Bu cumartesi gençlerle buluşmaya, İzmir’e gittim. İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin güzelim pofuduk kedileri ve turunç ağaçları eşliğindeki ev sahipliğinde, EÇEV (Ege Çağdaş Eğitim Vakfı) tarafından gerçekleştirilen bir buluşmaydı bu. Eğitimde fırsat eşitliği yaratmayı kendine şiar edinen ve 1995 yılında 96 İzmirli gönüllü tarafından kurulan EÇEV, bugüne kadar Ege bölgesinde sayısız öğrenciye ve öğretmene burs ve ücretsiz eğitim desteği vermiş kıymetli bir vakıf. Son iki yıldır ise, tamamen gönüllü bir ekiple başka bir güzelliğe imza atıyor: İzmir Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Günü! Bugün çerçevesinde akademisyen, kütüphaneci, öğretmen ve yazarları gençlerle buluşturuyorlar. Kitaplar ve yayıncılar ise bu buluşmaya eşlik ediyor. Gerçekten heyecan verici.Gençler ne diyor?Bu seneki buluşmada, ilginç konuşmaların yanı sıra, kitap okumanın gençler cephesindeki boyutlarını da dinledik, öğrendik, umutlandık. Gençlerin söz aldığı çok değişik oturumlar yapıldı. Ülkemizdeki insanların neden okumadığını da pek güzel dile getirdiler. ‘Halka yön verecek insanlar, özellikle de politikacılar hiç okumuyor da ondan’ dediler. İçlerinden bir kısmı ise bunun önemli olmadığını, halkın okuyarak bu politikacıları değiştirebileceğini ve aşağıdan yukarıya doğru bir değişimin esas olduğunu savladı (belki de halkın, bu yöntemle, okumayanları devre dışı bırakacağını!). Kütüphanelerin önemine de değindi gençler ve kitap okumama konusunda esaslı bir gerçeğin altını üç aşağı beş yukarı şöyle çizdiler:‘Kitap okumak sanki yapılması gereken zorunlu bir işmiş gibi dayatılıyor oysa kitap okumak bir yaşam biçimidir.’ Ve kitapla kurdukları ilişkiyi ‘arkadaşlık’ biçiminde özetlediler.Okumalısın!Doğrusu, altlarını çizdikleri bu konuyu çok önemsiyorum. -meli malı’larla bir çocuğu olsa olsa kitaptan soğutursunuz. (meli malılarla insanı soğutmayan ne vardır, o da ayrı konu!) Elbette, ‘burada iş sadece öğretmenlere mi düşüyor?’ sorusu da çok önemli. Ailelerin bu konudaki tutumu da en az öğretmenlerinki kadar kıymetli. Dahası, gelen gideni aratır biçiminde ezbercilikten başka pek bir şey önermeyen müfredatın da kendine gelmesi çok elzem bir adım. Bizim taraf- sizin taraf diye yazarların ayrıştırılmasına ise hiç girmiyorum desem de tutamıyorum kendimi! Bunun sadece biz yazarlara değil, edebiyata yapılmış bir hakaret olduğunu söylemeye gerek bile yok aslında. Ama öyle! Bu ayrıştırmayı yapanlar şunun farkında olabilseler keşke: Kadrolar gider, hükümetler değişir, siyaset oradan oraya savrulur ama yazarlar ve yazdıkları kalır! (Dediğim gibi, tutamıyorum kendimi çünkü bu halde bir ülkeyken, ne duygularıma ne de mantığıma anlatabiliyorum bu tutumu)Ve medyaya düşenlerGençler İzmir’in erken esen imbatında, bir başka gerçeğe daha parmak bastı. Neden çok seyredilen programlarda kitap okumaya dair bir özendirme yok diye sordular. Onlar örnek vermedi ama ben söylemeden edemeyeceğim:Örneğin Survivor’da ya da Benimle Evlenir misin? gibi programlarda neden bir kul çıkıp ‘ya ben şu dişe dokunur kitabı okuyorum siz buna ne dersiniz, haydi onu tartışalım biraz’ gibisinden bir laf etmez? Diyeceksiniz ki bunu ederse programın dengesi kaçar. Her şeyin dengesinin altüst olduğu bir iklimde varsın bu denge biraz da böyle sarsılsın, ne olur sahi?Dahası televizyon kanallarının tümü için bir öneride bulundu gençler. ‘Günde bir saat, fazla değil dediler; her kanal sadece bir saat kitaba ve okumaya yer verecek bir programa zaman ayırsa, her şey farklı olurdu.’Olurdu elbette. Ama bu kimilerinin işine hiç gelmeyebilirdi. Gelmediği için bugün bu haldeyiz.
