Ortadoğu, vatanım

24 Nisan 2016

Ortadoğu’yu anlamak için rehberlik görevi üstlenen ve izleyiciyi ajans bültenlerinde sayılarla ifade edilen Iraklıların gerçek trajedileriyle yüzleştiren çok önemli bir belgesel...* * *35. İstanbul Film Festivali’nde yer alan ‘Vatanım’ filmini katalogdaki bu tanıtımıyla takibe almıştım. Filmin, Sevin Okyay’ın hararetle işaret ettiği NTV Belgeselleri bölümünde olması da etkiliydi elbette. Yönetmenliğini Iraklı belgeselci Abbas Fahdel’in yaptığı filmi, belki tam da bu nedenlerden ötürü, dışardaki güneşli, baştan çıkartıcı Nisan gününü feda etmeye göze alarak, tam 5 buçuk saat boyunca, ‘güle ağlaya’ seyrettim. Ne kadar çok kırgın ve kızgın gerçek, ne kadar çok onarılmaya yatkın gülümseten sahne, ne kadar çok biz vardık filmde, size anlatamam. Ve elbette cayır cayır bir ülke, ve elbette ne kadar çok sessiz kalınan ölüm. Ve her şeye rağmen akıp giden bir yaşam.Böylesi uzun filmlerde genellikle olan şudur: Seyirciler usul usul salondan ayrılır ve siz kendinizle çekişerek, oturduğunuz koltuğun bir sağına bir soluna yalpalayarak ‘son’ yazısına ulaşmayı ve arınmayı hayal edersiniz. Ancak bu seferkinde öyle olmadı. Sona ulaşmayı başardık başarmasına ama filmin o noktasına ulaştığımızda, Fahdel’in aktardığı ‘Irak’ belgeseli, biz salondakileri yerlerimize mıhlamaya yetti. Film boyunca, filmin temel taşlarından biri, hatta kahramanı olan Fahdel’in 12 yaşındaki yeğeni Haydar filmin sonunda, bir serseri kurşunla, neredeyse gözlerimizin önünde yaşamını kaybetti. Aslında filmin ortasında bizi bu konuda uyarmıştı Fahdel; ama biz yine de bunu o güzelim çocuğa yakıştıramamıştık galiba; ki o meşum sonda öylece kalakaldık! 5 buçuk saattir Bağdat’ın sokaklarında birlikte gezindiğimiz harika bir çocuğu kaybetmiştik! Ve bu bir kurgu değildi.Abbas Fahdel, Irak’ta yaşayan ailesinden yola çıkarak, Saddam öncesi ve sonrasında (2003 yılındaki ABD işgali öncesi ve sonrası) yaşananları insanı merkez alan bir biçimde oturtmuştu kameranın önüne.Saddam döneminin televizyon ekranlarındaki ‘Saddam ve yine Saddam’ görüntüleriyle başlayan film, o ‘müşfik lidere’ methiyeler düzen televizyon kanalları aracılığıyla, bizim gibi topraklarda, lider-halk ilişkisinin nasıl pompalandığını sakin sakin gösteriyordu. Saddam sonrası gelen yağmalama kültürünün kimilerince o eski günlere duyulan özlemle geçiştirilmeye çalışılması da başka bir tezat olarak karşımıza çıkıyordu.Ve gelelim ABD’lilere. Şu kültüre, sanata, adalete, eşitliğe düşkünlükleriyle tanınan ABD’lilere. Kendi topraklarındaki ‘devşirme anıtların ve hayatların’ üzerine titreyen ABD’liler, Bağdat’ta ilk önce nereleri bombalamıştı dersiniz? Bağdat Sinema Enstitüsü’nü, Bağdat Radyoevi’ni, onca katmanlı kültüre ev sahipliği yapan Irak Ulusal Müzesi’ni, İslam kültürüne ait sarayları... Petrol Bakanlığı dışındaki bütün bakanlık binalarını. Onca masum insanın evini... O kendi diyarlarında çok düşkün oldukları ağaçları, yeşil alanları... Ve dahası insanların geleceğe olan inancını ve umudunu yerle bir etmişlerdi. Ülkede giderek artan yozlaşmanın ev sahibi onlardı artık. Ülke, sayelerinde bir felaketten kurtulmuş, bir başka felaketin göbeğine oturmuştu.Fahdel, mikrofonu Radyoevi’nde yıllarca çalışmış eniştesine çeviriyordu o zaman. Yaşlı adam, dev binanın enkazı arasında dolaşırken halkın, aydınların, yazarların, memurların, doktorların, öğretmenlerin, gazetecilerin hemen hepsinin şizofrenleştiklerini söylüyordu.‘Biz şizofren bir toplumuz artık’ diyordu gözleri yaşlarla kaplı. Kim değil ki diye geçirdim içimden. Kim değil ki?* * *Bu satırları yazdığım sırada Kilis’e yine bir roket düşmüştü.

