Take My Breath Away, eski kuşakların sevdiği şarkılardan biriydi. Kendileri de biraz o kuşaktan sayılırdı. Bulundukları tahtadan hallice duvarlı, pubımsı barımsı (ama ne öyle ne de böyle olan), içerisinde bayık kara sinekler, monotonluklarıyla birbirini andıran kestane renkli masalara, benzer bir ritimle konar ve kalkarken, bu şarkı geziniyordu eski hoparlörlerinde ‘Sev Beni’nin. Evet, tahta kurusuyla naftalin kokusunun karıştığı bu döküntü yerin adı buydu. Aslında biraz özen gösterilse, denize olan yakınlığı da düşünüldüğünde bal gibi de ‘Sev Beni’ farklı bir yere dönüşebilirdi. Ancak işletmeci için, nedeni belli bir şekilde, her şey için çok geçti. Garsonlarını bile ölü toprağı haliyle kendine benzetmiş Bezgin Bekirler diyarıydı ‘Sev Beni’.
Aynı zamanda, bir ay önce gerçekleşen evliliğe zamklanacak balayı için gelinen o canhıraş sahil kasabasında, uğranılan bir ikindi molasının adıydı da ‘Sev Beni’. Balayı için gelinen mi? Aslında bunu telaffuz etmek bile gereksizdi adama göre. Kadının ikinci evliliğiydi. Kadın otuzlarının ortasında, güzel olmayı isteyen, güzel de olan, yaşamayı arzulayan biriydi. Al sana dert! Ama öyleydi, olmuştu bir kere.
Adam, bir anlık bir gafletle sevdiği bu Gönül’ü deliler gibi kıskanıyordu. Bunu biliyordu. Ama annesinin ona öğrettiği biçimde hemen aklıyordu da kendini: ‘Seven erkek kıskanır oğlum.’ İşin aslı, adam reçeteyle tedavi edilmeye muhtaç bir kıskançtı. Ama bunu bilmezdi. O seviyordu, seviyor ve elbette annesine inanıyordu. Hem Gönül de bundan hoşlanırdı. Gönül’e göre de seven erkek, olsa olsa kıskanırdı.
Bu ilhamla, Take My Breath Away’in en baygın yerinde, masalarına konan uyuşuk sineği kovalarken Gönül’ün gözlerine baktı. Sevdiği kadına. Ancak o sırada o gözlerde kendinin yansımasını değil ‘Sev Beni’nin kapısının oradan dalan parlak güneş ışığını gördü. Güneş ışığını görse iyi; o güneş ışığı ile birlikte o köhne yere girmekte olan sahildekinin bir benzeri meltemi de gördü; meltemi görse iyi, o meltemle birlikte yaz kokusunun mekânı değiştirmeye niyetlenen menevişini de gördü. Bu, bu, bu bir erkek bedeniydi! Ve damarlarına yürüyen mosmor bir öfkeyle o yöne çevirip baktı kafasını. Korktuğu başına gelmişti: İşte oradaydı. Bir adam! Şakaklarındaki damarları atıyor, soluğu kesiliyordu. Zar zor yutkundu. Adı gibi emindi: Gönül her zaman olduğu gibi bu yabancı herifi kesiyordu. Başka bir adam! Başka bir dünya, başka bir tehdit, başkaları! Dudakları titremeye, ellerinin içi terlemeye başladı.
‘Kalk gidiyoruz!’
‘Nereye Emin?’
‘Cehennemin dibine!’ diye bağırdı Emin. ‘Cehennemin dibine kaltak! Balayı burada biter...’
‘Ne oldu şimdi, ne güzel oturuyorduk...’
‘Yine erkekleri kesiyorsun, değil mi?’
‘Kimi? Niye?’
‘İşte sen bu kadarsın. Namussuz kaltak!’
‘Nereye bakıyorum söyle bana!’
‘Oraya!’
Birlikte oraya baktılar. Baktıkları yerde güneş kıpır kıpırdı. Ve dışardan çocuk sesli sahilin uğultusu geliyordu. Deminki adamın yerinde yeller esiyordu. Galiba meltem olup gitmişti adam. Ama bu Emin’in umurunda bile değildi.
‘Emin kendine gel! Yine başlama... Orada kimse yok. Hem olsa ne olur... Üstelik sen önüne gelen her kadına bakıyorsun!’
Hayır! Emin’in kendine geleceği yoktu. O dakikada oradan, bir iki saat sonra o sahil kasabasından giderek artan bir öfkeyle ayrılacak, eşyaları toparlarken Gönül’e olmadık hakaretler etmeye devam edecek, kadının küçük bedenini itip kakacak, oteldeki, gardaki, molalardaki herkesin önünde kadını küçük düşürmeyi bir erkeklik borcu sayacaktı. Hatta dönüş yolunda bir ara yanında nefesi titreyerek uyuyan kadının ince boğazına ellerini dolamak isteyecek ve bunu yakın gelecekte gerçekleşmesi mümkün bir senaryonun ilk hamlesi olarak görecekti Emin.
Bu düşünceden ölesiye ürperecek ve korkacaktı. Ama bir dakika! Ne de olsa namus her şey demekti Emin için. Üstelik seven erkek kıskanırdı. Vs. vs. vs.