GeldiğindeKelimelerden bir dağ koyacağım önüneSenin kışın,Baharın olacak kelimeler.Dağ başında bir rüzgârı anlatacağım sanaSevmeyi gösteren bir rüzgâr.O dağBağlanmayı anlatır insanlığa.SonrasıGidilmemiş her yerdir!***Bugün satırlarıma Bejan Matur’un son şiir kitabı Aşk/Olmayan’la (Everest Yayınları) başlamak istedim. Onun ‘Gidilmemiş Her Yeri’i, benim cephemden bakıldığında aşk farkındalığı kadar insanlıkla vereceğimiz sınavı da anlatıyor. Ya da gelin, külliyen şuna, sevebilmek diyelim!Ama öncelik elbette aşkta olsun. Bazen gençlere rastlıyorum metroda, şurada burada. Onlara olan inancımı tazeleyecek dirilikleri, hele birbirlerini sevmeye başlayan serüvenleri, hemen hemen ilk epizodundaysa, elimdeki kitabın satırlarından alıkoymaya yetiyor beni. En son aklımda bir örnek kalmış. Oğlan metrodaki tutunma demirlerinden birine incecik parmaklarını dolamış, yanındaki kız arkadaşı ile mırıl mırıl konuşuyor. Kızsa baş parmağıyla, aynı mırıl mırıllıkla çocuğun elinin üzerindeki soğuk Şubat gününe hafif hafif dokunarak dinliyor onu. Aralarındaki tek tensel temas bu. Arada metronun sağa sola yalpalaması da düşünülecek olursa, ortalarındaki mırıltılı temas bir kopuyor, bir birleşiyor. Küçücük, milimlik bir dokunuşla kendi iklimlerini, metrodaki suni havayı, belki de dışardaki ayazı bahara dönüştürecek bir enerji yaratıyorlar! O enerji bana bile ulaşıyor. Gidilmemiş her yere, böylesi bir enerjiyle gidebileceğimi hissediyorum o zaman. Öyle diye diye, bakıyorum da durağa gelmişim; biliyorum indiğimde bir tuhaf tebessüm asılı kalacak yüzümde. Ne zamana kadar? Yukarıya, caddeye çıktığımda öfkeli bir adam ya da kadının omuz darbelerine, bakışlarına, başkalarıyla telefonda konuşma biçimlerine toslayıncaya kadar elbette... O zaman hemencecik eskiyeceğimi, yaşlanacağımı, buruşacağımı, üşümeye başlayacağımı bilerek yeryüzüne doğru tırmanıyorum.***Pıyrım pıyrım ve aslında her yere sirayet etmeye başlamış bir eskime bu. Ve sorumsa belli: Elimizde ne var? Sur’da üç aydır yaşanan bir kuşatma. Onca kayıp. Ölen onca insan. Çocuklar, hele ki çocuklar. Ayırım yapmıyorum; nasıl yapabilirim ki? Askeri, polisi de bunun içinde. Sorumsa çok yalın. Niçin ölüyorlar?Ve bizi bekleyen bir savaş tehdidi. Niçin? Sahi niçin? Ah şimdi biz, oysa biz... Bambaşka yerlerin bambaşka hayalleri olabilirdik. Sıcak iklimlerde, aşk olsun ya da olmasın, birbirimizi sevebilir, sevebilirdik.Bejan’la başladım onunla bitireyim:Ve sevgilim biliyor musunRuhtan daha acı bizim ülkemiz.***Ama... Bir not daha düşelim: Can Dündar ve Erdem Gül yeniden aramızda. “İşlerinden başka ne yaptılar da onca zaman içerde kaldılar?” sorusunun yanıtı ise bu ülkenin tarihinde kilit bir rol oynamaya gebedir. Gebe ki ne gebe. Sırf bu yüzden bile, kelimelerle yaşamaya devam...