Devamını Oku

Sevinç!

24 Nisan 2016

Böyle bir başlıkla başlayalım bugünkü yazıya. Ustamız Murathan Mungan’ın ‘Solak Defterler’ şiir kitabındaki bu kısacık şiirin satırları da ona eşlik etsin: ‘Gün nasıl çınlarsa bir çocuğun körpe sesinde!’ diye.Bu kadarcık.***Ben ona bir hastane koridorunda rastladım. Ertesi gün 23 Nisan’dı ve çocuklara bayram veren o güzelim ülkede yaşıyorduk. Çocuklara bayram vermesine rağmen, çocuklardan çocukluklarını en erken çalan ülkeydi de burası. Bir anlığına bu abis (ve abes) çelişkiyi unutup hastane koridorunda birbirimize bakakaldık. Daha doğrusu benim bakışlarım onun incecik bedeninde, köksüzmüş gibi yerçekimine doğru salınan bacaklarında kaldı; onun aklıysa anne kucağındaki şefkat ve annenin elindeki cep telefonuyla ona seyrettirdiği bol sesli çizgi film faslındaydı.Annenin eli, bunun için bir sözcük aranırsa, özendi. Genç kadın eli, belli ki yorgun, belli ki zaman zaman kadere küs, ama evlat sevgisi dendiğinde ‘orada, hemen şimdi’ydi.‘Çok mu acıttılar evladımın canını’ derken, bebek ellerin birine yapıştırılmış olan iğne kalıntısını da aynı sıcaklıkla okşuyor, konuşamayan bir çocuğun dili, o çocuk dilindeki kısa cümleleri, kopuk paragrafları oluyordu.Derken koridorun ucunda baba belirdi. Öyle ya, koridorun ucundan bu zayıf dal parçasına bu kadar sıcak başka kim bakabilirdi? Çocuk annenin kucağında kıpırdadı; bir baba-kız ilişkisi için en güzel anlardan sayabileceğim bir biçimde incecik bileklerini ve özellikle de başını, güneşe dönen boynu bükük bir ayçiçeği gibi gencecik adama uzattı. Bu kıymeti neresine bastıracağını bilemeyen baba, bu narinden narin bedeni, paha biçilmez bir yumuşaklıkla kucağına aldı.O anda bitkin anne, genç baba ve tanımsız kız çocuğu adlı fotoğrafın bendeki adı oldular.Sonra çocuk, bu birbirini tamamlayan çift, kendisine ne dediyse, öyle bir sevinç çığlığı attı ki koridorda; değil ben, o ana kadar orada öylece duran diğer hasta yakınları, hemşireler, tepemizdeki sosyetiklikle avamlık arasında gidip gelen ve bu usulde etrafa ışık dalgaları yayan floresan düzeneği, cep harçlıklarına alışmış diğerleri, aşağıda park yerinde birbirini yiyenler, zenginler, fakirler, ameliyathanedeki solunum cihazları, ekâbir sekreterler, umutsuz vakalar, umudu kendinde saklı hastalar, hastalık hastaları, hiçbir zaman ölmeyeceğini sananlar ve dahi tabldottaki somon, hastanenin dışındaki arsız kornalar, dalgın stajyerler, hayalperest öğrenciler, ah ulan ah şimdi yurtdışında çalışmak vardı deyip hakkının yendiğini düşünen doktorlar, hastanenin duvarlarına asılmış yeteneksiz ama torpilli bir ressamın elinden çıktığı belli olan peyzajlar... Durup baktılar! Baktık. Bu nasıl bir sevinçti ya! Birbirine yakın gözlerdeki nasıl bir umuttu. Bedeninde taşıdığı bütün engellere rağmen, bu cesur çocuğunki neydi, nasıl bir sesti...***O gün kısa bir süre sonra akademisyenlerin tutuksuz yargılanacağını öğrendik. Aklımızda, 23 Nisan’da kürsüye çıkıp unutulan şiir dizeleri, aklımızda delişmen çocukluk, aklımızda hiç unutmayacaklarımız, büyük sözler karşısındaki gevrek kahkahalarımız.Gün nasıl çınlarsa körpe bir çocuğun sesinde! Öyle.

Devamını Oku

Bizim dansımız!

