‘Hepimizin şahsi hataları olabilir. Bu hükümet 78 milyon için güzel işler yapıyorsa ve herkes bundan istifade ediyorsa bu hükümetin dimdik ayakta devam etmesi lazım... Geçmiş iktidar dönemlerinde Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç general kaşını çatsa, öyle olmasını istemiyoruz deseler, hükümet başkanları elleri titreyerek istifa mektubu yazarlardı.’
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Salihli’deki veda konuşmasından.
***
Nurdan Gürbilek’in Metis Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı ‘Sessizin Payı’nda Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın davasına yönelik bir bölüm var. Bu davaları ünlü Eichmann Davası’na referans vererek ele alıyor. Hatırlatalım: Bu davayı Hannah Arendt Kudüs’te izlemiş ve New Yorker’a yazmıştı. Ardından bu izlenimler ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ adında bir kitap olarak çıkmıştı karşımıza. Bu davanın satırlara yansıyan önemi şudur: Eichmann onca kötülüğün içersinden çıkmış biri olarak dava esnasında hiç de kötü biri gibi gözükmemekte, hep aynı ‘beylik’ laflarla konuşmakta ve Yahudi nüfusu ortadan kaldırmayı amaçlayan ‘Nihai Çözüm’ün sıkı takipçisi olmaktan ziyade kendi halinde, sıradan bir adam gibi durmaktadır. Binlerce insanın katline onay vermiş bir insan gibi değil de, klişelerle dolu savunmasında terfiyi özlediği için düğmeye basmış vasat (hatta çaresiz) bir memur eskisi gibidir.
Ya 12 Eylülcüler?
‘Yalnızca Evren ve Şahinkaya değil, 12 Eylül döneminin sıkıyönetim komutanları, emniyet müdürleri, cezaevi müdürleri, cezaevi doktorları, polisler, hakimler, savcılar, bilirkişiler sanık sandalyesine oturmuş olsalardı, onlara neden bu çarkın bir parçası oldukları sorulabilseydi, ortaya çıkan manzara Eichmann’ınkinden çok da fazla olmayacaktı’ diyor Gürbilek.
Ben vazifemi yaptım, şartlar ne gerektiriyorsa onu gerçekleştirdim tarzında cümleler duyacaktık herhalde... Hiç kuşku yok ki bu tür cümlelerden yola çıkıp, ‘vatan millet ve elbette adapazarı’na varan nidalara ve o nidaların insanlarına denk düşecekti yolumuz. Rüzgâr nereden esiyorsa oraya dümen kırmış, o rüzgârın insanı olduklarına dair ‘kendi halinde’ sözlerin insanları olacaktı bunlar. Hatta beden dilleriyle, amirlerinin gözüne girebilmek, terfi almak, yükselmek, yeni güç alanlarına sahip olmak için tüm bunları yaptıklarını bile söyleyeceklerdi. Peki tüm bu hengâme devam ederken ülke çapındaki kötülüğe katkılarının, hemen hepsinin cani ruhlu olmasından değil, o sıralarda asıl egemen olandan, yani kötülüğün sıradanlaşmasından kaynaklı olduğunu fark edebilecek miydik bizler? Anlayabilecek miydik bu insanların ‘iktidara ayak uydurmak daha kârlı olduğu için kötülük yaptıklarını’? Onlar için ‘kötülük ne kadar çok insanla paylaşılırsa sorumluluğun o kadar azaldığını da fark etmemiş olamazlar’ diyor ya Gürbilek, bunun ne anlama geldiğini düşünebilecek miydik dersiniz? Bu denklemi çözmüş olabilseydik, bugün, bir şeyleri gerçekten değiştirmiş olabilir miydik?
Ya bu günler?
Ne yazık ki 12 Eylül’ün çehresi bu insanların böylesi ‘normal’ tavırlarıyla sınandı ve sıvandı. Ancak ifade etmemiz şart: buradaki temel sorunumuz sadece 12 Eylül değil.
‘Rüzgâr değiştiği anda aynı ürkütücü normallikle bu kez başka yüce idealler uğruna, başka klişelerle kurulmuş cümleler eşliğinde, başka insanların canını yakmayacaklarına nasıl inanırız?’ diye soruyor Nurdan Gürbilek. Üstelik aynı insanlar olmaları da gerekmiyor. Farklı çehreler sahnede yer alıyor olsa da ‘gelenek’ değişmiyor ya, o hesap işte.
Bu zeminin kalıcılığının kanıtlarını yaşadığımız ve sürekli olarak tecrübe ettiğimiz düşünüldüğünde, yani rüzgâr değiştiği anda, başka başka noktalarda, başka başka insanların canının yanmayacağının garantisi var mıdır? Sorulardan biri budur. Siz söylediniz ve hatırlattınız diye söylüyorum Bülent Arınç. İçtenlikle sormak isterim: Var mıdır böylesi bir garanti, 78 milyon için, bu ülkede? Dahası (ikinci soru diyelim şuna), ülkedeki bütün bu tarihsel süreci düşündüğümüzde, şahsi hataların ‘şahsi kalma’ garantisi var mıdır?