‘Sadece bireyler değil toplumun kendisi sürekli bir gelgeçlik sürecinde yaşıyor... Bu akışkanlığın yerine ne konabilir? Akışkanlığın üstesinden gelmenin yolu var mı? Var. Yeni araçlara gereksinim duyan akışkan bir toplumda yaşadığımızın farkında olmak. Ama sorun şu ki siyaset ve büyük ölçüde aydınlar henüz bu olgunun kapasitesini anlayamadı.’ Umberto Eco***Büyük bir düşünürdü Eco. Sadece dünya edebiyatına büyük katkılar sağlamadı; kavrulup gittiğimiz bu çöl fırtınasının içinde dil ve düşüncenin insanla kurabileceği sonsuzluğun kapılarını da aralamayı başardı. En azından görmek ve algılamak isteyenler için!Hiç kuşku yok, çetrefil satırların yazarıydı. Gülün Adı adlı kitabı ilk çıktığı zaman okumak için çok debelendiğimi hatırlıyorum. Bereket, kısa bir süre sonra rahip rolündeki Sean Connery bütün o olgun yakışıklılığıyla beyaz perdeye kurulmuş manastırın birinde karşıma çıkıvermişti de kitaptaki Orta Çağ labirentlerini çözmek (ya da çözermiş gibi yapmak) daha mümkün gibi gözükmüştü. Usta yönetmen Jean-Jacques Annaud, Orta Çağ’ı en çok etkileyen filozoflardan biri olan Aristoteles ve onun en çarpıcı kitaplarından biri olan Poetika’yı esas alan bu polisiye kitabı güzel yansıtmıştı beyaz perdeye. Din için tehlike oluşturan gülmenin, insanın başına ne çoraplar örebileceği konusunda net bir biçimde aydınlanmamıza katkı sağlamış; cinayetleri tam bu konuda haklı gösteren manastır sakini rahipleri karşımızda etlendirip butlandırmıştı.Ancak bu bile Luis Borges’ten çok etkilenmiş Eco’nun labirentlerle dolu kitabını tam olarak çözebileceğimiz anlamına gelmiyordu. Orta Çağ estetiği ve göstergebilim uzmanı bir entelektüelin satırlarını takip edebilmek için okur olarak kendinize ödevler vermeniz gerekiyordu! Entelektüelliğin sıfırlandığı, sorgulamanın ve düşünmenin suç teşkil ettiği, bilim insanları, sanatçı ve yazarlarına üvey evlat gibi davranan, kitapların bomba olduğuna inandırılmaya zorlanan bir toplumda, bu ödevlerin önceliğinin ne olabileceğine de siz karar verin derim...Sonrasında, Foucault Sarkacı ile dünyayı bir kez daha sarsacaktı Eco. Fransız fizikçi Foucault’nun sarkaç düzeneğinden adını alan roman, yine gizemli bir izleğin peşinden gidiyordu.Eleştirmenler Dan Brown’un Da Vinci Şifresi’nin kitapla kurduğu bağa dikkat çekerken, Eco, Foucault’nun Sarkacı ile Da Vinci Şifresi’nin arasında kurulabilecek bağı çok özel bir nüktedanlıkla açıklamıştı. Burada detaya girmemeyim ama hiç kuşku yok ki Foucault’nun Sarkacı’nı anlamak için Dan Brown’un kitabını okumak, neden olmasın, Eco’nun yapıtı için bir başlangıç sayılabilirdi!***Eco’yu, yıllar sonra, düz yazılarından okumak da ayrı bir keyif verebilir. Can Yayınları’ndan çıkan çok sayıda kitabı var. Doğrusu, onun gibi bir entelektüelin yeryüzünü bırakıp gitmesi büyük bir kayıp. Ancak biliyoruz ki geride bıraktığı kitapları, bizleri Orta Çağ’ı anlamak ve bugünleri düşünme konusunda uyarmaya devam edecek.Bu yazıyı dilimize çevrilmiş bir kitabının adıyla bitirelim: ‘Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’.İşin özeti bu galiba.
