‘Başka bir dünya mümkün ve gerekli’Ken LoachYönetmen Ken Loach, ‘I, Daniel Blake’ (Ben, Daniel Blake) filmiyle 69. Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Palmiye’ ödülünü kazandıktan sonra bir konuşma yaptı. Söyledikleri dünyanın değişmesine yönelik çok önemli mesajlar içeriyordu.Evrensel Gazetesi’nden Arif Bektaş’a verdiği röportajda ise filmlerin sadece hikayelerden ibaret olduğunu, hatta insanlara cesaret verdiğini ama asıl değişikliği insanların kendilerinin yaratabileceğini söylüyordu.Bu noktadan yola çıkarak, burada defalarca yazdığım bir hususun altını yine çizmek isterim.Hannah Arendt, ‘Geçmişle Gelecek’ adlı kitabında günlük deneyim içerisinde gerçek dediğimiz şeylerin, kurgudan bile daha garip tesadüfler sayesinde meydana geldiklerini dile getirir. Onun ‘sonsuz ihtimal’ dediği de budur. Yine de temkinlidir Arendt. ‘Terazinin kefesi felaketten yana ağır bastıkça’ der, ‘özgürlüğün kendini gösterebilmesi için yapılması gereken işler de o denli mucizevi olur. Çünkü otomatik olarak meydana gelen ve o nedenle de karşı konulmazmış gibi görünen, her zaman için felakettir, kurtuluş değil.’Bakınız, bugünkü hallerimiz.Bu dönüşüm ve değişmenin insandan bağımsız düşünüldüğü koşullarda, yani insanı yok sayan, insanı bir kurban gibi göstermeye meyilli durumlarda, Arendt’in dilinde ‘yarının düne benzeme olasılığı, ezici bir olasılıktır.’ Teslimiyet kültürü, elimizi kolumuzu bağladığında, yeniliriz.Bakınız, bugünkü hallerimiz: Teslimiyetçi, mutsuz. Omuzlar insin kalksın; ‘hıh, ne değişir ki bu ülkede!’ hali. Tedavülden çoktan kalkması gereken o biteviye soru: ‘Zaten bu ülkede her şey eskiden de böyle değil miydi?’, ‘Geçmişi zemzemle aramıyor muyuz?’ sorularının cevher sorularmış gibi ortada dolaşması.O geçmişte yaşı büyülterek asılan çocuklar çoktan unutulmuş, gencecik çocuklar ipe gitsin diye o ‘çok iyi’ milletvekillerinin attığı imzalar buhar olmuş, varsa yoksa bir nostalji, bir nostalji. İyilikle sırlanmış o mazide, resmen icraatıyla bugüne mühür basmış ‘o iyi kalpli politikacıları’ bir çırpıda sıralama hali. Radyasyonlu çayları içer gibi kana kana, geçmişi, özlemle, ah ah diyerek yudumlama pratiği. Ve ufka bakılarak sorulan o meşum soru: Ne olacak bu ülkenin hali?***Gezi direnişinin üçüncü yılına ulaşıyoruz. Oradaki mesajları unutmuş gibi bir yaşama savrulmuş olsak da, o mesajlar unutulmuş falan değil.Tekrar tekrar yinelemekte fayda görüyorum: Mucizeleri insanlar gerçekleştirir. Arendt’in diliyle de söyleyecek olursak: ‘Özgürlük ve eylemde bulunma yetisi gibi bir çifte ihsan sayesindedir ki insanlar kendilerine ait bir gerçekliği kurmaya muktedirlerdir.’‘Bağzı şeyler,’ ancak biz istersek değişir. İşte o zaman başka bir dünya mümkün olacak demektir. Şarkıdaki ‘niye seçti kader beni anlayamadım’ sorusunun yanıtını ise size bırakıyorum.
