Olan oldu. Oscar bile bu işe el attı. Akademi’nin en iyi film ve en özgün senaryosu ödülü bu yıl Tom McCarthy’nin yönettiği filme gitti.
Filmin konusu, bizim topraklarımızdaki konulardan biraz uzak sayılabilir; Katolik rahiplerin dini istismar ederek küçük çocuklara uyguladıkları cinsel tacizin gözler önüne serilmesini anlatıyor. Ancak din istismarı hemen her zaman, her toprağın tanıklık ettiği bir olgu; dolayısıyla geleneksel bir çerçevede çekilmiş bu filme evrensel ölçülerle yaklaşmamız da söz konusu.
Ve araştırmacı gazetecilik!
Gerçek bir olaydan yola çıkarak oluşturulan bu senaryoda, filmin etkileyici kadrosunun ortaya koyduğu ‘doğal’ performansa şapka çıkarmamak mümkün değil. Ancak bir de işin başka bir boyutu var. Spotlight filmi, yaşadığımız zaman diliminde, sadece gazeteciler açısından değil, topluma yayılan sansürün nasıl delik deşik edildiğini göstermesi anlamında da, ayrı bir mutluluk (hatta umutlanma) nedeni olabiliyor. Öyle böyle değil, Watergate’i kamuoyuna sergileyen gerçek bir olaydan yola çıkarak çekilmiş olan ‘Başkanın Bütün Adamları’ adlı filme göz kırparak, önümüzde görkemli bir yalınlıkla da salınıyor Spotlight.
Ve o zaman başlıyoruz düşünmeye ‘gazetecilik aslında nedir?’ diye. Son yıllarda karşılıklı ‘çatmanın’ ve ‘çakmanın’ gazetecilik olarak algılandığı düşünüldüğünde (sansürü ve iktidar yanlılığını dile bile getirmiyorum) Spotlight filminden çıkartılacak çok önemli dersler olduğu şüphe götürmez. Bunlardan en önemlisi, herhalde araştırmacılıkla ilgili noktaya parmak basmak olsa gerek. Bir yıl boyunca, titiz bir araştırmanın sonucunda elde edilen bilgilerin, nasıl başka bir titizlikle kamuoyuna duyurulduğunu seyrederken, gazetecilik gibi bir mesleğin ‘gerçek’le nasıl bir ilişkisi olduğunu da anlıyorsunuz. Elbette gerçek denilenin, eğilip bükülemeyeceğini de. Ve hiç kuşku yok ki yalanın ve yalancının mumunun yatsıya kadar yanabilecek olduğunu da.
Dediğim gibi araştırmacı gazetecilik konusunda zihinlerimizdeki bütün sorulara, çok net cevaplar sunuyor Spotlight. Haberin kamuoyuna sunulması aşamasına kadar, bu anlamda yapılması gereken ne varsa onu bizlere aktarıyor. Kısacası objektif gazeteciliğin ne olması gerektiğini bütün yönleriyle kanıtlayarak, rezil bir olayı ifşa ediyor. Üstelik bunu yaparken, genel okur kitlesinin ‘Katolikler’ olması gerçeğinden yılmayarak hayata geçiriyor bunu. Başka bir deyişle, ülkemizde nicedir unutmuş olduğumuz eleştirel aklın, gazetecilikle buluştuğunda otoriter yapılara nasıl meydan okuyabileceğini de kanıtlıyor. Sakin, çalışkan, ödün vermeyerek, anlayarak, ekip ruhuyla devam ederek, işini ve işinin misyonunu unutmayarak... Ve elbette mağdurların sesine kulak vererek.
Diyecek ne kaldı?
Komşuda pişer belki bir gün, olur a, bize de düşer demekten başka söz bulamıyorum!