Bülbülleri öldürmek günahtır.Geçtiğimiz yüzyılın bize bıraktığı en çarpıcı eserlerden biriydi Bülbülü Öldürmek. Yazarı Harper Lee’ye dünya çapında bir ün kazandıran kitap çok temel bir insanlık sorununa odaklanmıştı: Irkçılık. ABD’nin güneyinde yaşanan ırkçılığı ve bununla birlikte kaçınılmaz olarak gelen eşitsizliği küçük bir çocuğun gözünden anlatıyor, o koca sistemin kendi halinde görünen bir kasabada nelere, hem de nelere yol açtığını tartışıyordu. Gerçeği saptırmak için yalanların nasıl kolayca üretilebildiğini de gözler önüne seriyordu elbette.Bugün halihazırda çok çektiğimiz ve bu gidişle, daha epey çekeceğimiz temel insanlık sorunlarını tereyağından kıl çeker bir üslupla anlatmıştı yazar. Otobiyografik nitelikte düşünebileceğimiz konu çok yalındı yalın olmasına ancak yazarın kurgusunda seçtiği temalar, değil geride bıraktığımız yüzyılı, sanırım insanlık varolduğu müddetçe tartışacağımız temel konuların altını tekrar tekrar çiziyordu: Adalet, özgürlük, eşitlik...Değişmeyen gerçeklerArtık Harper Lee yok. Ancak kitabında bizlerle paylaştıkları bütün ağırlığıyla eşiğimizde durmaya devam ediyor. Dahası kitapta sürekli yinelenen ‘bülbülleri öldürmek günahtır; çünkü onlar masumdur’ laytmotifi, günümüzde kimilerinin artık hiç duymadığı, tınmadığı başka bir dünyanın bambaşka bir cümlesi gibi duruyor sanki.Suçsuzların haksız bir biçimde cezalandırıldığı, gerçeğin yalanlarla yaftalandığı rezil bir düzen içerisinde masumiyetin ne olduğu ya da en önemlisi nasıl yok edildiği sorusunu kafamıza kazıyan Harper Lee, evet, artık yok. Peki ya, altta kalanın canı çıksın mekanizmasıyla işleyen dünya düzeni? Maalesef, o hâlâ devam ediyor. Birbirinden çirkin, yalanlarla bezeli rezil repliklerin rezil aktörlerlerinin varlığıyla hâlâ devam...Yine de bugüne baktığımız zaman gerçekte insanlığa kalan nedir sorusunun yanıtı içime su serpmeye devam ediyor. Bütün yaşamakta olduğumuz rezalete, kötülüklere, yaftalamalara ve riyakârlıklara karşın, Bülbülü Öldürmek gibi kitapların varlığını, ağırlığını, kalıcılığını düşünmek... Bir de şu gerçek elbette: Bütün yalanlar, tıpkı kitapta olduğu gibi er ya da geç ortaya çıkacaktır. Neden derseniz ‘bülbülleri öldürmek gerçekten de günahtır.’Bülbülleri Öldürmek GünahtırÇünkü diyor Lee’nin karakterlerinden biri; çünkü onlar insanlar için şarkı söyleyen masum yaratıklardır. Masum yaratıklar. Kimdir onlar? Elbette, kendileri hakkında karar veren mekanizmalar tarafından öldürülen, ölüme gönderilen, yok sayılan, önemsenmeyen canlılar. Bir siyahtan, başka başka ‘renkli’ siyahlara, haksız yere suçlananlardan, başka başka masumlara taşınan sahte sıfatlarla dolu bir yaşamda debelenirken; önyargılardan, başka önyargılara, ırkçılıktan sınıf çatışmalarına, cinsiyet ayrımcılığından din sömürüsüne, küçük tırlak bir Amerikan kasabasından tozutmuş bir Ortadoğu’ya, kurgulardan gerçeğe aktarılan ve daha çoook kafa patlatmamız gereken bir günaha doğru hep birlikte, istesek de istemesek de, hurra dalmak üzereyken, sahi kimdir masumlar? Ve gerçekten onlar kimin umurundalar?
