Niçin bunca acıtıyoruz birbirimizi?

25 Haziran 2016

‘Buralarda bir masumiyet, bize ait bir şeyler kalmış olmalı dedim kendi kendime, yoksa niye bu buruşuk mendil, bu su şişesi, levye. Niçin yoksa bunca acıtalım birbirimizi.’Sine Ergün, Baştankara adlı öykü kitabında, yol parasını ödemeyen bir müşteriyi ‘Ya Allah’ diye levyeyle pataklayan bir taksi şoförüyle hastaneden yeni çıkmış kahramanını böyle konuşturur. Bazen Hayat kitabıyla, 2012 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanan Ergün’ün Can Yayınevi’nden çıkan yeni kitabını bu kaderci, sıcak günlerde kaçırmayın okuyun derim.***Son yaşadıklarımıza bakıyorum. Sine Ergün’ün arka koltukta oturan kahramanının sorusuna benzer sorularla haşır neşirim:‘Niçin bunca acıtıyoruz birbirimizi?Böyle diye diye okuyorum Şebnem Korur Fincancı’nın cezaevindeki kendi el yazısıyla kaleme alınmış izlenimlerini.‘İşini kanıta dayalı yapan biri olarak sürekli kanıt topluyorum kendimce’ diye yazmış Fincancı. Ziyaret, eşya kabul, havalandırma, kantin, kütüphane üzerine olan gözlemlerini okurken zamanı anlamak için geliştirdiği yöntemleri de dikkatle takip ediyorum. Onun her insan hakları eylemcisinin özgeçmişinde olması gereken bir çalışma alanı diye betimlediği cezaeviyle kurduğu ilişkinin verdiği ipuçları arasında öne çıkan çok temel bir husus var: Mesleğini yaşamına katmış bir kadının görkemli bir yalınlıkla anın içinde, tüm kötü koşullara karşın ‘saatsiz bir biçimde’ ayakta kalışı!‘İşkencede susuz bırakılanların idrarını içtiği, her gün 24 saat kaba dayak, türlü işkence yöntemi ile sınandığı koşullar da olabilirdi. O insanlar nasıl ayakta kaldıysa, kalırdık biz de ayakta. Hiç kuşkum yok’ diyor Şebnem Korur Fincancı.‘Elbette’ diyesim geliyor... ‘Ama bizler bunları aşmış olmayı hayal ediyorduk. Artık birbirini acıtmayacak insanların ülkesi diye hayal ettiğimiz bir ülke vardı.’***Bulunduğum caddede bir araba öylesine park etmiş. İçinde şoförü yok. Arkasına birikmiş arabalar. Derken şoför geliyor ve sanki kendi arabasının arkasında bekleyenlerden biriymişçesine elini kolunu sallaya sallaya arabasına biniyor. O sırada arkasında bekleyen adamsa kopuyor:‘Be kardeşim hiç değilse bi özür dile. Bi kusura bakmayın de. Bi gönlümüzü al. Hata yaptım, affedin de! De, bir şeyler de!’...Adam demiyor. O, Yeni Türkiye’nin her zaman, her yerde, her daim ‘haklı’ sekterliğini, haksız gururuyla içinde taşıyanlardan.***‘İnadına gülmek, inadına iyi olmak gerek’ diyor Şebnem Korur Fincancı, el yazısıyla. Cezaevinden. Ona, Ahmet Nesin’e ve Erol Önderoğlu’na sevgilerimi gönderiyorum. Ve demek istiyorum ki:‘Haklısınız Şebnem Hanım. Hep birlikte öğreniyoruz. Demek ki daha çok öğrenecek şeyimiz varmış. Birbirini acıtmanın yerini, birbirini duyma ve anlama alıncaya kadar, demek ki böyle...’

Devamını Oku

‘Kelimeler gözler gibidir en çok onları kaçırırsın insanlardan.’