‘Türkiye’nin zengin ülkeler arasına girememesinin nedeni bilim üretiminde geri kalması, buna bağlı olarak teknoloji üretememesidir.’Yukardaki alıntıyı Emin Çapa’nın, özellikle tasarım ve mimarlık öğrencilerine yönelik ipuçları taşıyan yazısından aldım. Yazının sonuna geldiğim zamansa bunun sadece bu alanın öğrencilerine değil, öğrenmeye meraklılara da özel bir eşik sunabileceğini fark ettim.ZenginlikEmin Çapa, ‘zenginleşmenin yolu’ başlığıyla yazısını paylaşmış bizlerle. Ancak, şu kesin ki yazıdaki zenginleşme, şu aralar fazlasıyla tanık olduğumuz umulan anlamda bir sözcük açılımının karşılığı değil. Yani şu: Zenginleşme, iktidarlar değişse de, iktidar ‘mantığının’ değişmediği, kısaca belli bir zümrenin altta bıraktığına bir şeyler taslaması, hele hele yetimin hakkıyla hanlar, hamamlar yaptırması hiç değil. Besbelli Çapa, bir ülkenin 7’den 70’e zenginleşmesinden, bolluk ve bereketten bahsediyor.Öncelikle, Çapa’nın yazısında altını çizdiği o kitabı okumanızı ben de hararetle öneriyorum. Daron Acemoğlu’nun ‘Ulusların Düşüşü’ (Doğan Kitap) kitabı, ‘bizi bizden başka kimse sevmez’ mantığının, çürük bir mantıksızlıktan ibaret olduğunu, asıl yapılması gerekeni nasıl da atlayıp durduğumuzu bizlere hatırlatması anlamında da önemli bir kitap. Hangi ülkeler, neden daha zengin sorusuna, ilk etapta verilen cevap, üstten alta değil, alttan üste doğru bir hareketliliğin ne kadar önemli olduğunun vurgulanmasıdır, o kitapta. İfade özgürlüğünün en temel basamak olduğu da. Gerçek bir demokrasinin varlığının olmazsa olmaz koşul olduğu da.Çapa, bu gerçeği sindirdiğimizi düşünerek bir diğer adıma geçiyor ve bizlere teknolojik ilerlemenin ülkelere nasıl da basamaklar atlattığını sergiliyor. Yazımın başında alıntıladıklarımı söyledikten sonra patent sayılarına bakmamızı öneriyor. Patent her zaman teknolojiyle aynı değildir ama gene de önemli bir göstergedir diyor. Bu noktada ABD’nin patent oranı dünyada %28’lik bir orana sahip. Bunu, %19.8 ile Japonya takip ediyor. Ve liste Çin, Almanya, Güney Kore (evet) ile akıyor. Türkiye ise bu listede sadece % 0.4’lük bir paya sahip. Ve Çapa günümüze dair bir mimle soruyor: Koskoca bir ülke, patent konusunda yarışamıyorsa o ülkenin dünyada büyüklük iddiası olabilir mi?Tasarım ve YaratıcılıkEkonomiden zerre anlamam. Ama sayılar ortada... Çapa, buradan yola çıkarak ürün tasarım konusuna değiniyor; o konuda da Türkiye’nin çok gerilerde kaldığını söylüyor ve İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği bir tasarım bienalinden bahsediyor. Bu sene üçüncüsü gerçekleştirilecek tasarım bienalinin teması ‘Biz İnsan mıyız?’: http://bizinsanmiyiz.iksv.org/Sırası gelmişken Çapa’nın, tasarım bienali bursu da verdiğini çıtlatalım. İstanbul, Ankara ve İzmir dışından, tasarım ve ona bağlı alanlardan 10 öğrenciyi tüm masrafları kendisine ait olmak üzere İstanbul’da ağırlayacak. Dahası, İKSV bu öğrencilerin hem bienali gezmesini hem de tasarımcılarla bir araya gelmesini sağlayacak.Başvurular dunyanin1001hali@cnnturk.com.tr adresine yapılacak. Ve Çapa’nın oluşturduğu küçük bir jüri başvuruları eleyecek.Ben Çapa’nın tasarım ve Türkiye denklemini, kendi anladığım biçimiyle, yaratıcılık olarak algılıyorum. Belki bu yüzden, yaratıcılığı bu kadar öldüren, sınav takıntılı ve kul yetiştirmeye takmış bir eğitim sisteminin, hemen hepimizin en büyük dertlerinden biri olduğunun da altını bir kez daha çizmekten kendimi alamıyorum.***Tasarımcı, felsefeci dostumuz Tardu Kuman’ı kaybetmenin üzüntüsü içersindeyiz. Gülüşü ve evlerimizdeki izleri hep bizimle olacak.
