen cevaplar da şöyle:% 31.4 biraz sansürlü% 24.2 sansürlü de değil özgür de değil% 15.3 çok özgür% 14.8 çok sansürlü% 14.3 biraz özgürBen bu tablodan şunu çıkartıyorum: İnternetin çok özgür olduğunu ya da çok sansürlü olduğunu düşünenlerin sayısı neredeyse ortak. Bu da özgürlük ve sansür konusunda toplum olarak kafamızın karışık olduğunu gösteriyor.Son zamanlarda hükümet tarafından getirilen internet kısıtlamaları ve sansüre, AKP’li seçmenlerin yüzde 33.60’ı ne karşı ne de destekliyor, yüzde 25.10’u biraz destekliyor, yüzde 24.5’i biraz karşı, yüzde 11.9’u çok destekliyor, yüzde 4.9’u çok karşı. CHP’li seçmenlere baktığımızda yüzde 40’ı çok karşı, yüzde 34.2’si biraz karşı, yüzde 17.3’ü ne karşı ne de destekliyor, yüzde 1.3’ü çok destekliyor...MHP’li seçmenlerin yüzde 35.3’ü biraz karşı. HDP’li seçmenin ise yüzde 30.2’si çok karşı, yüzde 30.2’si ise biraz karşı. HDP’li seçmenin bu duruma çok destek verenlerin olanlarının yüzdesi ise yüzde 2.8...Yasakları seviyor muyuz nedir?Bu arada araştırmada Türkiye’nin en önemli sorunu nedir sorusuna ‘işsizlik’ damgasını vurmuş durumda. Bunun hemen ardından da ‘yoksulluk ve gelir yetersizliği’ geliyor.Yoksulluk bitmediği için mi yasaklar bitmiyor dersiniz?
Otuzlu yaşlarında. Ülkesini çok sevdiğini söylüyor. Bu ülkenin, hep dendiği biçimde cahilliğinden değil, asıl okuyan cahillerinden çok bunaldığını tekrarlayıp duruyor. Karşımdaki kasiyerin çilli yüzüne bakıyorum. Para ödeme işini yapar yapmaz ona kahve ısmarlamak geçiyor içimden.***Filistin asıllı yazar ve düşünür Edward Said ‘Entelektüel’ adlı kitabında entelektüeli otorite ve iktidara hizmet etmeyi reddeden insan olarak tanımlar. Dahası din, gelenek ve milliyetle kendi arasına koyduğu mesafeyle. Hiç kuşku yok ki böylesi bir mesafe ona düşünme şansı yaratabilecektir. Dahası ‘düşünmenin’ sınır tanımaz gücünün ateşleyicisi olmak durumundadır entelektüel. Peki bu ne demektir?Düşünmek, olup bitenleri tüm boyutlarıyla fark edebilmek, anlamak ve bunları analiz etmekle mümkün olabilecek bir eylem halidir; ben ve benim gibiler haklı, sen ve senin gibiler haksız demek değil. Dahası, düşünmek, sürekli olarak bir anlama çabası halidir. Ve bunun hayata geçebilmesi için de insanların şu ya da bu şekilde özgür olması gerekir.Hal böyleyken Türkiye’de Said’in söylediklerinin pabucu ne zamandır dama atılmış durumda.Oysa bu topraklara özgü neredeyse ‘sabitleşmiş’ gerçekler hâlâ aynı. Hiçbir şey değişmedi. Dinle örülü fanatizmin yolları düşüncenin can damarlarını tıkamaya devam ediyor (hem de nasıl); milliyetçilik hâlâ ‘kendinden başka kimseye’ imkan tanımıyor (bunun içine milliyetçiliğin her türlüsü giriyor). Dolayısıyla düşüncenin kendine açabileceği yollar tıkalı. Çünkü bunlar özgürlüğün önünü de tıkayan engeller. Doğrusu, bu türden bir özgürlüğün tıkanmasında da değişen bir şey yok! Sansür, bu toprakların bir diğer adı!Tüm bunlara rağmen son yıllarda değişen ne?Değişense elbette, entelektüelliğin tanımı. Artık