19 Haziran 2016

Kerem Görkem, Aile Fotoğrafı (Sel Yayınevi)Bugün genç bir meslektaşımın satırlarıyla başlamak istedim. Kerem’i kelimelerini insanlarla buluşturmaya başladığı ilk zamanlarında tanıdım. İyi ki tanımışım. Hayatın içerisindeki incinmelerimizi, o anların bizde bıraktığı burukluğu sessizce, okurunu yaralamadan anlatır Kerem. Yara ne kadar büyük olursa olsun. Onun satırlarını okurken parmağınıza küçük bir kıymık battı sanırsınız, oysa o sırada kahramanınız yıllara yetecek bir yokluğun kuyularına dalıp gitmiştir.***Şu ara yaşadıklarımıza bakıyorum. Kendimce, ben de, ‘kelimelerin anlamlarının yittiği bir zaman diliminde yaşamak’ diyorum buna. Örneğin martı diye bir kelimenin peşinden gidiyorum. Yaz, malum. Onları, İstanbul’da daha çok seyrettiğimiz, seslerini daha farklı dinlediğimiz zaman ya, belki o yüzden. Sonra martı, bambaşka bir anlamın içinde buluşuyor bizlerle. Nedir? Kabataş... Deniliyor ki bir martı projesi hayata geçecekmiş. Biz İstanbulluların haberi var mı bundan? Elbette hayır! Bizdeki ‘belediye’nin çoğunlukla halka ulaşma ‘ritüeli’ budur. Halka rağmen halksızlık... Peki bu halksız martı projesi neyi anlatıyor? Projeyi anlatan şatafatlı kelimelere bakıyorsunuz, sanki cennet yaratılmış da bizim haberimiz yok! Kabataş’tan martıyla Boğaz’a açılacağız... Aradaki ihale kelimesi elbette bu cennetin kelimeleri arasında yok. Talan yok, çiğnenen imar planı yok. Varsa yoksa cennet. Varsa yoksa yeni Türkiye ruhu! Detaylı bilgi için Korhan Gümüş’ün Bianet’teki yazısını okumanızı öneririm. Bir mimarın gözünden martı projesinin ne olup ne olmadığı sakin sakin aktarılıyor: https://bianet.org/biamag/diger/175945-kabatas-a-marti-bir-mimarlik-urunu-mu***Hafta sonu Sapanca Arifiye pazarındayım. Organik çilek aldım, çilek reçeli yapacağım. O sırada başımı kaldırıp bölgenin alametifarikası dağlara bakıyorum. İçimden bir martı uçuyor. Dağ, geçen yıllardaki tırtıklanma ivmesini katlamış, resmen gözle görülmez bir el tarafından delinmiş! Kimden izin alınmış da bunlar yapılmış peki? Çilek satan adama soruyorum dağları. Adam Araplar diyor. Belediye diyor. Para diyor. En son söylediği cümle bütün kelimeleri birbirine bağlayıp beni bulunduğum yere mıhlamaya yetiyor: ‘Benim derdim değil doğacılar düşünsün bana ne.’İki gündür çilekleri reçel yapmaya elim varmıyor.***Radiohead dinleyen genç insanlara saldırıyorlar. Sebep? Sebep, uydurdukça üreyen yeni anlamlı eski kelimeler kıvamında nicedir. Sebep, bu ülkede, nicedir, kelimelerin kaçırıldığı, yutulduğu, yerine aynı kelimelere azgın bir zihniyetin freninin patlamışlığıyla yaftalanan ‘yeni’ anlamlar demek... Korkunç olanı ise, buna birilerinin gerçekten ‘inanıyor’ oluşu... Vay efendim’le başlayan kelimelerle akıllara ziyan bir noktaya itilişimiz.Yok.Şeytan’a uymayacağız, kelimelere küsmeyeceğiz.Kerem’in dediği gibi yapacağız:‘Hikayelerin de ayakları kayar. Bir hikayenin kaydığı yerden yeni bir hikaye doğar. Hikaye bitmez.’HİKAYE BİTMEZ.