18 Nisan 2016

‘Eski de olacaksan talihin olacak, kadir kıymet bilene rastlayacaksın.’ Karin Karakaşlı, Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz***İKSV’nin (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) ‘film şöleninin’ ardından yazıyorum bu satırları. O çarpıcı filmlerin arasından Le Bal, Balo’nun gösterimi, İtalyan yönetmen EttoreScola’ya zarif bir saygı duruşuydu. Yıllarca önce seyrettiğim filmi başka başka duygularla yeniden seyrettim.1984 yılında Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen, en iyi kurgu, en iyi müzik ödülünü kazanmış bu filmi, sadece İtalyan bir yönetmenin elinden Fransa’nın müzik ve dansla bizlere sunulan bir ara kesiti olarak değil, biraz da insanlık tarihinin cilveli sayfaları biçiminde ‘okudum’. İnsan ilişkilerinin zaman içerisinde değişen boyutu, yaşamın sayfalarca anlatılabilecek yanı, bazense tek bir satırda insanı tuş edişi... Hepsi mevcuttu.30’lardan 80’lereFilm, insanları bahane ederek dönemlere, o dönemlerdeki siyasi görüşlere, toplumu kavuran akımlara dair tuhaf bir belge de; 1930’lardan 80’lere neyin ne kadar değiştiğini sanatın diliyle aktarıyor. Hemen her şey o salona giriyor. Faşizm, rock, modernizm... Geldikleri gibi gidiyorlar mı diye soracak olursanız; sanırım hepsinin hem salonda hem de insanlar üzerinde izleri kalıyor. Ve önemli not: Balo, sessiz bir film. Daha doğrusu insanların sesi duyulmuyor; varsa yoksa müzik. Bu seyredişimde biraz rüyaları da anımsattı bana; rüyaların içerisindeki sorular, ünlemler, cümlesizlikleri.Ve belki de sinema günleri olduğu için aklıma sıklıkla düşen Emek Sineması’nın ve o salonun öyküsünü, hızlı hızlı not aldım kafamın bir yerlerine. ‘Orada, 20. yüzyılın başlarında Beyaz Rusların buz pateni yaptıklarını unutma’ diyerek. Geçen yüzyılın başından bu yüzyılın başına değin, böyle bir salonda Türkiye’ye dair bir müzik ve dans öyküsü yazılsa nasıl olurdu diye düşünmeden de edemedim. Elbette şunu da sorarak: Böyle bir filmde (Emek) bizim öykülerimiz (yani insan öyküleri) neye denk düşerdi acaba? Sonu AVM ile biten bu öykü olsa olsa Ortadoğu kapitalizminin öyküsü olurdu herhalde. Ya da...***Necib Mahfuz’un ‘Kahire Modern’ini (KırmızıKedi Yayınevi, çev: Olcay Boynudelik) okuyorum. Ve cevap kendiliğinden geliyor! 1988 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mısırlı Mahfuz, bu kitabında, 1922 yılında İngilizlere karşı bağımsızlığını ilan eden Mısır’dan bir kesit anlatıyor. Yazar, ülke insanı bağımsızlık fikrine alışmaya çalışırken, Mısır’ı ve Ortadoğu’yu kıskacına almış soruları karakterlerine usul usul eklemiş. Yeni çelişkilere gebe bir toplumda Arap milliyetçiliğini din kıskacı altında çözmeye çalışan bir toplumun içinde bir grup üniversite öğrencisinin 1930’lu yıllardan başlayarak ilerideki savruk yıllara yayılan öyküsünü anlatmış bize. Etrafta yükselen binalar, eskinin talan edilişi eşliğinde deformasyona uğrayan insanların öyküsü bu. Onurlarını yok pahasına satabilen insanların dramı.Hayli bizim buralar... Bizim dansımız.

