Haneye tecavüz

27 Mart 2016

‘Yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler. Kadınlar gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü küçülmeye başlar, yaşam karşısındaki uyumsuzluğu yok olur.’Virginia Woolf***Zehra İpşiroğlu’nun yeni kitabı ‘Haneye Tecavüz’ (E Yayınları), çocuklara yönelik tecavüz vakalarının, ‘olur bir kere canım’ ya da ‘herkes kendi söküğüne baksın’ biçiminde (üstelik bir kadın bakanımız tarafından) örtbas edilmeye çalışıldığı ülkemizde okunması gereken bir kitap.‘Yahu kadınlar! Bu ülkede gerçekten derdimiz var; erkek imzalı militarizm, milliyetçilik ve din konusunda, dahası ortamın vahşi kapitalizme yenilmesi anlamında, bunun bizden çıkartılmaya çalışılan bedelleri hususunda ciddi dertlerimiz var’ noktasında buluşmamız gereken günlerden geçiyoruz. Tam da bu yüzden ‘Haneye Tecavüz’ hemen hepimizin bir şeylerin ucundan tutabilmesi için de okunmasında faydalı olacak bir kitap. Seversiniz, sevmezsiniz; bu bile, böylesi erkek elinden çıkma dertlerin biz kadınlar üzerindeki ağır baskısını ‘geç’ teşhiste kimimize iyi gelecek bir adım sayılabilir. Bardağı ister boş, ister dolu görelim; sonuçta asıl fark etmemiz gereken sürahinin kendisi.PişmanlıklarKitap, şiddeti farklı boyutlarda yaşamış 7 kadının, içerden, kısacası onların gerçek öykülerinden yola çıkarak kurgulanmış. Bu açıdan bakıldığında belgesel bir roman tadı var. Dahası, kitapla ilgili yorumlarınızı, görüşlerinizi yazabileceğiniz bir blog da açılmış: ‘Duvargeçen bloğu’. Kitapta, bu blogdan alıntılanan yazılar da mevcut. Onları okuduğunuz zaman, bu 7 kadına eklenen nice kadın öyküsünü de bulabiliyorsunuz. Kimi din diyor, kimi iman, kimi özgürlük diyor, kimi namus. Ve pişmanlıklar! Yaşanmaması gerekenler, yaşanması hayal edilip yaşanmayanlar, yaşandığı halde umulanın bulunamaması yönündeki pişmanlıklar.Arada erkekler de yazmış bloğa. Kadının birey olması konusunda samimiyetle emek harcayan, buna destek veren, kendisiyle yüzleşmeyi yaşam borcu sayan erkek okurlarımızı her zamanki gibi tenzih ederek o satırları burada paylaşmak isterim:‘Kadınlar utanmadan kendi hayatlarını deşifre etmişler, özel hayatlarını ortaya dökmüşler... Neresi güzel bunun? Hayatlarının erkeğini niçin bulamıyorlar biliyor musunuz? Hiçbir şeyden memnun olmadıkları için. Hayatlarını sürekli bir anlamlandırma telaşı içerisinde olmasalar, yetinmesini bilseler bunlar olmayacak. Benim sevgilim, tertemiz bir kız, o kadar ki vur ağzına, al lokmasını... Evlendiğimizde evimin kadını olacak, ikimiz de çok mutluyuz, daha ne?’ (Bakınız ekranlarda reyting tufanı yaratan derin felsefeli izdivaç programlarındaki söyleme! Oradaki kadın ve erkeklerin hemen hepsi bu cümleleri tekrarlıyor.)Daha ne?Kitaptaki 7 kadını birleştiren en önemli payda geçmişten kaçıyor oluşları. Asıl güçlerini oluşturansa tüm bu kaçışlara rağmen umut ve hayallerinden asla vazgeçmemeleri. Kimi geçmişle yüzleşmeyi tam olarak, kimiyse daha az başarıyor. Yine de vazgeçmiyorlar. Yenilseler bile. Hepsinin öyküleri birbirine bakıyor, birbirini tamamlıyor. ‘Daha ne?’ sorusuna ise verdikleri yanıtlar hemen her seferinde yaşamı işaret ediyor. Yaşamı, mücadeleyi, soru sormayı, anlamın sorgulanmasını.‘Dahası’ bu oluyor işte... ‘Kanatlarım olduğu halde bir türlü uçamıyorum’ diyen o kadını da tanıyoruz, ‘Konuşacaksın, her şeyi hatırlayacaksın ve konuşacaksın. Ağzından çıkan her söz yüreğini hafifletecek’ diyen o kadını da.Dahası bu oluyor işte! Kendine ait, sorumluluğunu üstlenebileceğin bir hayat. Ve dünyanın, bir gün, insana rağmen, insanlık adına değişebileceği umudu.