‘Kâinatın hikâyesini yakında bir bütün olarak öğrenebilir, esrarını koruyan karadelikleri ve nötron yıldızlarını daha iyi anlayabiliriz.’ABD Penn Üniversitesi’nden karadeliklere dair yapılan en yeni açıklama.***Ana kız bir çöp yığınının üzerinde bekliyor. Dev yığına açtıkları çentiklerle uzayı harmanlarcasına karınlarını doyuracak nesnelerle buluşmayı hayal ediyorlar.Solucan delikleri denilen bir sapmaya o sırada düşüyor kız. Naylon torba, teneke ve kağıt toplama acemisi olduğundan başta anlamıyor. Düş babam düş. Bir an amcasının oğlu gibi çöp yığınları altında kaldığını ve sonunun onun gibi olacağını düşünüyor.Ancak hiç ummadığı bir şey o zaman oluyor. Geleceğe, helezonlaşan bir akışla geçiveriyor.Sonra ne mi görüyor dersiniz?Yine aynı çöp yığınının tepesinde, yine çöp arıyor; büyümüş, yaşlanmış. Yanında bulunan yaşlıdan da yaşlı o bilmiş adama sorular sormaktan geri kalmıyor.‘Zor bir yüzyıldan geliyorsun’ diyor adam.‘Ya şimdi?’ diye soruyor kadın, geldiği deliğe bakmaya çalışarak.‘Artık sayıların, zamanın ve mekanın öneminin olmadığı bir yüzyıldayız’ diyor yaşlı adam.‘Yani?’‘Yani ölümsüzlüğü bulduk’ diyor.‘Peki sen ve ben; neden bu kadar yaşlıyız?’ diye soruyor kadın.‘Bu özel bir konu’ diyor yaşlı adam. ‘Benimkisi kişisel bir seçim. Seninkisi ise...’‘Bu özel konuyu anlat bana’ diyor kadın, oturduğu çöp yığınını eliyle karıştırarak; bir yandan da etrafındaki çöp çölüne bakarak. ‘Neden hâlâ buradayım, örneğin?’‘Bunu nasıl anlatacağımı tam olarak bilmiyorum’ diyor yaşlı adam. ‘Ne yazık ki yoksulluğa karşı bir çare bulamadık...’‘Nasıl yani?’ diye soruyor kadın.‘Yoksulluk eskiyecek bir şey değil’ diyor yaşlı adam. ‘Sadece yoksulluk değil, üçüncü dünyalılık da öyle. Olmuyor... Dünyanın asıl dengesi bunun üzerine kuruluymuş. Bunu anlamak için bir yüzyıl devirdik. Thomas More’u, Ütopya’yı, her satırını gözden geçirdik ama bir yolunu bulamadık... Derken kainatın esrarını çözerken pek de önemli gözükmedi bu nokta. Nasıl olsa...’‘Nasıl olsa alışkınız...’ Sonrasında bütn şimdiki zamanlar dili geçmiş zamana döndü. ‘Tam da bu’ dedi yaşlı adam, biraz utanarak. ‘Ve bu arada müjdeler olsun ki kainatın sırrını çözdük, karadeliklerin gizemini anladık. Yeşili, doğayı, yaşamı ve sonsuzluğu kutsadık. Mültecileri kendi topraklarına geri gönderdik, tamam. Ama bunu yapmak zorundaydık...’‘Ne diyorsun sen!’ diye bağırdı kadın. ‘Dalga mı geçiyorsun benimle!’‘Ah siz’ diye iç geçirdi yaşlı adam. ‘Bu duygusal tepkileriniz yok mu! Ah! Sizler için ne kadar üzülüyorum bir bilseniz...’‘Yaaa’ diye kafası attı kadının.‘O yüzden buradayım zaten’ dedi yaşlı adam durumu düzeltmeye çalışırcasına. ‘Bir tür misyonerlik benimkisi... Son görevim. Sonra ölümü seçeceğim. Yaşam kredinizi yükseltmek ve sizi birliğimize katabilmek için buradayım... Demokrasi taleplerini yerine getirebilmeniz, evrensel kriterleri adım adım hayata geçirebilmeniz adına. Ama bakıyorum da yok. Umut yok. Bakıyorum da aynı yerde... Ne yazık ki!’‘Demek böyle düşünüyorsun!’ dedi kadın. Siniri geçmişti ve çaresizce başını eğdi. Demek bütün yüzyıllarını böyle, bütün gezegenin çöpleri arasında kendine ait olmayan kokuların kendine özgü uzak hikayeleriyle geçirecekti. Başka hikayelerin çöp toplayıcısı olacaktı kadın... Başka hikayelerin arka penceresi. Onların çöpü. Beyaz giysiler içerisindeki ak sakallı nur yüzlü ukala adama bir çöp serabıymışçasına öylece bakakaldı.