Devamını Oku

Kadının Adı Yok

16 Nisan 2016

‘Annelerin görevi çocuklarını en iyi biçimde yetiştirmek. Babalar para kazanır, eve getirirler.’‘Memeleri yok diye mi bunları yaparlar?’‘Yok canım. Onların görevi çalışıp para kazanmak.’‘Siz niye para kazanıp çalışmıyorsunuz? Memeniz var diye mi? Süt veriyorsunuz diye mi?’‘Olur mu kızım. Biz istesek çalışırız ama vakit yok ki; o zaman sizi kim büyütecek?’***Bu hafta Duygu Asena’yı anma haftamız. Kütüphanemden buldum çıkardım ‘Kadının Adı Yok’u tekrar okumaya başladım. Yukarıdaki satırlar oradan. Kitap 1987 yılında piyasaya çıktığında 40 baskı yaptı, 1988 yılında ise Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu, kitabı küçüklere zararlı ilan ederek poşette satılmasına karar verdi. Asena’nın direnci kitabı akladı ve kitap sadece Türkiye’de değil, Yunanistan ve Hollanda’da da defalarca basıldı. Asena, hemen her kadının yaşayabileceği deneyimleri son derece net ve cesur bir dille anlatmış; tabu haline gelmiş hemen her şeyi deşifre etmişti. Bu da kimilerini çok kızdırmıştı çok!Asena bununla da kalmadı. Yine 80’li yıllarda kadın hareketinin en önemli savunucularıyla birlikte Kadınca’yı çıkardı. Bu dergi kısa bir süre sonra ‘fenomen’ oldu. Asena o dönemde sadece büyük kentlerden değil, Türkiye’nin hemen her tarafından ve hemen her sınıf kadından aldıkları mektuplardan bahsederdi. Ve hemen her seferinde şunu hatırlatmış olmanın kadınlarda yarattığı farkındalığa değinirdi: ‘Kendi gücünüzü bilin!’Kadınlar 80’li yıllarda bu gücün itkisiyle hayatlarını değiştirmek, o hayatları kendilerinin kılmak istiyorlardı. Kendi hayatına sahip çıkan kadınların olduğu bir toplumsa, ilk etapta eşitliğin yerleştiği bir toplum demekti. ‘Kadının kendi farkındalığınıartırması’nın hem kadınlar için hem de toplumun hemen her zerresi için gerçek bir nimet olduğu ortadaydı.Popüler kültürü dönüştürmek için kullanabilmekPopüler kültürün dönüştürücü bir yanı olduğunu en iyi tespit edenlerden biriydi Kadınca ekibi. Genelgeçer iktidarı pekiştirmenin en önemli araçlarından biri de olabilirdi popüler kültür, o araçları kullanarak iktidara kafa tutmanın bir yolu da. İlki en kolayıydı elbette. Zaten var olan düzene eklemlenmek ve bu savruluş aracılığıyla para kazanmak... Bakınız bugün tanık olduklarımız. Diğeri ise zor olanıydı, risk almaktı. Duygu Asena ve ekibi, ilk etapta Kadınca’da sonrasında Kim’de bunu başarmıştır.Benim kuşağım, bizler bu rüzgârla büyüdük. Şimdilerde hakim olan ‘yeni Türkiye’ modeline, özellikle kadının düşürülmek istendiği duruma, gözlerimizi fal taşı gibi açarak bakmamızın nedeni biraz da bu. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorum ama, özellikle o evlilik programlarında kadının düşürüldüğü roller, çok düşündürücü, çok.Bu tür programlar kadını ve onun hayata karşı farkındalığını, tam da toplumun dümen suyundan giderek resmen yok ediyor. Ve bunu hep birlikte, el ele, şarkılar, türküler söyleyerek, baklavalar, pastalar yiyerek yapıyorlar. Yeni Türkiye imajına sağladıkları katkı inanılmaz. Ne yazık ki o saatlerde çok seyredilen televizyon kanallarında sadece bu tür programlar var... Ve bu tür programları ağırlıklı olarak yine ev kadınları seyrediyor.***Bu hafta Duygu Asena’yı, doğum günü olan, 19 Nisan’da Kadir Has Üniversitesi’ndeki bir günlük programda anıyoruz. ‘Gücümüzü bize hatırlatan bu cesur kadına minnetle’ diyerek.

Devamını Oku

Kurgu...