Üç Kuruşluk Opera derken sözüm Meclis’ten dışarı mı?Son tanık olduklarımızdan sonra yorumu size bırakıyorum. Dokunulmazlık deyince peki, ya yakın geçmişteki ayakkabı kutuları ve o kutuların cümle âleme anlattıkları demekten de kendimi alamıyorum.Neyse. Bu yazıda, yine de, BertoltBrecht’in oyununa sadık kalacağım. Başka bir deyişle, inatla, her şeye rağmen (bu da nasıl bir laftır) yaşasın sanat demeye devam edeceğim!Geçen hafta Üç Kuruşluk Opera’yı, Robert Wilson’un yönettiği haliyle, bizzat Brecht’in kurduğu BerlinerEnsemble ile, Zorlu Centre’da, göz kamaştıran bir yorumla izledik. O koca salon tıka basa doluydu. İKSV’nin bütün çalışanlarına ve elbette bizlere bu fırsatı veren Tiyatro Festivali’ne ne desek az kalır. Bu içerisinde debelendiğimiz hassas (yoksa vahşi mi desem) dönemde çok önemli bir şey yapıyorlar. Sanattan, onun sağaltıcı ve onarıcı yanından taviz vermiyorlar, vazgeçmiyorlar. Sağolsunlar.O ışık tufanı oyunda, günümüze dair ne kadar çok şey vardı. O karakterler, o karakterlerdeki ciddiyetin altındaki kokuşmuşluk, o kokuşmuşluğun altındaki eziklik, o ezikliğin altındaki hırs, o hırsın altındaki zavallılık. Elbette, değişen nedir sorusunu sordurdu hemen hepimize. Galiba, insan dediğimiz, kokuşmuşluklarla karakterini inşa etmeye çalıştığı müddetçe değişen pek bir şey olmayacak. O katakulli, o omuz omuza girişilen suç ortaklığı, o kan üzerinden ağzı sulanan adamlar topluluğunun hükümdarlığı, o vasatlık, o budalalık... Değişmeyecek. En azından şimdilik. Ama her şeye rağmen (yine!) umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor. Hani Üç Kuruşluk Opera’da der ya ‘Dünya Süleyman’a da Kalmadı’ diye (Kral Süleyman’ın Şarkısı) o hesaptan kapatalım -yani şimdilik.Hatırlamayanlar için de çıtlatalım. Üç Kuruşluk Opera, Epik Tiyatro’nun kurucusu BertoltBrecht’in, Dilenciler Operası’ndan esinlenerek 20. yüzyıl Alman ruhu (son bir parantez açıp buraya da o ne ruhtur o diye bir ünlem koyduğumu farz ediyorum) için uyarladığı bir oyundur. Buna rağmen bu oyunun güncelliği hiç tükenmez. Entrikalarla dolu bir zamanda insan sarrafı bir tiyatro yazarının insana dair olanı, yabancılaştırma efektiyle aktardığı bu macera, hemen her koşulda yoksulun kaybedişini, iyiliğin zaaflara yenilişini, üçkağıtçılığın vatanseverlik ve ahlakçılık kılıfıyla nasıl prim yaptığını anlatır.Bir kere insanlar düşmeyegörsünler! Savaş da, savaş tüccarlığı da, ahlaksızlık da peşi sıra gelir. Sözü söz kıldığını sanan herkes namus ve ahlak derdindedir, özellikle de en namussuz ve en ahlaksızlar.Bir kere insanlar düşmeyegörsünler!Mesaj budur.Ne kadar evrensel bir mesajdır bu. Opera’ya eşlik eden besteci Kurt Weil’in müzikleri gibi.