entelektüel, ülkemizde tanık olduğumuz haliyle, nicedir, iktidarın sözcülüğünü utanmadan, sıkılmadan yapan insan anlamına geliyor. Düşünmenin, iktidarla kol kola gidemeyeceğini umursamıyor. İktidar dilinin düşünce diliyle uzaktan yakından hiçbir bağı olamayacağını önemsemiyor. Çünkü asıl derdi, kendisinin de bir iktidar diline sahip olması... Ki bu, bir ülkede bir entelektüelin içine düşebileceği en hazin durum olsa gerek: Bir iktidar diline özlem duymak! Hatta o iktidar dilinin bir parçası olmak.Eskiden farklı mıydı? Klanlaşmayı özleyen, iktidara yakın olmayı, bu sayede yeni iktidar dilleri oluşturmayı uman ‘entelektüel tipi’ her zaman mevcut olmuştur ülkemizde. Ama bu, bugün yaşanan pejmürdeliği görmezden gelmemize yol açmamalı.O yüzden burada ufak bir notu eklememiz elzem: Düşünmek, iktidar diline sahip olmak demek değildir. Bir entelektüelin hedefi sonsuzluğu işaret eden evrensellik ve evrensel değerlerdir. Bu yüzden içinde bulunduğu toplum hatta dünya tarafından zaman zaman, hatta çoğunlukla ‘kıyıda köşede bir marjinal’ olarak tanımlanacaktır. Ancak bu onu tutsak kılan değil, özgürleştiren bir yalnızlıktır ve tam da bu noktada sorgulamaya devam edecektir. Toplumun içerisindeki ikiyüzlülükleri, değer karmaşalarını, bayağılıkları, cinsiyetçi, ırkçılığa ve fanatizme kayan tüm politikaları... Ve iktidarı da! Özellikle de iktidarı ve iktidar dilini. Ve elbette buna çanak tutanları da.Bu yazıyı iktidarı kollamaktan yorgun düşen ve muhalefete ateş püskürerek mesaisini doldurmakta olan değerli ‘entelektüellerimize’ ithaf etmek boynumun borcudur.
Değerlerin birbirine girdiği bir dönemde, savaşın arasına sıkışmış kalmış bir Avrupa’nın en kavrulmuş haliyle yansıtıldığı eserlerden biridir Çorak Ülke. T.S Eliot, bu şiirinde, sadece bize o dönemin kargaşasını değil, aynı zamanda insanın ne olduğunu da anlatır. O satırlar karşısında, ‘herhalde bir daha savaş olmaz’ deriz. ‘Herhalde bu yeryüzünde insan denilen yaratık bu kadar şapşallaşmaz, bu kadar hezeyana kapılmaz, kendini bu kadar sistemin içerisine bırakmaz, savrulmaz, vs. Ancak T.S. Eliot, döneminin tüm yazarları gibi bizleri uyarmaya devam eder. Haberler kötüdür: 1. Dünya Savaşı ile 2. Dünya Savaşı arasındaki yitiklik, sadece toprak ve can kaybıyla sınırlı olmayacak, insana ve psikolojisine dair ne varsa lime lime olacaktır. Öyle ki insan, bir daha kolay kolay kendine gelemeyecektir! Bunu sezmiştir Eliot. Kör kahin Tiresias olarak şiirde dolanır durur; insanlığın vurdumduymaz yitikliği karşısında ise çaresizdir.Onun J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı (The love song of J. Alfred Prufrock) adlı uzun şiiri ise tam da bu insanı tanımlar. İnsan, olsa olsa uçamayan, kanatlarıyla duvara mıhlanmış bir kelebektir. Çorak ülkenin gölgesindeki kelebekten başka ne beklenebilir zaten? Oysa bir başka şiirinde kelebeğin bir günlük ömrünün sonsuzluğa denk düştüğünü de fısıldamıştır bize T.S. Eliot. O halde bu tutsaklık niye diye sormadan edemeyiz. Niye?