Devamını Oku

Sıcak Tost

27 Mart 2016

‘Çeyrek ekmeği al. İçini çıkar, kaşar koy. Sonra onu bir poşete sar, geceden kalorifer dilimlerinin arasına yerleştir, Sabah, sıcak tostun hazır’Can Dündar***Cuma günü.Silivri’deki günlerini hüzünlü bir demet nergis gibi elimize tutuşturan ‘Tutuklandık’ kitabını okuyorum Can Dündar’ın. Bir yandan da gözüm haberlerde, Dündar ve Gül’den gelecek müjdelerde. Çoğumuz gibi soluğumu tutmuş bekliyorum.Müjde, şimdilik züğürt tesellisi, farkındayım. Ancak bu işin sahiden de, sözcüklerin hak edeni işaret ettiği biçimde ‘alma mazlumun ahını’ faslı var ki, o günlerin geleceğine dair hiç şüphem yok. Er ya da geç... Hatta dahası da var: Geç olsun da güç olmasın. Yine de, teslim edelim ki, mahpusluğa, dışardan ahkâm kesmek kolay. Geç olsun demek de kolay, dışardan, güç olmasın demek de...Hal böyleyken, ‘Tutuklandık’ kitabını okurken en çok yılbaşı bölümünde tıkandım. Daha çok umudun biriktiği zaman dilimleridir ya yılbaşları, belki o yüzden. Hani her şey düzelecektir umudu vardır ya. Bir tılsımlı tül gibi yeryüzünün bizi yeniden inşa etmesini bekleriz, bekleriz ya...Bu yılbaşı hep kar vardı İstanbul’da hatırlarsınız, biraz onu anlatmış Can Dündar. Sabah bakmış avluda boylu boyunca yatıyor kar; dayanamamış montunu çıkarıp serilmiş kara. Uçaklar geçerken görsün diye kocaman harflerle sevdiği isimleri avluya yazmış. Kartoplarıyla demir kapıyı dövmüş. Tam ‘candan’ adam yapacakken, duvar üstünden bir paket düşmüş avluya. Yazıya başlarken tarifini yazdığım tost.‘Oysa ne kantinde tost vardı ne de tost makinesi diye aktarmış’ Can Dündar. Sonra Victor E. Frankl’in İnsanın Anlam Arayışı kitabına gönderme yaptığı aynı bölümde ‘yaşamak için nedeni olan kişi, nasıla katlanabilir’ cümlesiyle buluşturmuş bizi. ‘Benim nedenim vardı, nasıla takılmıyordum artık’ demiş. Buna rağmen, PTT (pijama, terlik, televizyon) geçireceği akşamı özetlerken yılbaşlarında insanı her nedense afyonlayan beklentilere, tutuklu bir insan sarraflığıyla dokunmuş. Kendine ve oğlu Ege’ye mektuplar yazmış. O gün Cumhuriyet’ten gelecek dostlarının gökyüzünde dalgalandıracakları uçurtmalarını engelleyen tipi, duygusal olarak ağır yaralanmasına yol açmış. Televizyon zincirleme bir kazadan bahsediyormuş. Hiçbir kimseden hiçbir haber alamamış. Telefonsuzluk, iletişimsizlik bir kez daha canını yakmış. Bir gazeteci için Çin işkencesi sayılabilecek hususlardır bunlar.Dediğim gibi, kitapta en çok bu bölüm bana dokundu. Hem Can Dündar ve Erdem Gül özelinde hem de bu ülkede gazeteci ve yazarların maruz kaldıkları zulüm genelinde bir kez daha kahırlandım.***Kitaba devam ederken mahkeme 1 Nisan’a ertelenmişti. Dahası mahkemeye bir sürü yasak da getirilmişti. Mahkemeyi dolduran destekçiler bu yasaklara onay verenlere sesleniyordu: ‘Çocuklarınızın yüzüne nasıl bakacaksınız’ diye.Biz bu filmi daha ne kadar seyredeceğiz diye düşündüm. Sonra ‘kalk hadi’ dedim ‘kalk’; pek de aç değilken kaşarlı bir tost yaptım kendime. O haldeyken, o tostu -aklımda Orhan Kemal’ler, aklımda Sevgi Soysal’lar, aklımda Çankırı şiirleri, aklımda parmaklıklar, aklımda yaşı büyütülerek asılan çocuklar, sokak aralarında katledilen genç fidanları düşünerek hazırladığım o tostu-her şeye rağmen elimizden gelenin en iyisini yaparak devam etmeliyiz diyen bambaşka bir dirençle tutup mideme indirdim.