‘Don Kişot’u, okuduktan çok sonra sevdim.’Yukardaki ‘okur itirafı’, Faruk Duman’ın TomSawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe (Can Yayınevi) adlı deneme kitabından. Duman, bu kitabında yer alan metinlerinin çoğunu, kitabın adından da anlaşılabileceği üzere okuma ve yazma faaliyetine ayırmış. Hatta yukarda alıntıladığım cümlenin yer aldığı ‘Okurdan Ne Bekleriz’ adlı denemesini de şöyle bitirmiş:‘Herhalde, okurdan bir beklentisi varsa bir yazarın, en fazla bu olabilir.’Burada Faruk Duman’a tamamen katılıyorum. Okuduğu metne ve kendine zaman ve mekân anlamında şans veren bu okur tipini son derece önemsiyorum. Okuduğunu yaşamla buluşturabilen, okuma eyleminin ardından soluklanabilen, sonra bir gün farklı boyutlarda o kitabı, çok değil, birkaç cümleyle hatırlayabilen, düşünebilen, onunla iç geçirebilen bir okur... Hatta orada, yani sayfalar arasında deneyimlediklerini yaşamın bir fasılasında eşleştirebilen, ‘yahu ben bunu daha önce yaşamıştım’ diye derin bir nefes alıp veren okurdur o. Burada neden bu kadar ahkâm kestiğime gelecek olursak, son derece benzer bir tecrübeyi, bizzat yaşadığım için olabilir. Kral III. Richard’ın iktidar deliliklerini, Hamlet’in tereddütlerini, hatta Orwell’in 1984’ünü yıllarca sonra anlamış, T.S. Eliot’un Çorak Ülke’sini en kurak iklim olan 1980’li değil de, 2000’li yıllarda farklı bir savrulmanın içinde keşfetmiş olmam, olsa olsa bu denklemin bir yanına tutunduğumu gösterebilir. Ve de bu nedir diye soracak olursanız, buna çok kısaca, edebiyatın gücünün yaşamla açılandığı zamandır diyebilirim size. Mucizevi bir denklem. Ya da, abartmayalım, sadece iyi bir denklem.Ya yazarlarKitapta, bu denemenin hemen ardından ‘Yazardan ne Bekleriz’ diye bir deneme ile karşımıza çıkıyor Faruk Duman. Oradan da birkaç cümle paylaşmak isterim:‘Edebiyat dergilerini satır satır takip etmeye başladığımız yıllarda, bir gün Türkiye’de her şeyin değişeceğini, kuşkusuz bizim de çabamızla, edebiyatın gerçek değerlerinin hak ettikleri ilgiyi göreceğini düşünürdük.’Yine umutsuz değildir burada Faruk Duman. Örneğin Vüs’at O Bener ya da Bilge Karasu gibi ustaların edebiyat okuru kitlesiyle buluşmasının eskiye oranla daha çok mümkün olduğunu teslim eder. Ancak teslim ettiği bir başka gerçek daha vardır: ‘Buna karşın piyasa işi edebiyat katbekat yol aldı. Eğitimimiz gibi okurluğumuz da yavana muhtaç edildi.’ Yavan konusunu uzun vadeye yayarak, farklı konu başlıkları ve içerikleriyle, yerim ve soluğum yettiğince zaman zaman burada ele almaya çalışıyorum. Ancak hiç kuşku yok ki ‘yavan’, üzerine çok ciddi bir biçimde düşünmemiz, kafa patlatmamız gereken bir sözcük. Hemen her alanda geçiştirilebilecek bir sözcük değil. Sanırım, özellikle de son yirmi-otuz yıl düşünüldüğünde, yavan, bayağılık gibi bir sözcüğü cımbızla çekip aldığımızda geriye kalan yaşam hamurunu düşünmemiz gerekecek bir işlevselliğe de sahip.Öte yandan tekrar Faruk Duman’ın söylediklerine ve edebiyata dönecek olursak, umutlu olma imkanımız da var gibi gözüküyor.Nedir derseniz, paylaşayım:‘Edebiyatın bir kesin formu, genel kabul görmüş ya da görülebilecek bir kuralı olmadığına göre, ondan yine o ideal okurdan beklediğimizi bekleyebiliriz. Kendi yazarlığını durmaksızın yükselen bir beğeni ile atbaşı sürdürmesi.’Durmaksızın yükselen bir beğeni nedir sizce? Elbette, en kestirme cevabıyla, bir yazarın (okurları tarafından) yazdıklarıyla anılması. Yazdıklarıyla görünmesi değil.