11 Nisan 2016

Dünkü yazımda Levent’i bir teneffüs boyunca arayan Melih’ten bahsetmiştim size.Şimdi yazacaklarımsa elbette Levent'le ilgili; çünkü bazen tek yönlü bakış bir hikâyeyi yanlış ya da eksik anlamamıza neden olabilir. Ki çoğunlukla da yaptığımız budur.***Levent’in en büyük düşü zaman içerisinde yolculuk yapmaktı. Bunu en yakın arkadaşı Melih'e defalarca söylemişti. O gün öğle teneffüsünde bunu Melih’e hafif yollu çıtlattı ama oyuncu bir kerata olduğundan fazla detay vermedi. Saklambaç oyununu bahane ederek, satranç tahtasının oraya indi ve oradan gözü kara biçimde geçmişe sızarak, Troya’ya uçuverdi.Melih sezgileri çok güçlü bir çocuk olduğu için Levent’i doğru bir biçimde takip etti etmesine; ama onu Troya’da aradığı zaman, İstanbul’da hemen her yerin hafriyat kamyonlarıyla inim inim inlediği bir zamandı. Gerçeğin kendisi suiistimal edildiğinde, kısaca hayat dejenere olduğunda, hayallerin içine turp sıkıldı demektir. O zaman hayaller iyice kısıtlanır ve sadece parayla satın alınabilir; dahası, kredi kartına taksitle 10 ay, bilemedin 24 ayda falan ödenebilir. Kara para aklayanlara ise hiç girmemek en iyisidir.İşte bu yüzden hatlarda bozukluk oldu; zaman yolculuğu o rezil hafriyat kamyonlarının yanlış titreşimleriyle Melih’i yanlış bir zamana atıverdi. Melih, toprağı delicesine eşeleyenler ve inşattan zuhur ‘gıcır’ hayat felsefesi yüzünden arkadaşına kavuşamamış ve Troya Savaşı’nın hemen öncesinin içine düşüvermişti.Oysa Levent, bir ışık aşığı olan Levent, ışığı takip ederek Çanakkale Boğazı’ndaki bir ışık fenerine doğru yol almış, 7 yaşından umulmayacak bir maharetle, iptidai çakarın dalgaları gören mevkiine, hafriyat kamyonlarınınki ne ki, bütün dünya seslerine fark atarak ışık hızıyla varmıştı. Niyeti, 21. yüzyıldan getirdiği babasının son model el fenerini, o akşam sularda yolunu kaybedecek Leandros’a tutmak ve ona yol göstermekti. Ki Leandros, karşı kıyıda tutsak edilmiş Hero’ya, o en büyük aşkına yüzerek kavuşabilsin. Ne olur ne olmaz diyerek yanında pil şarj aletini de getirmiş ama zaman yolculuğunda bu aletin baskıya dayanamayıp büzük büzük olacağını hayal edememişti. Dahası, aynısı piller için de geçerliydi. Ne oldum dememeli ne olacağım demeli sözü pil familyası için yazılmış bir söz olsa gerekti!‘İçine tüküreyim!’ diye kötü bir laf etti Levent. Sonra panikle hemen etrafına baktı. Bereket etrafında kimse yoktu. Oh! Dalgalar bütün sesleri geçmişten geleceğe yutuyordu.Akşam olduğunda nasıl işaret verecek ve o genç aşığı karanlıkta kalmaktan kurtaracaktı şimdi? Ve Melih’i beklemekten başka bir çare bulamadı. Melih’in aklına çok güvenirdi. Gelse, ipuçlarını bulsa hemen çözerdi işi Melih...Ama Melih gelmedi. Kim bilir ne olmuştu. Akşam oluyordu ve Levent’in elindeki piller ona bakıp duruyordu, Levent de onlara.Derken topaç yüzü aydınlandı. Ve çılgıncasına bağırdı:‘Buldum!’Melih’in bir sözünü hatırlamıştı. (Levent’ti bu. Melih’in Albert Einstein’ın sözünü söylediğini fark etmesi zaman alacaktı elbette; ama zaman Levent için ışık demekti zaten!):‘Karanlık diye bir şey yoktur; karanlık ışığın yokluğudur’ demişti Melih bir seferinde bilmiş bilmiş.‘Leandros’a, sulara dalmadan önce hemen bunu anlatmalıyım; umutsuzluk karanlığın ta kendisidir demeliyim’ diye yine yollara düştü bizim Levent. Yer zaman tanımaz deli bir oğlandı, çılgın bir şey. (Büyüyünce görecekti, o ayrı konu.)Leandros’un bunu ne kadar anlayıp uyguladığını ise mitoloji bilir.

Devamını Oku

Hayat...