Devamını Oku

Öğrenciler ve öğretmenleri

18 Haziran 2016

Zeynep Sayın’ı ilk etapta Defter dergisindeki yazılarıyla tanımıştım. Kimsenin kafa patlatmaya önem vermediği konularda zihin açıcı yazılarıyla ülkemizin kıymetlerinden biri olduğunu söylememe gerek bile yok-tu. Ama şimdi var. Çünkü bir öğrencisi hocamızı ‘ihbar’ etti!***Öğrenci ve öğretmen arasındaki ilişki hep düşündürmüştür beni. Bir zanaattır öğretmenlik. Nasıl bir zanaattır diye soracak olursanız, Faruk Duman’ın bir kitabında hatırladığım biçimde buraya taşımak isterim:Jung çok gençken bir taşın üzerine oturur ve başlar sormaya:‘Bu benim taşımdı. Çoğu zaman o taşın üzerine oturur ve zihnimde aşağı yukarı gelişen şöyle bir oyun başlatırdım. Taşın üzerinde ben mi oturuyorum, yoksa onun üzerinde oturduğu taş ben miyim?’Öğretmenlik bu noktada, karşılıklı bir düşünme biçiminin başladığı yerdir. Orada başlar ve sonra olanaklar çerçevesinde serpilir; zanaatkârın yaşam biçimiyle, ortaya çıkan ‘ürün’ arasında kurulan köprü, tam da bu yüzden, bir zanaatkârın ruhunun yansıması gibi gelir bana.Yıllar sonra bu mealde buluştuğunuz o genç insanlarla, artık başka bir yeryüzünün sınırlarında gezindiğinizi fark edersiniz. Geçmişte birlikte, karşılıklı öğrenmişsinizdir ve şimdi yeryüzü karşınızda başka bir tatla serilmiş, yeni ve ayrı keşifler için durmaktadır. İşte bu öğretmenlikteki zanaatkârlık ruhudur, ki beni hemen her zaman büyülemiştir. Yanı başınızdaki öğrenci, sizden küçük izler taşır ya da taşımaz ama o artık yaşamın başka bir tezinde başka bir hayalle gezinmektedir. Ki doğal ve güzel olan da budur. Yeryüzü biraz da böyle genişler. Arşimed’in bir sopayla (eğitimin el verdiği bir buluşmadır bu) dünyayı ucundan kaldırma prensibi bir ölçüde karşılık bulmuş gibidir.Ve burada sormayı istediğim soru öğretmenlerden ziyade öğretim sistemine yönelik olarak da şudur: Neden bu sistem nicedir yeryüzü insanı değil, muhbirler yetiştirmeye başladı? Kişiliksiz, ezberci, gelecekten korkan, güce tapan, kısaca özgüvensiz ve silik olmaya mahkum insan tipleri yani... Kısaca ortaya konulan ‘ürünler’ neden defolu olmaya başladı?Bunun birçok nedeni olabilir. Üniversite yönetimi, korkular, morkular. Buna bir şey diyemem. Ancak burada kafamı bulandıran başka bir husus var. Ki buna birazcık amaç ve araç denklemi üzerinden yaklaşmak isterim. Ve şunu sormayı önemli bulurum. Neden üniversiteler artık beynin beyinle buluştuğu değil, iyiden iyiye seri üretime geçildiği yerler haline geldi? Eğitimin bir inşaat sektörü haline indirgenmesi ne demektir?‘Yılda şu kadar mezun veriyoruz.’Acaba şunun da farkında mıyız bu cümleyle? Bunu da çağımızdaki üretimi, Hannah Arendt’e referans vererek anmak isterim: ‘Üretim aslında tüketime hazırlıktan ibarettir.’ Nicedir, öğrenci yetiştirmek için değil, tüketmek için kodlanan bir sistemin içinde debelenip durmak da denebilir buna.Bana öyle geliyor ki öğrenciyi sadece kredi tamamlamaya, öğretmeni çocuğunun okul taksitini denkleştirmeye çalışan birer makineye dönüştüren bir ‘eğitim’ sisteminin, her ikisini de aslında hiç mi hiç umursamadığı bir sürecin içerisinde olduğumuz için böylesine ‘kalabalıkken’ bile yalnız, ‘tamsayıyken’ bile lime limeyiz.