Psikesinema (dergisi) son sayısını Nörobilim ve Sinema başlığıyla çıkarmış. Hatta kapakta da LucBesson’un 2014 yapımı Lucy filminin baş kahramanı Lucy’yi (cazibeli ScarlettJohansson ) kullanmış. Dergideki birçok ilginç yazının yanı sıra, hem Lucy filmine hem de popüler kültürün dayatması sonucunda zihnimizde oluşan bir aldanışa parmak basan bir yazı var dergide.Filmi kısaca özetlemek gerekirse: Uzakdoğu’nun uyuşturucu kartelleri arasında kendini bir uyuşturucu kuryesi olarak bulan Lucy, etkisi çok güçlü olan bir uyuşturucu maddeyi kazayla aşırı dozda yüklenir. Bu yüklenme sonucunda da beyninin yüzde yüz çalışmasına tanık olur. Sonra neler olur neler. Lucy’nin beyninin tam kapasite çalışması o kadar yorucudur ki sonunda beyni infilâk eder ama bundan insanlık kazanır.Bu mit gerçek mi?Mine Sezgin ve Başar Bilgiç, dergideki yazılarında Besson’un filminde sorulan ‘gerçekten beynimizin belirli bir yüzdesini mi kullanıyoruz?’ sorusunu masaya yatırmışlar. Aslında beynimizin yüzde 10’unu kullanıyoruz mitinin ve artan kullanım yüzdesiyle hayatımızda ne türde değişiklikler olabileceği efsanesinin 1800’lü yıllardaki bir kitaba dayandığını belirtmişler. Kitabın yazarı Willam James, TheEnergies of Man (İnsanın Enerjileri) eserinde bu duruma değiniyor ve insanın mental kapasitesinin çok azının kullanıldığını iddia ediyormuş. Sezgin ve Bilgiç, bunun son derece temelsiz bir argüman olduğunu, popüler kültür ve pazarlama stratejileri yüzünden doğruymuş gibi algılandığını söylüyorlar.Üstelik, bunu söyleyen sadece onlar da değil. Müjdeyi verme zamanı: Nörobilim beynimizin yüzde yüzünü kullandığımızı söylüyor. Buna karşın, onu daha fazla kullanmak istediğimizi ama beynimizin nihayetinde hassas, narin ve küçük bir organ olduğunu, dolayısıyla kapasitesinin ‘şimdilik’ buna uygun olmadığını belirtiyor. Ya gelecekte? Yazarların belirttiğine göre beynimizi geliştirmek için sentetiklere değil evrim sürecine ya da nitelikli yeni nöral şebekelere ihtiyacımız var. Kısacası zaman her şeyin ilacı diyebiliriz, yani şimdilik!Tekrar filme dönecek olursak: Film iyi gişe hasılatı yaptı. Peki bunun nedeni ne? Samimi bir itirafta bulunmak gerekirse, filmi büyük bir ilgiyle izleyenlerden biriydim. Özellikle bir kadın kahramanın uyuşturucu karteli özelinde duygularından arınarak dünyaya ve evrene verdiği mesajı fazlasıyla ilginç buldum: İntikam alınır ve kötüler cezalandırılır (Monte Kristo mantığı?). Ancak buradaki bir diğer soru da şudur: Neden bu tür kahramanlar insanlarda bir arınma duygusu yaratıyor? Yani kısacası 21. yüzyılda neden hâlâ bizim adımıza konuşmasını özlediğimiz kahramanlara ihtiyaç duyuyoruz?Elbette bir de şu: Gerçek hayatta atamadığımız adımları doğaüstü güçlerde arama telaşı ya da zihin okumayı özleme merakından ne zaman kurtulacağız? Örneğin beddualarla işi halledeceğini düşünen bir toplum (diyelim ki biz) neden ayağa kalkıp kendi gücüyle hemen her şeyi değiştirebileceğine bir türlü inanamaz?Ya da şunlar: Neden o toplum kendine inanmaz? Neden hayatı yaşamak yerine korku, öfke ve endişeyle seyreder? Neden kendi şikayetleri adına ağzı laf yapan bir sözcü arar? Neden narsist kahramanlar, liderler yaratır? Neden bunları devirmek için yeni kahramanları, yeni sözcüleri bekler? Neden onları da bir biçimde narsistleştirir? Neden kendi geleceğine kendi elleriyle sahip çıkmaz?Uzar gider bu sorular. Değişemezsek, daha da...