10 Nisan 2016

Melih bir teneffüs boyunca Levent’i arıyor. Levent cabbar ve işbilir, hatta kurnaz olan; Melih bilge olanı, ağır insan, 7 yaşında. Melih’in sınıf arkadaşı Levent tombik, hatta hantal bir şey, zeki, bıçkın, parlak bir oğlan. Melih tüy gibi, rüzgâr gibi biri, zeki ve çok duygusal. Arkadaş ve bir şekilde kader ortağı olmuşlar Melih ile Levent. En azından Melih öyle düşünüyor. Levent? Kim bilir... Ve başlıyorlar bir oyuna. Galiba adı saklambaç ya da kovalamaca. Gelin görün ki bir teneffüs boyunca, dile kolay 30 dakika, Melih Levent’i bulamıyor. Bahçede, okulda, havada karada bakmadığı yer kalmıyor. Yok. Levent kuş oldu gitti, toz. Sormadığı insan, yer kalmıyor Melih’in. Işığa, gölgeye, karanlığa bakıyor. Sıraların vidasına, kalemtıraşların içine, muslukların oraya, yemekhaneye, mutfağa, koridorlara, koridorların açıldığı salonlara, salonların açıldığı merdiven boşluklarına, merdiven boşluklarının kavuştuğu aralıklara, o aralıkların insan sesleriyle dolan, dolmayan katmanlarına bakıyor. Hatta bulundukları arsanın etrafındaki dev inşaatların dibine inmeyi bile deniyor. Orada ne bir mazi buluyor ne de eski. Oradaki sözcük talan. Ve Melih o sözcüğü henüz bilmiyor.Etraftan vazgeçiyor. Sonra Levent’in, geçen gün okula gelen konuk kadının anlattığı Troya’ya gittiğini hayal ederek, satranç masasının oradaki delikten -bir gökyüzüne bir yeryüzüne baktıkları o delikten- aşağı kendini bırakarak (korka korka da olsa) taa Çanakkale’ye gitmeyi göze alıyor.Gidiyor da. Ama Levent orada da yok.Yine de Paris’in bahtsız eski eşini bulup ona bile soruyor. Yok, diyor kadın. Varsa da fark edecek halde değil zaten. Sonra. Güzeller güzeli, biraz da yaşlanmış bulduğu Helen’e soruyor Levent’i, Helen’in kulakları biraz ağır işitiyor, sürekli ne ne diyor, pek de bir şey söyleyemiyor, Melih anlıyor ki Helen’in de bildiği pek bir şey yok. Bakıyor olmayacak İda Dağı’nın eteklerine biraz oturuyor. Şöyle kısa iki üç dakikalığına. Nefes nefese kaldı. İnsanların kehanetlere nasıl vakıf olduklarını (bunu da o kadından öğrenmişlerdi), ancak daha sonra tüm bu vakıf olduklarını nasıl unuttuklarını hatırlıyor. Ne demişti kadın?‘Nereden bilsinler?’Tamam hatırlıyor:Troya’nın başına gelenler için söylemişti kadın bunları onlara.Nereden bilsinler Troyalılar, demişti kadın, Helen’in babasının, Helen için Akha prenslerine içirdiği andı? Nereden sezsinler, demişti, koca koca orduların, donanmaların Ege’nin karşı kıyılarında saldırıya hazırlandığını? Nereden hatırlasınlar demişti, Kraliçe Hekabe’nin Paris’i doğurmadan Paris’le ilgili gördüğü kâbusu? Nasıl umsunlar, demişti, Boğazlar’ın en güçlü kalesi, Anadolu’nun en uygar kenti Troya’nın bir gün yıkılıp yok olacağını...Oysa ki her şeyi hatırlayabilselerdi... diyordu kadın. Bütün bunlar başlarına gelmeyecekti! İlyada, diyordu kadın, bir unutuş kitabıdır. İnsanlar gelir geçer ama unutuş kalır. Tarih de bunun üzerine yazılır zaten. Neredeyse aynı şekilde. İnsanlar, yerler değişse de.***Gözlerini kapıyor Melih; açtığı zaman İda Dağı’nın yamacında değil, etrafı dev inşaatlarla çevrili okulun bahçesinde buluyor kendini.Teneffüs bittiğinde birden bir ağlama duygusu uyanıyor onda.Ben o zaman onu görüyorum. Bu yazıyı yazacağımdan daha haberim yok. Levent’le nasıl bir oyun oynadıklarından da.Melih ağlıyor. Melih’e sarılıyorum.‘Bir koca teneffüsüm sadece Levent’i arayarak geçti’ diye ağlayan bu tüy gibi duygusal oğlana sarılmaktan ve bazen hayatın böyle anlardan, belki de çoğunlukla böyle anlardan ibaret olduğunu söylemekten başka hiçbir şey elimden gelmiyor. Homeros ve İlyada ise benim değil, Melih’in zihninden geçenlerden ibaret.Ya Levent?Kim bilir nerelerde ne haytalıklar yapıyor.