Devamını Oku

Yaşama dair üç sır

12 Haziran 2016

‘Pazar günü sabah 7.00 sıralarında İstanbul Cihangir’deki patlamada molozların altında kalan bir simitçinin cesedine ulaşıldı.’***Kadının acelesi vardı. Kadının hep acelesi vardı. Rüyalarında bile bir yerlere yetişmeye çabalardı kadın. Otuzlu yaşlarında, yaşamı değiştireceğine cidden inanan, yaşama hırslandıkça hırslanan mavi yakalı, bakımlı, botoksa daha bu yaşlarda göz kırpan, yüksekten de yüksek topuklu ayakkabılarını süslü torbasında suni havalı AVM’den bozma iş yerine, oraya, buraya taşıyan o kadınlardandı. Duygusaldı ve çok çabuk kırılanlardan, dahası bunu belli etmemeye çalışanlardan.Derken karşı caddede onu gördü. Bir simitçi! Pazar günü olmasına rağmen yine çok acelesi vardı ama bu ülkedeki her fani gibi simidi hemen her zaman tatmak isterdi. Hem o gün A Milli Takım Hırvatistan’la karşılaşacaktı. Milli takımın üç galibiyet, iki beraberlik ve yedi mağlubiyeti vardı. 12 maç... Ve zamanı gelmişti. Avrupa’ya gösterecektik. Kadın buna gerçekten inanıyordu. Yaşamdan da fazla. Her şey yeniden başlayabilirdi, yeter ki akıp giden bahtsızlıklara bir ‘dur’ denebilseydi.O yüzden de, simitleri tezgâhına hayat dersi gibi yaymış, tipiyle sinirini bozan, hayat emrin olur tarzındaki o adamı, sesinin gelgitine aldırmaksızın ‘simitçi, baksana, aaa simitçi’ diyerek manikürlü, bakımlı elleriyle, caddenin öbür yakasından ‘Avrupa Avrupa duy sesimizi’ edasıyla durdurdu.Zar zor caddeyi geçtikten sonra ‘kaç tane abla?’ diye sordu beyaz saçlı simitçi adam.Bu kadar. Tüm bu çabaya! Üstelik abla ha!Kadın içerledi buna. Ama belli etmedi ve sesini kontrol etmek istercesine:‘Kaç tane olacak bir tane elbette!’ dedi.Adamsa kendinden umulmayacak bir tavırla‘Yok,’ dedi, ‘mümkün değil! En az bir düzine almalısın!’‘Aaa, ne yapacağım ben 12 tane simidi!’‘Yediklerini yersin yemediklerini buzdolabına atarsın’ dedi bilmiş bilmiş simitçi. Yok yok tam bilmiş denmezdi ona. Belki biraz ukala. Belki biraz bilge. Belki biraz sıyırmış. Belki de hepsi!‘Yok’ dedi kadın. ‘Çantamda yer yok!’‘Yoksa, simit de yok’ dedi simitçi. ‘Ya hep ya hiç.’Bir müddet bakıştılar. Aralarından yaz kuşlarına benzer kuşlar geçti. Sonra simitçiden parlak bir fikir zuhur etti sahaya.‘Sana üç soru soracağım’ dedi simitçi ‘Bilirsen tek simidini alır gidersin. Bilemezsen... Düzineyi...’‘Aaa, inanmıyorum’ dedi kadın. ‘Yok artık ya! Her yerde baskı, yetti ya!’Ama sonunda tahmin edeceğiniz gibi bizim simitçi kazandı. Önce soruları sordu keyifle. Sonra da olan oldu.Sorularsa şöyleydi:Bu dünyada en iyi insan kimdir?Bu dünyada en büyük meziyet hangisidir?Bu dünyada insan bugüne kadar neyi değiştirebilmiştir?***Kadının sorulara verdiği cevapları yazmayayım buraya. Ancak topuklu ayakkabılarının yanına on iki tane simit sıkıştırmak zorunda kaldığını not düşeyim.Meraklısı için simitçiden araklanmış cevaplar:Kimseye ve hiçbir şeye zarar vermeyen. (Böyle dediğinde nedense ağaçlara bakmıştı simitçi)SabırHiçbir şey.Daha geniş cevap isteyenler için, ki kadın istemişti, simitçinin sermaye piyasası dediğini fısıldayalım. ‘Sermaye piyasasının köleleştirdikleri’ demişti simitçi, her zamanki haliyle. ‘Dünya bunun üzerinde döner pek güzel bayan ve bu yüzden hiçbir şeyi değiştiremeyendir insan.’