***IKSV’nin Nisan şöleni olan İstanbul Film Festivali’nin filmlerinden biri, tesadüf bu ya, ‘Kelebeğin İzi (The Trace of Butterfly)’ydi. Yönetmenliğini Amal Ramsis, görüntü yönetmenliği ve yapımcılığını Necati Sönmez’in üstlendiği film, Anouar Brahem ve Mohamed Mohsen’in müzikleri eşliğinde bizlere Mısır Devrimi’nin Guevera’sı olarak anılan Mina Daniel’in hüzünlü öyküsünü anlatıyordu. İkisinin de 9 Ekim’de öldürülmüş olması bir tesadüf sayılabilir miydi? İkisinin de yaşamlarını özgürlüğe ve bu uğurdaki mücadeleye kalkan etmeleri?Mina’nın ablası Mary, bizleri çıkardığı iki yıllık yolculukta, başta kendisi olmak üzere, Mina’nın etrafındaki insanları, özellikle de gençleri nasıl etkilediğini anlatıyordu. Yaşamlarının tutsakları olmayı gönüllü olarak kabul eden insanların bile isterlerse değişebileceğini ve ‘isterlerse’ içine doğdukları düzeni de, bu ruhla, değiştirebileceklerini söylüyordu. Buna en büyük örnek kendisiydi ablanın. Bir Hristiyan Kıpti olarak yaşadığı yalnızlığın ve itilmişliğin sorgulanmasının önemine vurgu yaparken, diğer insanların hak ve özgürlüklerini savunmaksızın bunun hiçbir işe yaramayacağına dair çok önemli mesajlar veriyordu.Mina’nın özlediği hayatı ise, yakın bir Müslüman arkadaşı çok güzel özetliyordu. Eskiden nasıl bir hayat özlüyorsun dediklerinde iyi bir eş, araba, ev, çocuklar gibi şeylerin akıllarına geldiğini oysa Mina’nın hayallerinin bambaşka olduğunu söylüyordu. Sokaklarında çocukların dilenmediği, yoksulluğun olmadığı, halkın kimilerince soyulmadığı, değerlerin talan edilmediği, barışın ve özgürlüğün esas olduğu bir ülkeyi özlüyordu Mina. Böyle bir dünyanın mümkün olduğuna, Mısır’ın da bunda başı çekebileceğine inanıyordu.Mina’yı öldürdüler. Şaşırdık mı? Ne yazık ki hayır. Böyle güzel çocuklar, erkenden öldürülür iktidarın, sistemin hortlakları tarafından. Bizde farklı mı oldu? Hayır. Ne çok Mina’mız var bizim de. Ve ne çok sistemin soysuzluğuyla beslenen hortlağımız!Film Mina’nın telefonla konuşurken taş bir kapıdan geçip, loş bir çarşı içine girmesiyle bitti. Şuna inandık: Oradan Mina canlı çıkacak. Telefonla konuştuğu her kimse onunla buluşacak. Yaşayacak. Özlediği özgürlüğün bir hayal olmadığını anlatmaya devam edecek. Yaşayacak, iz bırakacak.İnsanlar buna inanmaya başlayıncaya kadar... Ve sonrasında da.***Neden bu yazıya T.S. Eliot’la başladığıma gelecek olursak: Batılı bir düşünür, İncil’de İsa’nın ‘Ne yaptıklarını bilmiyorlar!’ sözüne referans vererek şöyle demişti: ‘Ne yaptıklarını biliyorlar ve yine yapıyorlar.’21. yüzyılın insanı tutsaklığını bilmiyor değil; bunca olup bitenlerden, yazılardan, çizilenlerden, kayıplardan, mağduriyetten sonra, o ya da bu şekilde biliyor. Tüm sansürlemelere, tüm elektrik kesintilerine, trafoya dalan kedilere, ekranları kaplayan zırva muhabbetlere, deli saçması argümanlara rağmen biliyor. Ama hâlâ tutsaklığı yeğliyor... Çorak ülkenin hortlakları ise tam da buradan besleniyor zaten.