Devamını Oku

Bahar korkusu

20 Mart 2016

Ölmekte olan birinin rüyası ya da fantezisi biçiminde okunabilecek bir öykü var. 19. yüzyıl Amerikan yazarlarından Ambroce Bierce’in elinden çıkma bir öykü bu. Öykü, ölecek bir adamın mucizevi düşüşünü, bu düşüşle birlikte ülkenin bir ucundan kalkıp evine dönüşünü ve ailesine kavuşmasını anlatır.Aslında olay çok basittir. Peyton Farquhar idam edilmiştir ve bunlar hayatının son anlarında aklına düşenlerden başka bir şey değildir. Bu öykünün ünlü yönetmen Hitchcock’u çok etkilediğini ve öykünün izini James Stewart’lı Vertigo’da takip ettiğini söyleyebiliriz. (Meraklıları için hatırlatalım: Stewart’ın canlandırdığı dedektif Scottie Ferguson bir suçluyu kovalarken damdan düşen iş ortağını kurtaramaz ve tam da bu yüzden vertigo adı verilen, baş dönmesi ve denge kaybıyla kendini belli eden ve yükseklik korkusu olarak da bilinen o beter hastalıkla tanışır.)Öte yandan, 2002 yılında diğer ünlü bir yönetmen Spike Lee, David Benioff’un romanından uyarlanan bir filmle karşımıza çıkar. Edward Norton’ın bir uyuşturucu satıcısı olan Montgomery Brogan’ı canlandırdığı filmde, 7 yıl sürecek bir mahpusluğun öncesindeki 24 saate gideriz.Bu kısacık dilimde kahramanımız, arkadaşları, sevgilisi, anılarıyla vedalaşır ve kendince bir hesaplaşmaya girişir. İşin aslı, hesaplaştığı ve vedalaştığı geçmişidir. Geçmişse, özellikle 24 saate sıkıştırılan haliyle pek de umut ettiğini sunmaz Brogan’a. Brogan’ın gerçeği, geçmişi, son 24 saati gibidir. Katı, kırık ve acımasızdır o geçmiş. Ve sonra babasıyla, cezaevi yolunu tutarlar. O andan itibaren, belki de sadece Brogan’ın değil, Bierce’in kahramanı Peyton Farquhar ve belki de hepimizin kursağında kalmış bir zamana doğru hızla, mucizevi bir biçimde kaymaya başlarız. O farklı zamanın eşiğinde bambaşka bir Brogan ve bambaşka bir an vardır.Orada hemen her şeyin düzelebileceğini hayal etmeye başlarız. Brogan’la birlikte bütün yaraların iyileşebileceğine, yanlış hayatların rotasına oturabileceğine, kötülerin bir şekilde kaybedeceğine ve umudun kazanabileceğine dair bir şaşkınlık anıdır hissettiğimiz! Her şey düzelebilir demek geçer içimizden. Oh be!Oysa tıpkı Peyton Farquhar’ın hayali gibi, yeni bir gün değil, yeni bir sayfa değil, sadece hayallere sığabilecek bir 25. saatin özlemidir bu. O 25. saatte mevsimler mevsimleri, yıllar yılları kovalar ve her şey düzelir, her şey rayına girerken bir anda yönetmen Spike Lee, tıpkı yazar Ambroce Bierce gibi bizi kendimize getirir. Hiçbir gerçek, mucizevi kayışlarla 25. saate sığabilecek kadar ‘hakiki’ değildir. Bunu anlarız. Brogan, tıpkı Peyton Farquhar’ın ölüme yenilmesi gibi, babasının arabasında, o katı geçmişinin ön koltuğunda, cezaevi yolundadır.***Baharı müjdeleyen ilk günde neden böyle bir yazı yazdığımı hem biliyor hem de bilmiyorum. Bu kadar çok kırık, yaralı, örselenmiş ve nefretten başka kuşanacak zırhı kalmamış hayatın parçaları arasında yaşamanın ne demek olduğunu ‘yeniden’ düşünmeye ihtiyacım var. Masum olmak ve masum olmamak nedir sorularını yeniden sormaya da. Ve lütfen kusuruma bakmayın; birleşelim, teröre karşı kafa tutalım, korkmuyoruz gibisinden cümleler edemeyecek kadar üzgünüm şu aralar. Sadece bildiğim şu: Öze ve hakikate inemediğimiz müddetçe sözcükler mucizevi 25. saat sözcükleri olarak kalmaya mahkum olacak ve biz bu Türkiye filmini, korkarım ki, seyretmeye devam edeceğiz. (İpucu: Neden bunlar yeniden başımıza geldi sorusuyla başlamaya ve bu sorunun sahici yanıtlarından korkup kaçmamaya ne dersiniz?)