Devamını Oku

Bu dünyanın kralı benim

4 Nisan 2016

‘Tanıdığınız Narsist’ kitabından ve birkaç aşırı narsist örneğinden bahsettim size. Özellikle de bu dünyanın kralıyım tipindekiler çok tehlikeli... Onlar bizlere dünyayı gerçekten zehir edebiliyorlar. Ancak sorun, narsistler kadar narsist bağımlılarıyla da ilgili. Kısacası bu bağımlılar olmasa aşırı narsistler kendilerini bu dünyanın kralı sayamayacak.Korunma yöntemleri!Aşırı narsistlerden ‘korunma’ yöntemlerini şöyle sıralamış kitabın yazarı Dr. Joseph Burgo:Öncelikle onların etkisi altında kalmamaya çalışın diyor ve bu tür narsistlerin yaşam felsefesini çok iyi kavramamızı öneriyor. ‘Onların hayatlarındaki temele odaklanın, yani kazananlar ve kaybedenlere, sonrasında gereken neyse onu yapın, onlardan uzaklaşın’ diyor. Elbette bu tür insanlarla yaşama devam etmek zorunda olanlar da var. Özellikle onlarla iş ya da daha da beteri duygusal ilişkileri sürdürmek durumunda kalanların işi gerçekten zor.Doktorumuz, ‘iş ortamındaki aşırı narsistleri, onlara onay veren tavırlarla beslememek gerek’ diyor. Çok zorda kaldıysanız onlara şefkatli bir ebeveyn gibi yaklaşabileceğinizden, alttan alarak yolunuza devam edebileceğinizden bahsediyor. Neden derseniz onlarla çatışmaya girmek, onlardaki en temel refleks olan ‘suçlama, küçümseme ve infial hali’ni tavan yaptırmaya yetiyormuş!Gelelim duygusal ilişkilere. Burada da durum çok parlak değil. Dr. Burgo burada sorulması gereken asıl sorunun şu olduğuna inanıyor: ‘Neden böyle insanları seçiyorsunuz?’ Doktorumuz bu tür aşırı narsist insanlara eğilim gösterenlerin genellikle kendilerinden kaçtıkları bir utançları (elbette çocuklukla ilgili) olduğunu saptamış. Kısaca yaralı insanlar, aşırı narsist insanlara doğru özel bir eğilim gösteriyorlar. Zira aşırı narsistlerdeki gerçeküstü duygular ilk etapta onlara çok rahatlatıcı geliyor. Acılarını, utançlarını unutuyor ve kendilerini aşırı narsistin dev aynası karşısında çok ama çok kısa süreliğine özel hissedebiliyorlar. Bir süre sonra ise neyin gerçek neyin gerçekdışı olabileceğini karıştırmaya başlıyorlar. İstismar edildiklerini anladıkları zamansa iş işten geçmiş oluyor. Bunu anlasalar bile kendilerine itiraf etmeleri uzun zaman alıyor.PolitikacılarBenzer durumlar politikacılar için de geçerli. İnsanlar kendi yaralarına benzer yaraları kibir ve kazanma vaadiyle başarı grafiğine taşıyan ve sonunda bu dünyanın kralı benim diyen politikacılara zaman zaman daha yakın hissedebiliyorlar kendilerini. Özellikle bazı yaralı coğrafyalarda bu çok öne çıkıyor. Ancak bu, hiç kuşku yok ki, politikacıyla halk arasındaki gerçek bir iletişim anlamına gelmiyor. Çünkü aşırı narsist insanlar için kazananlar hanesindeki insanlardan başka umursanacak kimse yok. Onun yolunda soluk soluğa gitmeyi kabul ettiğinizdeyse (belki diğer politikacılar vb.) ilk etapta sorun çıkmıyor. Ama ne zaman, bu feci yolun sizin yolunuz olmadığını anlamaya başlıyorsunuz, o zaman iş kopuyor. Hemen çarkın dışına itiliyorsunuz; çünkü yerinizi doldurabilecek çok sayıda insan var.Doktorumuz, ‘aşırı narsistin hayatının bir parçası olmak kendi hayatımızı ve utancımızı bir süreliğine unutturabilir’ diyor. Ama çözüm bu değil. Çözüm içinse cevap yalın: Kendi utancınızla yüzleşin ve kendinize dair bir farkındalık geliştirin! Zira dünyanın yeni aşırı narsistlere değil, kendisiyle barışık insanlara daha çok ihtiyacı var. Hemen hepimiz bir parça narsist olabiliriz (ki bu sağlıklı bir şey) ama iş, hastalık boyutuna vardığı zaman gerçekten çok tehlikeli sonuçlara yol açabiliyor. Hem ikili ilişkilerde hem de daha geniş boyutlu ilişki ağlarında.***Şu aşırı narsistlerden çok bunaldık, öyle değil mi? Haydi kalkın filme gidelim! Yaşasın İstanbul Film Festivali.

Devamını Oku

Aşırı narsistlerle nasıl başa çıkabilirsiniz?