‘Büyüdüğüm vakit diğer insanların anlamsız hayatlarını taklit etmeyeceğime ve bahar geldiği zaman kırlara gidip açan ilk akdikenleri göreceğime söz veriyorum.’Marcel Proust’un Mart 1912’de Le Figaro’da çıkmış yazısı böyle biter. (Kayıp zamanın Etrafında, çeviren ve yayına hazırlayan: Didem Nur Güngören, Everest Yayınları)Akdiken ve laldikenleri karşılaştırdığı bu denemesinde Proust, muhteşem kitabı 3000 sayfalık Kayıp Zamanın İzinde’yi çağrıştıran bir sürü imge kullanır. Çocuklukla büyümenin kıyısında salınan bu imgeler, örneğin ailesini ay ışığında uzun yürüyüşlere çıkaran bir babanın peşi sıra takip edilen bir yolda, geçmişin, Proust’un bugününe salınan anılar hanesinde gümüş izler bırakır. Geceyle gündüzün, düşle gerçeğin arasında uzanan bu izler, ‘hayat mihrabının’ fısıltılarıyla genişler. Proust, Mayıs ayında, çocukluğunda keşfettiği akdikenleri aylı gecelere usulca bırakır zihninde. Akdikenleri keşfedişinin kendi halindeki laldikenleri keşfetmesine de neden olduğunu bize teslim eder. Bizlerin bugününü kıpırdatır, gündelik yaşam keşmekeşi içerisinde savrulan halimizi alıkoyar ve kısa bir anlığına da olsa başka bir diyara, kendi çocukluklarımızdaki bahçelere uzanmamıza yol açar.Her şey birbiriyle ilintilidir. Elbette biz görmek istersek. Çocukluğun berraklığını gölgeleyen her ne varsa ondan kurtarabilirsek kendimizi, Proust’un zamanına da geçmemiz, bu yüzden, mümkün olabilir. Birbirini tanımayan, ayrı zamanların farklı insanlarından, birbirini farklı bir biçimde tanıma şansı olan, adına ister okur-yazar ilişkisi deyin, ister sadece iki insan deyin, ayrı mekânların ayrı insanlarının buluşabilmesi de bu yüzdendir.Elbette burada sorulacak bir diğer soru gerçek büyümenin ne olduğu sorusudur. Ülkemizde, sıkça algılandığı biçimde büyümek, bir unutuşun adı olduğunda büyümez, sadece yaşlanırız. Geçmiş, sadece ah vah ettiğimiz ve bugüne asla örnek teşkil edebilecek bir zihinsel denklem değil, olsa olsa, vasat bir toplama işlemi haline dönüşür. Belki tam da bu yüzden o toplama işleminin olmazsa olmaz yanlışı diyebileceğimiz ‘elmalar ve armutlar’ı birlikte toplayıp sesimizi kendi sesimizde durmadan boğar, boğarız.Yaşlıları yaşlı kılan büyümekten vazgeçmeleridir. Verdikleri nefes bu yüzden yorucudur. Nispeten daha genç olanlarda yarattıkları yaşlanma duygusu, bu yüzden korkudur. ‘Bunun gibi olacağıma!’ korkusu...Bir Anneler Günü yazısı yazmaya niyetlenmiş olmasam da, burada şunu dillendirmek isterim:Anneler, çocuklarınızın gözlerine baksanıza. Onlarda, sizlerden aldıkları şevkle, büyümeye dair bir heves görüyor musunuz? Büyüyeyim de kurtulayım gibisinden bir hevesten bahsetmiyorum. Kastettiğim şu:‘Evet büyüyeceğim, öğreneceğim, sonra yine büyüyeceğim, sonrasında yine öğreneceğim ve hep büyüyeceğim. Ve ve ve...’Bazen akdikenlerin uğultulu kokusuyla, bazen onlara eşlik eden hayalin uzandığı laldikenleriyle, bazen bir ay ışığıyla büyümeyi göze almışsak, bizden yaşça küçüklere de sunduğumuz budur:Yaşam merakı, yaşama özlemi, yaşantı ferahlığı.Çocukluğunu kaybeden, büyüme merakını yollarda yitiren, çocuklarını da kaybeder.Kaybediyoruz. Keşke kaybetmesek...