Devamını Oku

Simli Çoraplar

11 Haziran 2016

10 mülteciyi kabul etmeyen, bunun yerine 300 bin dolar cezayı tercih eden zenginden de zengin bir İsviçre köyünden haberi yoktu.Varsa yoksa ördüğü çoraplar vardı; simli yünden. Üç çift örse üç çocuğunun karnını, en azından iki-üç gün doyurabilirdi. Ramazan’dan önce bitirmeliydi onları. İki geceyi uyumadan devirdi ve bitirdi de. Kırmızı, siyah, mavi simli kışlık çoraplar. Herkesin sevebileceği cinstendi.Bir de elbette çiftleri birbirine uymayan, paketlenme usulü bunu ele vermeyen, şık mağazalardakini hatırlatan fabrika işi, fabrika bozuğu çoraplar vardı. Çiftlerden biri büyük biri küçük çıkardı; topuklarında delikler olurdu bazen. Yok yok, umudu onlardan yana değildi. Doğrusu simli çoraplarına çok güveniyordu. Onu alan diğerlerini de alırdı.O gün büyük bir umutla siyah, keçeyi andıran iri tozlu torbasına 38-42 numaralı çorapları tıkamış, bir gün önceki beti benzi atmış haline bakmaksızın yollara düşmüştü. Simlileri az kalsın unutuyorken küçük kızı her zamanki gibi dizlerine sarılmıştı. Kızın beni de götür saçları arasından yoksul divanda yayılıp gitmiş simli çorapları o zaman görmüş, şükretmişti.Öğlene doğru vardığı şehir merkezlerinden birinde komşusunun ısrarla tavsiye ettiği bir pastaneye daldı. ‘Orada Yılmaz’ı bul’ demişti taze. Buldu. Komşusunun Yılmaz’ı da, ona, ‘usulca aralarda dolaş özellikle bu simlileri mutlaka satacak birilerini bulursun’ dedi. Dediğine göre pastane ekibi ona ve onun gibilere alışkındı, onun gibiler de pastaneye. Bir müşteri gibi değil elbette, bir yama gibi. Bu son cümleyi Yılmaz değil kalbi söyledi.Pastanenin dev bir çınara yaslanan loşluğunda orta yaşlı rehavet dolu ve daha rehavet dolu daha yaşlı kadınlar, düşünceli düşünceli memleketin halini tartışıyor, gençten kızlar, gençten oğlanlarla sigara tüttürüyor, yaşlı erkekler ülkenin karanlık geleceğini tartışan haberlerin ciddi gazetelerini okuyor, çaylar kahveleri kovalıyordu. Kimi masalarda da öğle yemeği faslına geçilmişti. Ravioliler, ragulu lazanyalar, muskat cevizli olanları, kokular, aromalar. Baş döndürücüydü hepsi.Kadın, hepsinin rayihası arasından kendine eğreti bir yol çizerek ilerlemeye çalıştı. Kimi kez siyah torbasıyla masalara takıldı, kimi kez de masalar ona. Utandı, sıkıldı ama aldırmamaya çalıştı. Uzun pardösüsü içerisinde terden bir mumyaydı. Gözlerinin yeşil feri epeydir sönmüştü ve bu yeşili hayati noktanın ötesine taşıyacak bir kader çizgisi yakın gelecekte ve ufukta gözükmüyordu. Dünden beri kursağına bir tek lokma girmemişti ama gururu, bu pastanenin içerisinde elinde o hantal torbayla yarı ölü bir halde dolaşırken herhangi bir şey söylemesine engel oluyordu. Masalara kısık sesiyle ‘simli çorap’ diye üflüyordu, o kadar. Masalarda oturanlar bir anlığına ona ve torbasına, hatta bir elinde parıldayıp durana bakıyor sonra yarım bıraktıkları memleket meselelerine geri dönüyorlardı. Dünya çok umursamaz, memleketse kendi havasındaydı. Kimine göre birleşmeli, kimine göre örgütlenmeli, kimine göreyse ayaklanmalıydı.Ve derken kadın bir şey fark etti.Kocaman torbasına, mumya bedenini saran o kocaman pardösüye, yavaş yavaş ısınmaya başlayan havayla bedenine işleyen rutubete, o rutubetin yoksulluk kokusuyla kendini havaya bırakmasına ve o havada asılı kalana rağmen, kadını gören kimsecikler yoktu. Sudan düşünceler gibiydi kadının varlığı. O varlığa eşlik eden, hatta bu varlığı bir anlığına görünür kılan tek bir es vardı. Simli çoraplar. Onlar da mevsim için geç kalmışlardı.