14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde (Sevgililer Günü de elbette!) sizlerle piyasaya yeni çıkan bir tadı konuşmak istiyorum. Kırmızı Kedi Yayınevi’nin Babil Kitaplığı serisinde Jorge Luis Borges’in olgunluk döneminde yazdığı öyküleri yayımlandı. ‘25 Ağustos 1983 ve Diğer Öyküler’ (çeviri: Mesut Özden Gözütok) şu ara tanıklık ettiğimiz feci dünya gerçeklerinden kısacak da olsa sıyrılıp kendini fantastik edebiyatın kollarına bırakmak isteyenler için ideal bir seçim olabilir. Önsözünü Enis Batur’un kaleme aldığı kitapta Borges’le yapılan uzun soluklu bir söyleşi de var. Oradaki bazı cümleler ilgimi çekti.‘Babanız anarşist miydi?’ sorusuna şöyle cevap veriyor Arjantinli yazar:‘Evet, bana bayraklara, sınırlara, haritadaki ülkelerin farklı renklerine, üniformalara, kiliselere iyi bakmamı çünkü tüm gezegen birleşince yalnızca belediyelerin ve kamu görevlilerinin kalacağını, hatta halk yeteri kadar uygarlaşırsa bunların hiçbirinin de kalmayacağını söylerdi. Bu ütopyanın gerçekleşeceğini düşünürdü; bugün görünürde hiçbir işaret yok ama uzun vadede akla yatkın olabilir.’Öykülerdeki ütopyalarEsasen, bunun böyle olup olamayacağını, yine aynı seçkide yer alan ‘Yorgun Bir Adamın Ütopyası’ adlı öyküde takip etmek mümkün.Artık mülkiyetin ve miras bırakmanın olmadığı, şehirlerin de bulunmadığı, ölümsüzlüğün icat edildiği bir gelecek düşünde buluyoruz yaşlı kahramanımızı. Okullarda artık unutma sanatının öğretildiği, belki bu yüzden müzeler ve kütüphanelerin olmadığı bir gelecekte artık ne anma törenleri vardır, ne yüzüncü yıl törenleri, ne de ölmüş insan portreleri. Ölümsüzlük keşfedildiğinden beri ise yüz yaşını dolduran bireyler, aşktan, hatta dostluktan vazgeçebilmekte, kötülük ve ölüm gibi sınırları aştıkları için, kendilerini tümüyle sanatın kollarına bırakabilmekte, felsefe ya da matematikle ilgilenmekte, tek kişilik satranç oyunları üstadı haline gelmektedirler. Hayatlarının sahibi oldukları için ölümlerinin de sahipleridir onlar. Kısacası ölümün insanın kendi seçimine bırakıldığı bir diyardır burası.Yorgun Ortadoğulu Kadının DistopyasıOrtadoğulu olduğumdan mıdır nedir, okurken her satırıyla cebelleştiğim ‘Yorgun Bir Adamın Ütopyası’nda bana en çarpıcı gelen bölüm insanların hayatlarına sahip çıkabildiği bölüm oldu. Bireylerin hayatlarına ve ölümlerine sahip çıkabildikleri bölümler... Doğrusu Ortadoğu’nun böylesi bir ütopyada nerelerde kalacağını da merak ettim. Mülteci sorununun nasıl çözülebileceğini, hangi hayatların hangi hayatlara göre daha ütopik olabileceğini, vb. paranın hükmü ortadan kalktığında, örneğin, Donald Trump gibi kişilerin dünyaya zikretmeye çalıştığı sağcı politikalarının ne hale geleceğini vb. Bu mümkün mü diye sordum ve ‘Yorgun Ortadoğulu Kadının Distopyası’ diye bir öykü yazmayı çok istedim!Ve aşk!14 Şubat Sevgililer Günü’ne gelecek olursak, aşk nedir sorusu insanlığın zihnini kurcalamaya devam ededursun, biz, şimdilik sözümüzü -Borges’le başladığımız sözümüzü- yine Borges’le tamamlayalım:‘Çok güzel bir öykü okuduğumu hatırlıyorum. Gözlerimi yaşla dolduran bir cümleye rastlamıştım. Şöyle diyordu: Nikaragua Sokağı’nın köşesinde beni bekleyebilen şu etekli kız...’ Evet, Borges’i hüzünlendiren cümle buydu. ‘Ve düşündüm ki ben bir aptalım’ diyordu sonrasında Borges, ‘çünkü Nikaragua Sokağı benim için bir şeyler ifade ediyor ama başka bir semtte yaşayan biri için hiçbir şey ifade etmiyor.’Bunu aşkın öznelliği için söylemiyordu Borges; ancak bu söylediklerinde aşk nedir ki sorusuna dair ipuçları olduğuna nedense beni inandırmayı başardı! Aşk, kendi zamanlarımızı, kendi mekanlarında aradığımız bir ütopya olabilirdi!***Hem Sevgililer Gününüz hem de Dünya Öykü Gününüz kutlu olsun. Sevgisiz, edebiyatsız, sanatsız, hele hayalsiz, hiç kalmayın.