‘Bütün bir yaşam boyu ayaklarını aynı yere basmak tehlikeli bir yanlış anlamaya yol açabilir; sanki orası bizimmiş, dünyada her şey gibi ödünç olarak verilmiş değil de bize aitmiş sanırız.’***İtalyan yazar Antonio Tabucchi, ‘Yolculuklar ve Öteki Yolculuklar’ (Can Yayınları, Çev. Semin Sayıt) adlı denemesinde rüzgâra bakmak için Bask diyarına gider. Rainer Maria Rilke’nin ‘Tanıdın mı beni, hava, sen hâlâ benim olanla dolusun’ dizesi içinse Azor Adaları’nı seçmesine rağmen, çok geniş bir perspektiften bakarak bir yolculuk kitabının insan ruhu için ne anlama geldiğini tartışır bizlerle. Gidilen o yer neresidir diye sorar bize. Oraya vardığımız zamanı. O zamanın kime ait olduğunu. Bütün yolculukların aslında öznel bir keşif olduğunu da söylemeden duramaz. Neyi ararız? O gittiğimiz yerlerde hatırladıklarımızın içinde bulunduğumuz ruh haliyle biçimlendiğini, mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuzla çerçevelendiğini, bu yüzden çıkılan yolculukların kendimize dair çıkılmış yolculuklar olduğunu da ekler.Bu denemelerin sokak aralarına, turistik gezilerde atlanılan mekânlara değinmesinin bir başka sebebi daha olabilir. Yazar, buralarda gündelik yaşamın kültür, sanat, tarih ve elbette insan ve insan yazgısıyla olan bağını da araştırır. Yolculuklar gerçekten yersizyurtsuzluk mudur; yoksa yersizyurtsuzluk, aslında, başka bir yoksunluğa mı işaret eder? Yersizyurtsuzlar, gerçekte kimlerdir? Son bölümde yer alan yersiz yurtsuz bir adamın, bir gökbilimciyle tartıştığı sorular (sorunlar diyelim şunlara) bu yüzden ‘fena halde’ cezbedicidir.‘Yersizyurtsuz küçük adam, gökbilimci kardeş der, eğer galaksileri gözlemleyebiliyorlarsa, neden kimse beni görmüyor? Bırak yahu dünyanın dönmesini; önce benim çalışan ama sahip olamayan ellerimi düşün. Ben bu dünyada yaşarım, bu toprağı çapalarım ama bir Yersizyurtsuz’um. Sen ki Evren’i tanırsın. Böyle bir şey olur mu gökbilimci kardeş?’Burada Yersizyurtsuz adamın kim olduğunu ve neyi temsil ettiğini fark edersiniz. O ise inatçıdır. Bilmek istemektedir:‘Ben Evren’in bir insanı değil miyim? Ve eğer onu ölçmek için astronomik aletler gerekiyorsa, topraklarını çapaladığım efendiye göre bana nasıl bir ölçü gerekir?’Yersizyurtsuz adamın karşısındaki gökbilimcinin cevabı Yertsizyurtsuz’un sorularından daha da ilginçtir:‘Zavallı Yersizyurtsuz adam’ der, ‘Toprak sahipleri senin için dört karış toprağı yeryüzünde değil yerin altında, seni içine çekip hiçliğinde barındıracak, tıpkı gökyüzündeki kara delikler gibi ufacık bir delik