3 Nisan 2016

‘Tanıdığınız Narsist’ (Paloma, çev. Tufan Göbekçin) diye bir kitap geçti elime. Colorado’da yaşayan ve hastalarıyla yüz yüze video psikoterapisi uygulayan Dr. Joseph Burgo narsistler konusunda çok önemli bilgiler veriyor. Dahası ‘Aşırı Narsistlerle Nasıl Başa Çıkabilirsiniz’ diye soruyor ve başlıyor anlatmaya. Elbette narsist var, narsist var! O da bu yüzden adım adım gitmeyi tercih ediyor.Aşırı takdire ihtiyaç duyanlardan başkalarının onu kıskandığına inananlara, sınırsız başarı, güç, deha, güzellik ve ideal aşk düşlerine dalanlardan empati eksikliğine, kendine her şeyi hak görenlerden, kendisinin özel ve eşsiz olduğuna inanlara, kibirli ve kendini beğenmiş davranış ve tutumlar sergileyenlerden kendi amaçlarına ulaşmak için başkalarını suistimal edenlere kadar geniş bir yelpaze çiziyor bize Dr. Burgo. Ve diyor ki ‘resmen’ narsist tanınmak için bunların en aşağı beş tanesini bünyede barındırmak gerekir... Ve böylece Narsistik Kişilik Bozukluğu denilen hastalığa da mim koyuyor.Doktorumuz, bu tür hastaların, yani aşırı narsistlerin gözünde sadece iki tür insan olduğunu belirtiyor: tepedekiler ve alttakiler. Bu tür insanların genellikle bir tarafta ünlü, zengin ve büyük insanlar; diğer tarafta ise alçak, değersiz, sıradan insanların olduğuna dair çok kuvvetli inançları var. Taşıdıkları tüm ‘toplumcu, toplumsever’ maskelere karşın aslında sıradan insan olmaktan ödleri patlayan bu narsistler, dünyayı sadece kazananlar ve kaybedenler diye gördüklerinden, aynı dünyayı hem etraftakilere hem de kendilerine zehir etmeye pek muktedir. Doktorumuz, sağlıklı özsaygının tam zıddı anlamına gelen bu ‘hastalık’ için ‘aslında’ diyor ‘aşırı narsizmin özünde, kökü yaşamın ilk yıllarına uzanan, hakir görülmeye, bundan kaynaklı öz utanca karşı bir savunma olarak kazanan imajının peşinde koşmaktan başka bir şey değildir bu!’Hastalık, ne pahasına olursa olsun kazanmak amacına odaklanmış. Ve bu işin içinde kimler yok ki! İş, kültür ve spor dünyasında bunlardan bolca olduğunu söylüyor yazarımız. Özellikle spor alanındaki aşırı narsistlerin kendilerini diğer insanlardan daha zengin, daha popüler, daha iyi görünümlü veya daha saygın hissetmeye ihtiyaç duyduklarını belirtiyor. Şişkin benlik duygularını ‘hep kazanan olmanın’ kamçıladığını söylüyor.Aşırı narsist ebeveynler konusunda da bizleri uyaran Burgo, çocuklarını idealize eden ve onların hiç yanlış yapmadığını söyleyenlere net yanıtlar veriyor: ‘Çocuğuyla gurur duymak ile onun üzerinden kendi gösterişli benlik imgesini dolaylı tatmin etmek birbirinden tamamen farklı şeylerdir.’Kitapta ‘dünyanın kralıyım’ diye bir bölüm de var. Tarikat liderleri, politikacılar, vb... Burada da aşırıya kaçtığı zaman bu türden narsizmin nelere yol alabileceğini tartışmış yazarımız. ‘Çocukluktaki her türlü hasarı yalanlamak için tasarlanmış büyülenmeci bir benlik imgesidir bu’ diyor. Bu tür ünlülere gerektiğinden çok saygı duyulan bir toplumda, ne yazık ki kötü davranışlar cezasız kalır demekten de imtina etmiyor. Bu narsistler ne yaparlarsa yapsınlar hayranları onları affeder ve bu davranışlarının çok az sonucu olur diyor Dr. Burgo. Bu tür narsistlerin başkalarına saygısızlık ettiklerinde ve kendi sınırlarını bilmediklerinde etkili bir gerçeklik kontrolüyle karşılaşmadıklarını da ısrarla belirtiyor. Allah allah.***Yarın yukarda ifade ettiğim aşırı narsistlerle başa çıkmanın yollarını, yine aynı kitabı takip ederek sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Yani Türkiye biraz normal giderse... Yani umarım.(Bu arada haftanın şarkısı da belli oldu: Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile.)

Devamını Oku