Devamını Oku

Sarıl Bana

19 Mart 2016

Bu yaşıma geldim içimde bir çocuk hâlâSevgiler bekliyor sürekli sendenİnsanın bir yanı nedense hep eksikVe o eksiği tamamlayayım derkenVar olan aşınıyor zamanlaAnamın bıraktığı yerden sarıl bana.***14 Mart 1940 yılında doğmuş Metin Altıok. Hem onu anmak istedim hem de geride bıraktığımız bu zor haftada, şiddet sözcüklerine değil, şefkat ve birbirini var edebilme sözcüklerine ne kadar ihtiyacımız olduğunu bir kez daha hatırlatma gereğini duydum. İsli bir camı, yine Altıok’un hatırlattığı gibi ‘hohlayarak’ temizlemek isteği de diyebilirsiniz buna. Bir nefesle hoh yapsak, dirseğimizle silsek ve sonra camın ötesindeki gerçek görüntüyü görebilsek... Ama olmuyor, belli ki zaman alacak. Sokakta rastladığım kimi cümleler gibi salınacak zaman üzerimizde: ‘biz görmeyiz de, belki bizden sonrakiler...’Gencecik çocukları sapır sapır kaybettiğimiz ülkemizde, nereye el atsak elimize dolananları silkelemek zaman alacak; belki bu yüzden sözcüklerin anlamını daha derin düşünebilmek için şiirlerin anlattıklarına daha çok kafa patlatmak gerekecek. Sözcüklerin en yalın ve en sahici hali gerçek şiirlerdedir çünkü. Belki bu yüzden, toprağa düşmeyi kutsallaştıran sözleri duyduğumuz zaman ürpermenin ne olduğunu daha net kavrayabileceğiz, ilerde. Ölmeyi değil yaşamayı ne zaman kutsallaştıracağız diye sormak, daha yerinde bir yaşam felsefesi olacak ‘vatan için ölünür’ sözünden. Ölmenin ne demek olduğunu, bir ülkeyi sevmenin, ya da sadece sevmenin ne demek olduğunu daha iyi anlamaya başladığımızda, belki o zaman, yaşamın da ne anlama geldiğini çözmeyi göze almaya başlayacağız.21 Mart (Dünya Şiir Günü)’ne atıfta bulunarak, ölümle yaşamın denklemi konusunda kafası karışanlara yine sevginin gücünü esas alan Metin Altıok’un satırlarıyla seslenmek isterim:Ölüm de vardır yaşadığımız her şeyde.Bir bardak çatlarsa durduğu yerde,Bir aşk ansızın biterse,Ayna kırılırsa yüzünle birlikte,Zamanıdır konuşmanın ölümden.Bir çiçek olağanüstü güzellikteAçıvermişse bir sabah,Bir topal aksamadan yürümüşse,Hadi gel ölümden konuşalım;Yüzünü al basmış hasetçidenVe onun elindeki kuru değnek bileFilizlenir sevgimizden.***Ve bir kitap notu:Savaş, dehşet ve kanla belirlenen gündemimizde bu hafta içerisinde önemli bir kitap çıkıyor: İPS İletişim Vakfı Yayınları’nın hayat verdiği BİA’dan çıkan Barış Gazeteciliği Elkitabı. Sevda Alankuş’un imzasını taşıyan bu çalışmayı sadece alanı gazetecilik olanlar değil, bence bu işe kafa yoran ve yormayan herkes edinmeli.Ancak ilk etapta gazeteciler edinmeli elbette; çünkü bugün yaşadığımız bu ayrıştırmalı, ayrımcılığı yaşamlarımıza delicesine sokan dilin neredeyse başaktörleri onlar. Verdikleri haberler ve bu haberleri veriş biçimleriyle kendinden başka insan tanımamak, kendine benzeyenlerle sözde ‘cennetler’ kurmak gibi işlere kalkıştıkları için değil sadece, mesleklerinin ne anlama geldiğini yeniden sorgulamaları için de edinmeli ve okumalılar bu kitabı. Ortaya saçtıkları sözcükler üzerinden tufan ‘mekânlar’ inşa etmenin ne anlama geldiğini görebilmeleri için değil sadece; bu tufan mekânların bir gün hepimizin sonu anlamına geleceğini artık anlamaları için.***Bu satırları yazdığım sırada, İstanbul’un göbeği İstiklal Caddesi canlı bomba saldırısı sonrasında boşaltılıyordu. Yıllar sonrası için hayal ettiğimiz bu değildi bu güzelim ülke için. Yıllar sonra yine aynı kabusa dönmek... Hiç ama hiç hak etmediğimiz o karanlık, isli puslu yer. Bir hoh yapsak cama, silmeye cesaret etsek, göreceğiz neyin ne olduğunu. Ama zaman gerekiyor.