Devamını Oku

Mayıs ayı billboardlarının anlatmadıkları

5 Haziran 2016

Kadınlar öldürülmeye devam etti, geçen ay. Mayıs’ta.Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Mayıs raporuna göre tam 22 kadın öldürüldü. Rapor diyor ki: ‘Cinsel şiddet ve istismarının yüzde 90’ı iş yeri, park, okul, cami, şehirler arası halk otobüsü gibi kamusal alanlarda gerçekleşirken, taciz ve tecavüz edenler imam, polis ve öğretmen’di.Ve rapor özetle şöyle devam ediyor:‘Karaman Ensar davasındaki üstü örtülenler örtüldükleriyle kalmadı. Mayıs ayında bu zihniyeti uygulamaya dökmek için harekete geçildi. Boşanmaları Araştırma Komisyonu cinsel şiddete uğrayan kadınları ve istismara uğrayan çocukları tecavüzcüleriyle evlendirmeyi öngören bir rapor sundu. Çocuk istismarına karşı önlem almak yerine yeni çocuk istismarlarının yaşanması kaçınılmaz hale geldi. Sonuçları kısa zamanda en beterinden kendini gösterdi. Bakınız Bitlis Ensar Vakfı.Kadınların yüzde ellisi ateşli silahla, en yakınları tarafından öldürüldü. Kadın cinayetlerindeki artış hız kesmeden devam etti.’***Ayça Söylemez’in Bianet’te bildirdiğine göre:Hatay, Reyhanlı’da patlatılan bombaların üzerinden üç yıl geçti. O günden bu yana sivillere yönelik dokuz bombalı saldırı daha yapıldı. Bu saldırılar sonucunda 8 saldırgan öldü, saldırıya maruz kalan tam 275 masum kişi ise hayatını kaybetti.Sadece son bir yıldaki saldırılarda tam 223 kişi öldürüldü. 223 insanın ocağına ateş düştü. Yoğun araştırmalar sonucunda sadece bir saldırının soruşturması tamamlanabildi: Reyhanlı. Reyhanlı ile ilgili açılan üç dava da ne yazık ki sonuçlanmadı. Dokuz saldırıyla ilgili soruşturma sürüyor. Soruşturmaların tümünde tahmin edebileceğiniz gibi gizlilik kararı var.***Diyarbakır Mitingi’nde ne oldu? Bunu fişekleyen kimlerdi? Bu konuda sahici bir adım atıldığına dair elimizde bir veri yok. Neden ki?***Türkiye Yayıncılar Birliği’nin verdiği Düşünce ve İfade Özgürlüğü 2016 ödülleri yapıldı ve ödüller sahiplerine verildi.Törende iki kitabı toplatılan gazeteci Hasan Cemal, yayınladıkları üç kitap toplatılan Alfa Yayın Grubu ve Kırşehir’de milliyetçi gruplar tarafından yakılan Gül Kitabevi ödül aldı.21. yüzyılda, ülkemizde hâlâ kitaplar yasaklanıyor, toplatılıyor ve kitabevleri yakılıyor. Bu da zaten okumaya, kitaplara mesafeli duran bir toplumu okumadan, düşünmekten iyice soğutuyor. 1951’de çıkan, kitapların yakılmasını anlatan Fahrenheit 451’in ve yazarı Ray Bradbury’nin yeniden hatırlanması elzem hale geliyor. Bu kitabı daha geçen yıl üniversitede okuturken bir öğrencimin yüzüme hırsla bakıp ‘insanların kitap okumamaya da hakkı var, insanları yönlendiriyorsunuz, bu faşizmdir,’ demesi düşüyor. Bu tip bir mantığın yakın zaman diliminde kime faydası olacağını uzun uzun hayal ettiğimi ve bunaldığımı hatırlıyorum. Ve bu hayalin edebiyatçı yanımla hiçbir ilgisinin olmamasının daha da canımı sıktığını.Tekrar törene dönecek olursak, törenin açılışında, Türkiye Yayıncılar Birliği Yayınlama Özgürlüğü Komitesi Başkanı Ragıp Zarakolu ‘2000’lerde daha iyi bir duruma geldik ama son birkaç yıldır ciddi bir ruh hali yaşıyoruz. Önceki otoriter hükümetleri biliyoruz. Ama demokratikleşme programıyla gelenlerin buraya savrulması inanılmaz” diye konuşuyor.***İnanılmaz ama gerçek...Yolda bir adamın bir arkadaşına söylediği:‘Ne zaman huzura ereceğiz? Ne zaman bitecek bu dermansızlık, bu savaş, bu illet, ah ah!’***‘Allah bu milleti elli yıldan fazla rahata koymasın, alıştırmasın.’Bir padişah.