‘Doğum yapan kadın vatani görevini yapıyor’ cümlesini duyduğumda boğazımda bir şey gıcık yaptı. Öksür, öksür, ciğerlerim söküldü, çıkmıyor, çare yok. Bu halim bana Raymond Carver’ın ‘Kıl’ diye bir öyküsü vardır, onu hatırlattı. Yazı onunla ilgili.***Adam sabaha karşı dişine girmiş olan kılla uğraşıp durmaktadır. Önce parmaklarıyla çekiştirip durur onu. Sonra eşantiyon kibritlerle baştan çıkarmaya kalkar. Diliyle yoklar. Yok. Dişinde kıla benzeyen bir şey vardır ve adam onu bir türlü çıkaramamaktadır. Karısı onun debelenmesinden uyanmış, endişeyle kocasının yüzüne bakmaktadır. Adam çok dertlidir:‘Dişimde tuhaf bir şey var. Çıkaramıyorum...’Banyoya gider adam, orada da çabalar durur. Karısının yardımıyla aynaların içine gömülür ve hissettiği, ancak göremediği kıla karşı içinde giderek büyüyen bir öfke hisseder.O halde kahvaltı falan etmeden erkenden sokağa fırlar, arabaya binmezy yürür; sokakta iki köpeği azarlar, işine varır, mutsuzdur. Aklı hep dişindeki kıldadır. Bu yüzden patronundan izin ister. Kendini kötü hissetmektedir. Patronu, adamın keyifsizliğini fark eder ve ona eve gidip dinlenmesi için izin verir. Adam kendini sokağa atar ve eve gitmek için uzun yolu tercih eder. Ağzında bir kılla dolaşmak ona çok garip gelmektedir ama belki bu şekilde kafasını dağıtabilecektir. Bir parkın içinden geçerken çocukları seyreder, bir yandan da dişindeki kılı diliyle yoklamaktadır. Oradadır kıl, orada! Buna rağmen akşama kadar parkta kalır.Eve gidince de yemek yemeden gider hemen yatar. Dişinde bir kılla yaşamak yeterince can sıkıcıdır.‘Tatlım ne var?’ diye sorar karısı. ‘Acaba doktoru mu arasam?’‘Sorun değil, iyi olacağım’ diye cevap verir adam. Gerçekten de kendini yavaş yavaş toparlamaktadır. Kıl mıl, alışıyor mudur ona nedir? Hemen patronunu arar ve daha iyi olduğunu, ertesi gün iş başı yapacağını söyler. Rahatlamış, dişindeki kılı unutmuş, o gün parkta gördüğü görüntüleri zihninde canlandırarak kendini oyalamayı başarmıştır.Öykü burada bitse, mesaj bellidir: Kıl mıl unut gitsin. Kafayı dağıtırsan unutursun. Eğlenmene bak, gez toz, işine bak, para kazan vs. Ancak karşımızdaki Carver’dır ve öykü elbette burada bitmez:‘Gece çığlık atıp ter içinde uyandı. Hayır, hayır, deyip duruyordu, ayaklarıyla örtüyü tekmeleyerek. Karısını korkuttu, kadın ne olduğunu anlamadı.’***Adamın dişindeki kıl neydi sahi? Yutamadığı, sindiremediği, ne kadar ötelerse ötelesin kaçamadığı anlamsız bir hayat fikri bile olabilirdi, kim bilir... Raymond Carver bu.‘Azgın Mevsimler’, dünyanın en önemli öykücülerinden sayılan Amerikalı yazar Raymond Carver’ın, Can Yayınları’ndan yeni çıkan kitabının adı. Ayça Sabuncuoğlu’nun dilimize kazandırdığı kitabı, kitapta geçen Kıl öyküsünü bahane edin ve Carver’ın o müthiş dünyasına girmekte gecikmeyin derim.