Devamını Oku

Kendine Ait Bir Oda

13 Mart 2016

Hayatımın birçok döneminde, birçok genç arkadaşıma referans verdiğim yazarlardan birisidir Virgina Woolf; özellikle de o kitabı: Kendine Ait Bir Oda.Benim açımdan bakıldığında, neredeyse 20 yaşında, muhteşem hocamız Prof. Dr. Zeynep Ergun’un bizlere 20. Yüzyıl İngiliz Edebiyatı’nı anlattığı bir dönemde keşfettiğim bu incecik kitap, sonrasında, dalgalı Türkiye’nin dalgalı karanlık sularında, adına edebiyat denilen o çetrefil ‘erkek’ yolda ilerlerken, yolumu kaybettiğimde hep karşıma çıkmış ve sanırım birçok meslektaşım gibi bana da yol gösterici bir fener olmuştur.Ve şimdiVe şimdi... Türkiye’nin ‘kadın’ sınavı hemen her yerde bu kadar kırmızı alarm verirken, bir yayınevimiz bu kitabın önsözüne, nedenini anlamadığım (ya da anlamak istemediğim) bir sürü gereksiz, abesle iştigal diyebileceğimiz türden cümleler yazılmasına göz yumuyor. Bunları önsöze yazarak daha ilginç olacaklarını ve kitabın daha çok satacağını mı düşündüler, emin değilim! Bu türden cümlelerle Virginia Woolf gibi bir yazarı hangi türden okura pazarlamak istediklerini de anlamış değilim. Cümleleri uzun uzun tekrar buraya taşıyarak, bu mihenk taşı kitaba ve yazarına yapılan hakareti yinelemek istemiyorum ancak şunu ifade etmek boynumun borcudur:Biz kadınların kendine ait bir odaya sahip olması, dahası bu odada ‘yazmak’ eylemi gibi dünyanın en çetrefil eylemlerinden birine sahip çıkmasının ne demek olduğunu ancak bilen bilir. Yazmak, yaşama kafa tutmak ve kafa tutarken bir dünyanın, en başından beri size ait olmadığı ezberletilen bir dünyanın içine sızabilmek ve orada, korkudan ürpermişken her türlü tehdide karşı ve her türlü tehdide açık biçimde mucizevi başka başka dünyalar kurabilmek demektir. Kısacası ezeli ebedi ‘Shakespeare olunmaz doğulur’ cümlesine, ‘erkek doğulur’, bunu değiştirmekse sadece ve sadece şartları eşitlemekle mümkündür biçiminde bir kafa tutuştur bu!Virginia Woolf bu gerçeği çok daha somutlaştırmış ve şöyle özetlemiştir: ‘Kadınlar para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!’ O dünyayı kurarken, ne kadar çok öldüğünüzü ve o küllerden nasıl dirildiğinizi ise yine en iyi bilenlerden birisidir Virgina Woolf. O ateşin içinden geçmenin ne demek olduğunu, zamanı ve mekanı yeniden yaratmanın, dili yeniden keşfetmenin ve o keşfedilen dille her şeye rağmen yeni umutlara gebe kalmanın ne kadar sancılı bir süreç ve bunun dayatılan suni gerçekler karşısında ne denli hindiba bir umut olduğunu... Ve aslında en büyük gücümüzün de bu olduğunu...Gerçekten de Virginia Woolf bunu çok iyi tahlil etmişti. Kadınların üzerindeki baskıyı, özellikle de düşünsel boyutlu baskıyı çok iyi biliyordu.Ya bilmeyenler?Hiç değilse anlamaya çalışsınlar. Anlayamıyorlarsa bir zahmet, bir adım geride dursunlar.Paranoyakmış. Yok bir kaşık suda boğulmuşmuş. Bakire kurtmuş.Maksadını aşan cümlelerdir, lütfen hiç değilse bunu teslim etsinler ve özür dilerken bile ‘aslında’ mağdur olduklarını dile getirmesinler.Bir yayınevi Virginia Woolf’a bu sözcükleri layık görüyorsa, gerisini düşünmek bile istemiyorum.