Devamını Oku

Surönü Diyalogları

4 Haziran 2016

Nicedir, bu suskun zamanda ağlamak istiyordum.Surönü Diyalogları’nı okurken oldu bu.‘Sevgili Müge’ye Oya’dan’ yazısıyla birlikte başladım, bir çırpıda, bir solukta okudum.Oya Baydar, Oya’cığım...‘Surönü Diyalogları’, bu hüzün dolu güzelim kitap Mehmet’ten (Mehmet Yaşın) alıntılanan satırlarla başlıyor. Paylaşayım:‘Biz iki tarafta da olamayızÇünkü ikisiyiz ve başka biriyizİnanmak istemedinBiz yalnızlığın ta kendisiyiz.’31 Aralık 2015 tarihi düşülerek başlamış kitap.‘Surların, güllerin, çiğnenmiş çimenlerin, yıkık duvarların, delik deşik asfaltın üzerine kar yağıyor.’O günü hatırlayarak takip ettim satırları. Hep birlikte gitmiştik geçen kış, yılbaşına bir kala. Sur’a yürümüştük. Günlerden sonra ilk kez oraya yürüyenlerdendik. Gece, Diyarbakır Havaalanı’na tepeleme kar yağmaya başlamıştı. Yine de uçak kalkmıştı. Aynı gece, sabaha karşı patinaj yapa yapa arkadaşlarım beni İstanbul’daki evimin yakınlarına bir yere bırakmıştı. Eve doğru yürürken Fellini karelerini aratmayacak bir filmdeydim sanki. Sokak lambalarının sarı hülyalı ışıkları altında 31 Aralık, gece bahçelerine hiçbir şeyi umursamadan lapa lapa yağmaya başlamıştı. O saatte bile çoluk çocuk kartopu oynamak için sokaklardaydı. Bu kadar arada kalmanın soluksuzluğunu, kendi gölgemin sarı bir karartıyla karlar üzerine yansıyan biçimiyle gördüğümde geride bıraktığım Surönü’nün yalnızlığı, talihe küskün bir mırıltıyla dökülmüştü dudaklarımdan. 2016’dan ne beklediğim-iz sorusu, sanırım, böylesi kocaman, sessiz, dünyayı iki-üç tur sarmalayabilecek dipsiz bir mırıltıydı.Surönü Diyalogları’nı okurken benzer bir mırıltı yükseldi içimden.‘Dağların, kırların, denizlerin kendi sesleri vardır. Bu şehrin de vardı. Yer yer uyumsuz, yer yer sert, bazen bir dua, bir yakarış, bazen isyan türküsü; çok sesli çok nameliydi şehir. Şimdi ölüm sessizliğinde...’Hemen belirteyim ki Oya Baydar, kitabın sonunda, 1 Nisan 2016’dan seslenirken bu kadar umutsuz değil. İnsandan yana, ta Elveda Alyoşa’da beni büyülediği diliyle, bir vedanın içerisinden bir merhaba, bir merhaba içerisinden bir veda, bir buluşmadan sonsuzluğa ulaşabilecek bir başka buluşma pusulası çıkarmayı başarıyor. Hemen her seferinde gözlerinde rastladığım o derinlikle Suriçi’ndeki tarifsiz dönüşümü, o dönüşümün üzerimizdeki kefaretini, yazgısını, ortaklığını (evet ortaklığını) Küçük Prens’in serzenişiyle aktarıyor bizlere. Bir kısmımıza, yani milliyetçilik tozunu yutup sentetik bir dünyada ezberlerle yaşamak ve savaş türkülerinde gezinmek yerine oraya gitmiş olanlara, orada gerçekten neyin yaşandığına tanıklık etmiş olanlara, en azından oraya gitmeyi, orayı düşünmeyi bir vicdani hesaplaşma olarak algılayanlara, ya da oraya gideceklere başka bir açıdan dünyaya, kendilerine ve dostluğa bakma şansı sunuyor. Diyaloğun aslında, gerçekte ne işe yaradığının içten, samimi bir cevabı da diyebiliriz buna...***‘Küçük Prens vedalaşmaya geldiğinde ‘Ağlayacağım’ der Tilki. ‘Senin suçun. Seni evcilleştirmemi kendin istedin’ der Küçük Prens. ‘Evet, biliyorum’ der Tilki. ‘Ama ağlayacaksın, ne kazandın?’ diye sorar Küçük Prens. ‘Buğday tarlalarının rengini kazandım’ der Tilki. ‘Ben ekmek yemem, buğdayların rengi hiçbir anlam ifade etmezdi bana. Ama senin altın rengi saçların var, altın rengi buğday tarlaları bana seni anımsatacak, buğdayların arasından esen rüzgarın sesini seveceğim. Az şey mi?’Oya Baydar’ın ‘Nereye varmamız gerektiğini bilmiyorum ama ben kazandım’ cümlesi, dediğim gibi bambaşka bir mesaj aslında.***Muhammed Ali’yi kaybettik. Boksörlüğü mü? Elbette, spor camiası, boks severler onu öyle tanıdı. Ama Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddetmesi ile bütün dünya.