Oğlumun en çok sevdiği sporculardan biridir Jesse Owens. İlkokul ikinci sınıfta ABD’de bulunmak durumunda kaldığımız bir dönemde Jamaikalı öğretmeninin verdiği ‘dünyanın en önemli sporcuları’ ödevi için onu seçmişti.Gel zaman git zaman, ABD bizim için anılardaki bir ülke haline dönüştü ama oğlumun Jesse Owens ödevi için bu geçerli değildi. O ödev, odasının kapısında hâlâ asılı durur!Bizim evin tutkusundan azade, Jesse Owens’ı Jesse Owens yapan neydi diye soracak olursak, sanırım buna vereceğimiz ilk cevap onun çok büyük bir atlet olduğu gerçeğidir.Küçük bir oğlan çocuğuyken ailesiyle Ohio’ya yerleşen ve henüz bir lise öğrencisiyken Chicago’da 3 birincilik kazanan, sonrasında Ohio Eyalet Üniversitesi adına yarıştığı büyük atletizm müsabakasında arka arkaya yeni dünya rekorları kıran Jesse Owens, büyük bir yetenekti.Ancak onu zihinlerimizde bambaşka bir yere oturtan bir gerçek daha vardı ki onu da burada es geçemeyiz. Hitler’in kabusu haline gelmiş biriydi Jesse Owens. 1936 yılındaki Berlin Olimpiyatları’nda 4 altın madalya kazanarak Hitler’i zıvanadan çıkarmış ve stadı terk etmesine neden olmuştu! Nasıl olurdu da siyah bir atlet 4 altın madalya kazanırdı. Siyah biri nasıl olur da 2 Olimpiyat rekoru kırar ve Hitler’in gürbüz evlatlarına kafa tutardı?Farklı olmakSiyah biriydi Owens! 1930’larda sistemin ‘görünürlük anlamında’ öngörmediği bir renk. Ve bu rengin Hitler vatanında ya da kendi ülkesinde (Olimpiyat dönüşü bir kahraman gibi karşılandığı ama sonrasında yalnızlığa terk edildiği kendi ülkesinde bile) ona sağlayabileceği pek bir seçenek yoktu.Siyahtı Owens. Ve bunun bedelini şu ya da bu şekilde ödemek zorunda kalacak, ‘ben ve benim gibi olanlar ’ biçiminde işleyen beyaz bir sistemde 1950’lere kadar dipsiz koyu bir işsizliği tadacaktı.Rengi, kural koyucuların rengi değildi Owens’ın. Bu da onu ve yaşamdaki yerini yeterince ‘siyasi’ kılıyordu.Siyaset ve sporBu noktada sporun siyasete alet olup olmayacağı sorusu da akla gelebilir elbette. Kişisel fikrimi soracak olursanız alet olmamalı... Ancak spora siyaseti kimin alet ettiği sorusunu sormak, günümüzde bile geçerliliğini koruyan bir sorudur. Kimlerin kural koyucu olduğu, neleri öngördüğü ve kimleri ne şekilde saf dışı bıraktığı, vb.Buradan da varacağımız yer elbette ki Türkiye’de son yaşanan Amedspor gerçeğidir.Ve tam da sorulması gereken soru 12 maç ve bilmem ne kadar para cezası alan bir oyuncuya spora politika karıştırılmasın derken aslında neyin bedelinin ödetildiği sorusudur. Bu cezanın kendisi bile siyasidir.Neyse.Ben yine de buna takılmayıp, madem öyle o zaman şöyle olsun diyenlerden olacağım: Yani madem işler böyle gidecek ve spordan, özellikle de futboldan siyaseti arındıracağız, o halde hemen aklıma düşen şu cezaları da hayata geçirelim:Taa Zidane örneğinde gördüğümüz gibi, birbirlerine eşleri, anneleri üzerinden küfür edenler, dahası kadın bedenini rezil bir biçimde malzeme haline getiren herkes (buna seyirciler de dahil) 12 maç ve 20 bin lira para cezası alsın.Afrikalı meslektaşlarına deri renkleri üzerinden ‘şakacı’ tavırlarla komik cümleler sarf ettiklerini sananlar: 12 maç ve 20 bin liralık para cezası alsın.Devletin desteklediği politikaları sloganlaştıranlar: 12 maç ve 20 bin liralık para cezası alsın; öyle ya onlar da politika yapıyor, vs. vs. vs.Eminim buralardan muhteşem bir fon oluşurdu!Ve hatta tüm bu paralar ülkede temelleri atılması umulan, hemen her kesimden çocuğun (özellikle de ailelerinin geliri sınırlı olanlar) kendini ifade edebileceği, spor tesislerine akıtılabilir, ülkemizden dünya çapında futbolcuların, yüzücülerin, atletlerin çıkmasına bir basamak oluşturabilirdi.Şu soruyu sorarak bitireyim de bu konuda ciddi olduğum anlaşılsın: Örneğin Hakkari’de çocukların, yüksek paralar ödemeden yüzebileceği kaç yüzme havuzu var dersiniz? Yüzme havuzundan vazgeçtim, koşabileceği, futbol oynayabileceği kaç yeşil çim sahalı spor tesisi?