Devamını Oku

Doğu’da kadın gazeteci olmak

13 Mart 2016

‘Hepimiz şiddetin mağduruyuz aslında.’ (13 yıldır gazeteci) ‘Rüyalarına girmeye başlıyor bomba sesleri ile uyanıyorsun. O insanların çaresizliklerini yalnızlıklarını görüyorsun. Bazen çok soğukkanlı olmak zorundasın. En acıtan durum belki de budur. Çok soğukkanlısın. Orada duygusal anlamda tablolar yaşanıyor ama sen taş gibi olmak zorunda oluyorsun. Beni bu çok acıtıyor.’ (18 yıldır gazeteci)***Yukardaki alıntılar bir rapordan.Geçtiğimiz günlerde, Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ Komisyonu, Doğu’da, nicedir süren çatışma ortamında gazetecilik yapan kadınların yaşadıklarına dair bir rapor yayınladı. Şırnak’ın Cizre, Silopi, Beytüşşebap, Mardin’in Nusaybin, Derik, Dargeçit, Muş’un Varto, Diyarbakır’ın Sur ve Bismil, Hakkari’nin Yüksekova ilçelerinde ve Van’da yaşanan yasakları başından bu yana takip eden gazetecilerle ocak ayında telefonla ya da yazılı olarak yapılan görüşmelerden oluşan bu rapor çarpıcı yaşam tanıklıklarıyla dolu. Bölgede işlerini devam ettirmeye çalışan kadın gazeteciler son derece yalın, lafı dolaştırmadan, anlamı oraya buraya savurmayan içten cümlelerle yaşadıkları vahim durumu gözler önüne seriyorlar.Şiddet ve yine şiddetRaporda, en temel olarak, bu gazetecilerin ölümle burun buruna gelerek işlerini yaptıkları ayan beyan ortada. Kadın gazeteciler, savaş koşullarında yaşanan böylesi bir şiddet içinde, hemen her zaman maruz kaldıkları cinsiyete dayalı ayrımcılığın eridiğini dile getiriyorlar, ancak savaşın erkek cinsiyetinin üzerlerindeki baskısını sürdürmeye devam ettiğini de ifade ediyorlar. Kısacası bambaşka bir cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele etmek durumundalar. Dahası, sokağa çıkma yasaklarının yaşandığı bölgelerden haber vermeye çalışanların bir kısmı, ablukaların sürdüğü mahallelerde halkla beraber kalmayı tercih ediyor çünkü habere ulaşmaları sürekli olarak engellendiği için oralardan haber verebilmenin tek koşulu bu. İşin ilginç yanı, abluka altındaki mahallelerde kalıyor olmanın, bir yandan bir takım engeller ve tehlikeler yaratırken, diğer yandan can güvenliği sağladığını ve güvenlik hissi verdiğini de söylüyorlar! Çünkü bu insanlara can güvenliği anlamında sunulan bir ‘sığınak’ yok. Onlara, yaşananları aktaran değil, yaşananlar içinde yer alan ve taraf tutması beklenen birileri gibi davranılıyor.Amaç haber yapmakRapora göre, işlerini yapmaya ve gerçeği yansıtmaya çalışırken hayati tehlikenin sınırında geziniyor ve şiddetin bin bir türlüsüyle yaşamlarına devam etmek durumunda kalıyor bu gazeteciler. Neredeyse 24 saat, yaşamları pahasına haberin peşinde koşuyorlar. Haberi yazıp gönderme aşamasında yaşadıkları türlü türlü zorluklar yetmiyormuş gibi haberin basım aşamasında yazdıklarının sansürlenmesi ya da yazdıklarına müdahale edilmesi de yaşadıkları başka türlü bir şiddet. Bölgede ciddi olarak bir yalnızlık hissi içerisindeler. Bunun en temel nedenlerinden biri de Batı’daki meslektaşları tarafından yalnız bırakılmış oldukları düşüncesi. Tüm bunlara ek olarak bölge halkının medyaya duyduğu güvensizliği de göğüslemek durumunda kalmaları, hissettikleri bu yalnızlığı daha da artırıyor.Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ Komisyonu, bu rapordan yola çıkarak acilen alınması gereken önlemleri şöyle sıralamış:1-Çatışma bölgesinde görev yapan meslektaşlarımızın can güvenliğini tehdit eden her tür davranış ve eylemin son bulması2- Bugüne kadar gazetecilere yönelik gerçekleştirilen tüm şiddet olaylarının faillerinin bulunması ve yargılanması3-Hapiste tutulan tüm tutuklu gazetecilerin hemen salıverilmesi.Raporda, son olarak, sözü edilen ‘yalnızlık’ duygusunun son bulması için tüm gazeteciler dayanışmaya davet ediliyor.