Devamını Oku

Cins adımlar

30 Mayıs 2016

29 Mayıs’ta fetih değil güzel bir keşif yaptık.Arkadaşım, İstanbul Bilgi Üniversitesi akademisyenlerinden Nazan Haydari ile birlikte ‘Cins Adımlar: Toplumsal Cinsiyet ve Hafıza Yürüyüşleri’ başlığı altında kenti yeniden düşünen bir projeye dahil olduk ve bir pazar sabahını bambaşka bir lezzetle geçirdik. Sabancı Üniversitesi öğretim üyelerinden Ayşe Gül Altınay’ın en önemli mimarlarından olduğu toplumsal cinsiyet ve hafıza yürüyüşlerinin bu seferki durağı Kadıköy’dü.Kadıköy’ün zamana meydan okuyuşuna, diyarın unutulan, göz ardı edilip ötekileştirilmiş ve artık bu dünyada ikamet etmeyen sanatçıları eşlik etti. Ancak bu kez, tarihin akış biçimine farklı bir tınıda cevap vererek… Gencecik, idealist insanların dilinde yeniden canlandılar. O genç insanların araladıkları sayfaların içinden, çoğunlukla tozlu, zaman zaman unutulmuş içli hikayelerini bambaşka bir perspektiften fısıldadılar.Kimler, kimler yoktu ki bu buluşmada! Deniz Kızı Eftelya ile başlayan, Ermeni kadın tiyatrocumuz Kınar Hanım’la güçlenen, Halide Edip’in Şehremaneti Binası’ndaki heyecanlı nutkuyla canlanan, Nahid Sırrı Örik’in hüzünlü satırlarıyla işlenen, Apollon Tiyatrosu’nun Afife Jale’siyle yeniden seslenen, Baylan müdavimi Sevim Burak’la bir daha, bambaşka bir dille yazılan bu tarihte bestekâr Dilhayat Kalfa’yı da dinledik, ŞevkiyeMay’ı da. Eskiden bir bakla tarlası olan Yoğurtçu Yokuşu’ndan Yoğurtçu Parkı’na doğru inerken ressam Mihri Müşfik Hanım’ın tam da oralarda sürdürdüğü yaşamına hakim olan inadına şapka çıkardık. O inat sayesinde kadınlar için güzel sanatlar okulunun açılmasına neden olan bu kadının, bu okulda Nazlı Ecevit, FahrelnisaZeid, Aliye Berger gibi ressamlarımızın öğretmeni olduğunu da bu sayede öğrendik. Ve daha neler neler…Sıra Yoğurtçu Parkı’na geldiğinde ise 1987 yılına döndük ve tam da o sene Çankırı’da kendisine şiddet uyguladığı gerekçesiyle kocasına boşanma davası açan kadının davasını düşüren hakimi düşündük. Şu ‘kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin’ diyen hakimi. İşte o zaman hatırladık. Yoğurtçu Parkı bu hakimi protesto eden kadınların sesiyle nasıl da dolup taşmıştı ve işin içine erkekleri de alan nasıl kitlesel büyük bir protestoya dönüşmüştü diye. Hatırladık: ‘Dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz!’ Şimdinin HDP milletvekili Filiz Kerestecioğlu’nun sözlerini yazdığı o şarkıyı da: ‘Kadınlar Vardır!’Alternatif bakış açılarıCins Adımlar, gençlerle birlikte çalışarak, yaşadığımız şehri şekillendiren tarihsel, toplumsal ve politik ilişkilere toplumsal cinsiyet odaklı alternatif bakış açıları sunmayı amaçlayan ‘hemen her yere lazım’ bir proje. Bugüne kadar İstanbul’un 3 bölgesinde (Beyoğlu, Balat, Kadıköy) hayata geçmiş durumda. Asıl üzerinde durduğu ise şu sorular: Şehrin farklı mekanları nelere ve kimlere dair toplumsal hafızanın izlerini taşıyor ya da taşımıyor? Toplumsal hafızadaki suskunluklar şehrin mekanlarına, sokaklarına, hele hele parklarına nasıl yansıyor? Yaşadığımız şehre dair kamusal görünürlüğü olmayan hafızaların izini sürdüğümüzde yaşadığımız şehirle ve onun mekanlarıyla kurduğumuz ilişki nasıl değişiyor? Dahası şunlar da: Toplumsal cinsiyet şehre dair algımızı, şehirle ilişkimizi ve toplumsal hafızayı nasıl şekillendiriyor?Toplumsal cinsiyet odaklı bu hafıza turlarıyla, hem bu ilişkileri daha iyi anlamayı, hem de şehre ve insana dair yeni pencereler açmayı umuyorlar.2014 yılında yolculuğuna başlayan Cins Adımlar ekibi bugüne kadar 17 yürüyüş gerçekleştirmiş. Devamı da gelecek…

Devamını Oku