Üç Kuruşluk Opera derken sözüm Meclis’ten dışarı mı?
Son tanık olduklarımızdan sonra yorumu size bırakıyorum. Dokunulmazlık deyince peki, ya yakın geçmişteki ayakkabı kutuları ve o kutuların cümle âleme anlattıkları demekten de kendimi alamıyorum.
Neyse. Bu yazıda, yine de, BertoltBrecht’in oyununa sadık kalacağım. Başka bir deyişle, inatla, her şeye rağmen (bu da nasıl bir laftır) yaşasın sanat demeye devam edeceğim!
Geçen hafta Üç Kuruşluk Opera’yı, Robert Wilson’un yönettiği haliyle, bizzat Brecht’in kurduğu BerlinerEnsemble ile, Zorlu Centre’da, göz kamaştıran bir yorumla izledik. O koca salon tıka basa doluydu. İKSV’nin bütün çalışanlarına ve elbette bizlere bu fırsatı veren Tiyatro Festivali’ne ne desek az kalır. Bu içerisinde debelendiğimiz hassas (yoksa vahşi mi desem) dönemde çok önemli bir şey yapıyorlar. Sanattan, onun sağaltıcı ve onarıcı yanından taviz vermiyorlar, vazgeçmiyorlar. Sağolsunlar.
O ışık tufanı oyunda, günümüze dair ne kadar çok şey vardı. O karakterler, o karakterlerdeki ciddiyetin altındaki kokuşmuşluk, o kokuşmuşluğun altındaki eziklik, o ezikliğin altındaki hırs, o hırsın altındaki zavallılık. Elbette, değişen nedir sorusunu sordurdu hemen hepimize. Galiba, insan dediğimiz, kokuşmuşluklarla karakterini inşa etmeye çalıştığı müddetçe değişen pek bir şey olmayacak. O katakulli, o omuz omuza girişilen suç ortaklığı, o kan üzerinden ağzı sulanan adamlar topluluğunun hükümdarlığı, o vasatlık, o budalalık... Değişmeyecek. En azından şimdilik. Ama her şeye rağmen (yine!) umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor. Hani Üç Kuruşluk Opera’da der ya ‘Dünya Süleyman’a da Kalmadı’ diye (Kral Süleyman’ın Şarkısı) o hesaptan kapatalım -yani şimdilik.
Hatırlamayanlar için de çıtlatalım. Üç Kuruşluk Opera, Epik Tiyatro’nun kurucusu BertoltBrecht’in, Dilenciler Operası’ndan esinlenerek 20. yüzyıl Alman ruhu (son bir parantez açıp buraya da o ne ruhtur o diye bir ünlem koyduğumu farz ediyorum) için uyarladığı bir oyundur. Buna rağmen bu oyunun güncelliği hiç tükenmez. Entrikalarla dolu bir zamanda insan sarrafı bir tiyatro yazarının insana dair olanı, yabancılaştırma efektiyle aktardığı bu macera, hemen her koşulda yoksulun kaybedişini, iyiliğin zaaflara yenilişini, üçkağıtçılığın vatanseverlik ve ahlakçılık kılıfıyla nasıl prim yaptığını anlatır.
Bir kere insanlar düşmeyegörsünler! Savaş da, savaş tüccarlığı da, ahlaksızlık da peşi sıra gelir. Sözü söz kıldığını sanan herkes namus ve ahlak derdindedir, özellikle de en namussuz ve en ahlaksızlar.
Bir kere insanlar düşmeyegörsünler!
Mesaj budur.
Ne kadar evrensel bir mesajdır bu. Opera’ya eşlik eden besteci Kurt Weil’in müzikleri gibi.