Devamını Oku

Spotlight işin mi yok kardeşim!

7 Mart 2016

Olan oldu. Oscar bile bu işe el attı. Akademi’nin en iyi film ve en özgün senaryosu ödülü bu yıl Tom McCarthy’nin yönettiği filme gitti.Filmin konusu, bizim topraklarımızdaki konulardan biraz uzak sayılabilir; Katolik rahiplerin dini istismar ederek küçük çocuklara uyguladıkları cinsel tacizin gözler önüne serilmesini anlatıyor. Ancak din istismarı hemen her zaman, her toprağın tanıklık ettiği bir olgu; dolayısıyla geleneksel bir çerçevede çekilmiş bu filme evrensel ölçülerle yaklaşmamız da söz konusu.Ve araştırmacı gazetecilik!Gerçek bir olaydan yola çıkarak oluşturulan bu senaryoda, filmin etkileyici kadrosunun ortaya koyduğu ‘doğal’ performansa şapka çıkarmamak mümkün değil. Ancak bir de işin başka bir boyutu var. Spotlight filmi, yaşadığımız zaman diliminde, sadece gazeteciler açısından değil, topluma yayılan sansürün nasıl delik deşik edildiğini göstermesi anlamında da, ayrı bir mutluluk (hatta umutlanma) nedeni olabiliyor. Öyle böyle değil, Watergate’i kamuoyuna sergileyen gerçek bir olaydan yola çıkarak çekilmiş olan ‘Başkanın Bütün Adamları’ adlı filme göz kırparak, önümüzde görkemli bir yalınlıkla da salınıyor Spotlight.Ve o zaman başlıyoruz düşünmeye ‘gazetecilik aslında nedir?’ diye. Son yıllarda karşılıklı ‘çatmanın’ ve ‘çakmanın’ gazetecilik olarak algılandığı düşünüldüğünde (sansürü ve iktidar yanlılığını dile bile getirmiyorum) Spotlight filminden çıkartılacak çok önemli dersler olduğu şüphe götürmez. Bunlardan en önemlisi, herhalde araştırmacılıkla ilgili noktaya parmak basmak olsa gerek. Bir yıl boyunca, titiz bir araştırmanın sonucunda elde edilen bilgilerin, nasıl başka bir titizlikle kamuoyuna duyurulduğunu seyrederken, gazetecilik gibi bir mesleğin ‘gerçek’le nasıl bir ilişkisi olduğunu da anlıyorsunuz. Elbette gerçek denilenin, eğilip bükülemeyeceğini de. Ve hiç kuşku yok ki yalanın ve yalancının mumunun yatsıya kadar yanabilecek olduğunu da.Dediğim gibi araştırmacı gazetecilik konusunda zihinlerimizdeki bütün sorulara, çok net cevaplar sunuyor Spotlight. Haberin kamuoyuna sunulması aşamasına kadar, bu anlamda yapılması gereken ne varsa onu bizlere aktarıyor. Kısacası objektif gazeteciliğin ne olması gerektiğini bütün yönleriyle kanıtlayarak, rezil bir olayı ifşa ediyor. Üstelik bunu yaparken, genel okur kitlesinin ‘Katolikler’ olması gerçeğinden yılmayarak hayata geçiriyor bunu. Başka bir deyişle, ülkemizde nicedir unutmuş olduğumuz eleştirel aklın, gazetecilikle buluştuğunda otoriter yapılara nasıl meydan okuyabileceğini de kanıtlıyor. Sakin, çalışkan, ödün vermeyerek, anlayarak, ekip ruhuyla devam ederek, işini ve işinin misyonunu unutmayarak... Ve elbette mağdurların sesine kulak vererek.Diyecek ne kaldı?Komşuda pişer belki bir gün, olur a, bize de düşer demekten başka söz bulamıyorum!

Devamını Oku

Toplumsal Cinsiyet Hallerimiz!