öngörmüşlerdir sana. İnsan, yaratılmış evrenin ilk yıldızıdır; ama hiçadam, senin payına düşen yalnız bir deliktir.’Bunun üzerine Yersizyurtsuz küçük adam, daha dün gittiği bir cenazeden bahseder. ‘Benim gibi zavallı bir emekçinin ölüm törenine gittim’ der. Orada kendisi gibi olanların şöyle bir ezgi mırıldandığından da bahseder: ‘Şimdi kavuştuğun, bu birkaç karışlık yer, yaşamında hakkın olanın birazıdır. Bu toprakta sana düşen bu kadardır.’ Ve tam da burada, belki de ışık yılını kastederek sorar:‘Gökbilimci kardeş, sen Evren’in ölçülerini bilirsin. Bir insanın yeryüzünde payına düşen bu mudur?’‘Maalesef budur’ demez gökbilimci. Susar. Bildiklerinin hiçbir işe yaramadığını anladığı için, belki de.***Neyse.Başka ilginç bir yol kitabı daha ulaştı elime. Ondan da yeri gelmişken söz edeyim. Ali Eriç’in ‘İstanbul’dan İstanbul’a Bir Dünya Seyahati’ (Cinius Yayınları) tam 1137 gün 131.969 kilometrelik bir araba yolculuğunu anlatıyor. Bu koskocaman kitabın tüm gelirinin Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’na bağışlanacak olması çok hoşuma gitti.
Reyhan Yıldırım’ın NotaBene Yayınları’ndan çıkan ‘Boynumda Bir Dize İnci’ kitabının içinde yer alan öykülerden birinin adı bu. Neyi mi anlatıyor? Hayatın dışarda kalamayacağını elbette...Dahasını da.Reyhan’ın incelikli öykü dili ülkemizde kadınların yaşadığı dramı dizmiş öykü çemberine, usta bir kalemin kıvraklığında dilsizce soruyor:‘Namussuz, dedi öldürdü. Tembel, dedi öldürdü. Çirkin, dedi öldürdü. Çok konuşuyor, dedi öldürdü. Doğuramıyor, dedi öldürdü. Tecavüze uğradı, dedi, öldürdü. Sinemaya gitti, dedi öldürdü. Cinnet geçiriyorum, dedi, karısını, çoluğunu çocuğunu topluca öldürdü.’Ve sonra diyor ki:‘Tabancayla öldürdü.Olmadı, boğarak öldürdü.Olmadı, bıçaklayarak öldürdü.Olmadı, av tüfeğiyle öldürdü.Olmadı...Kendisi sağ.’***Ortalıkta gezinen ne çok katil var bu ülkede.Bugün 1 Mayıs.Reyhan’dan biraz çalayım:Genç, dedi öldürdü. Adalet istiyor, dedi öldürdü. İşçi, dedi öldürdü. Çok konuşuyor, dedi öldürdü. Düşünüyor, dedi öldürdü. Hak arıyor, dedi, öldürdü. Yoksul, dedi öldürdü. Benim tarafımda değil, dedi öldürdü. Terörist, dedi öldürdü. Vatan haini, dedi öldürdü. Gazeteci, dedi öldürdü. Yazar, dedi öldürdü. Tabancayla öldürdü, olmadı uçaktan salınan bombalarla öldürdü; olmadı, faili meçhul yaftasıyla öldürdü; olmadı keskin nişancılarla öldürdü. Olmadı…Kendisi ‘asırlardır’ sağ.***Ne diyelim dostlar sağ olsun.1 Mayıs, emeğe inanan, çalmadan çırpmadan, emeğiyle yaşayan ve bundan onur duyan herkes için kutlu olsun.