5 Mart 2016

Kadir Has Üniversitesi’nin Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Araştırma Merkezi’nin yaşadığımız günlere ışık tutacak bir araştırması var. Geçen sene başlattıkları Türkiye çapındaki bu araştırma ülkemizin kronikleşmiş kadın sorunlarına parmak basmakla kalmıyor, toplumsal cinsiyet olgusunun seyrine de önemli katkılar sağlıyor. Geçtiğimiz hafta üniversite rektörü Prof Dr. Mustafa Aydın’ın katılımıyla sunulan bu seneki sonuçlar, Prof. Aydın’ın belirttiği biçimde Türkiye’nin 360 derecelik fotoğrafını çekiyor.Kadınlar ve eşleriAraştırma ekibinden Yard. Doç. Dr. Aslı Çarkoğlu’nun aktardığı sonuçlarda en çarpıcı bölümlerden biri, 1200 denek (26 ildeki 18 yaş üstü kadın ve erkek eşit sayıda) tarafından verilen cevaplardı. Şöyle ki, ülkemizdeki kadınların en büyük mutluluk nedenleri eşleriydi! Eşlerinin onlarla ilgilenmesi... En büyük mutsuzluk nedenleriyse yine eşleriyle ilgiliydi. Bu ‘mutsuzluğa’ neden olanın evdeki iş paylaşımından kaynaklı olmadığını da sabitleyen anket, aynı zamanda erkeklerin ev işlerine neredeyse hiç bulaşmadığını, çocuk bakımı konusunda ise uzaydaki bir canlı gibi hareket ettiklerini ortaya koyuyordu. Ancak bu bile, kadınları, genel anlamda rahatsız etmiyordu! Dahası erkeklerin en büyük mutluluk nedenleri eşleri ya da eşlerinin onlarla ilgilenmesi değildi!ŞiddetAnket, kadın sorunlarına farkındalığın geçen yıla oranla giderek azaldığını tespit ediyor. Yine ankete göre en büyük sorunu ‘şiddet’ olan kadının, bu sorunu gidermek için atabileceği adımlar konusunda kafası pek net değil. Dahası, kadının en büyük sorunu şiddettir diyen erkeklerin oranı kadınlara göre daha fazla çıkıyor! Hatta şiddet seçeneğinin, 2015 yılında yapılan ankete göre 2016 yılında gerilemesi de çok ilginç sonuçlardan biri (2015 yılından 2016’ya kadın cinayetlerinde gerileme yok oysa)... Kadın cinayetlerinde ve şiddet olgusunda hiçbir gerileme olmadığına göre toplumda değişen (ya da azalan) ve bu algı farklılığına kaynak oluşturan nedir sorusu hayli önemli!Siyasete katılımAslında onun da cevabı dolaylı da olsa ankette bir biçimde mevcut. Anket sorularını yanıtlayanların, kadının siyasete katılımı konusunda çok da fazla istekli olmadığı anlaşılıyor. Araştırmada, ‘politika erkeklerin işidir’ cümlesine geçen yıla oranla daha çok destek verilmesi de bunun bir kanıtı. ‘Kadınların siyasete katılımının artması kadına yönelik şiddeti azaltır’ cümlesine rağbet edilmemesi de işin tuzu biberi olsa gerek!LGBTİ hakları, kürtaj gibi konulardaki sorulara katılımcılardan ağırlıkla olumsuz cevaplar gelmesi, öte yandan AB üyeliği ihtimalinin kadın haklarının gelişimi için bir umut vadetmediği düşüncesinin baskın olması toplumun son dönemde çizdiği profili netleştiriyor.Ayrıca, cinsiyete göre okula gitme durumlarıyla ilgili bölümde ortaya bir başka önemli gerçek çıkıyor: Kız çocukları, oğlan çocuklarına göre eğitimlerine devam etme konusunda geride kalmış durumdalar. Bu tür sonuçlar, bu haldeki ülkemize yakın gelecekte neler sunacak hep birlikte göreceğiz. Tam da bu yüzden, şu anki ankette ‘18 yaşından küçük çocuklar hiçbir şart altında evlendirilmemelidir’ diyen çoğunluğun yakın gelecekteki anketlerde bu soruya nasıl cevap vereceğini tahmin etmek güç olmasa gerek.Dahası ve benim açımdan en ilginç sonuçlardan biri, katılımcıların 1 Kasım’da oy verdiği partilerle ilgili olanı. ‘Bu hafta sonu seçim yapılsa hangi partiye oy vereceğinizi öğrenebilir miyim?’ sorusuna verilen cevaplar, yaşadıklarımızın bir müddet daha yaşanacağını ortaya koyuyor!

Devamını Oku