‘Önemli olan, (hafif bir öksürük) değişen koşullara göre (hafif bir öksürük daha), milli iradeye saygıdır.’
Muhtarın Acil İlkyardım El Kitabı’ndan
***
‘Desert Dancer’ (Çöl Dansçısı), İranlı dansçı Afşin Gaffariyan’ın yaşadıklarının ardından Paris’e yerleşmek durumunda kalışının öyküsü. Film, gerçek bir hayat hikayesini anlatıyor.
Öykü şöyle gelişiyor: 2009 yılında arkadaşlarıyla, gizliden gizliye bir dans okulu kurar genç dansçı. Dansın her koşulda yasaklandığı, ayıp ve günah sayıldığı İran İslam Cumhuriyeti’nde yetişmiş biri olarak çok zorlanır, tahmin edeceğiniz gibi. En son seçimlerin hiçbir işe yaramadığı ve halkın ‘oyum nerede?’ sorusunu sorarak yürüdüğü esnada ise yakalanır. Ve tam öldürülecekken kıl payı polisin elinden kurtulur.
Biraz çıtlatalım: Eski cumhurbaşkanı Hatemi’nin yakın dostu olan Musavi 2009 yılında Ahmedinejad’a karşı adaylığını ortaya koyar ve halkın büyük desteğini kazanır. Ancak bu coğrafyada halkın büyük desteği demek ‘tehlike çanları’ demektir! Hele ki reformcuysan! Reformcu Musavi’ye açıkça gösterilen destek yeterli olmaz ve Ahmedinejad, yüzde 64 oyla seçimden galip çıkar; Musavi yüzde 34’ün altında oyla ikinci olabilmiştir. Nahoş bir durum vardır ortada. İran kedileri trafolara girmiştir bir kere!
Seçimden bir gün sonra 13 Haziran 2009’da, ülke çapında büyük bir protesto başlar. Reformcu Yeşil Hareketi temsil eden herkes sormaktadır: ‘Oyum nerede?’. Hükümetin talimatıyla bastırılan gösteriler sonucunda onlarca kişi ölür, haftalar süren protestolarda binlerce insan gözaltına alınır.
Ve iş bununla da kalmaz. Bunları takip eden birkaç ay boyunca, göstericilerin kimi yargılanır kimi asılır. Protestolar devam ederken, reform yanlısı birçok bağımsız gazete kapatılır. Kimileri için ev hapsi başlar. Ve daha neler neler... Filmde Gaffariyan’ın yakalanması da bu sahnelere denk düşer işte.
Filmin çöldeki dans sahnelerinden çok etkilenmiştim. Aynı zamanda halkın ‘oyum nerede?’ yürüyüşünü de bambaşka bir etkileşimle seyretmiştim. Yasaklar, bitmeyen baskılar, sonu belirsiz bir gidişat... Bu coğrafyanın diliydi bu! Dahası her gelenin ilk başta muhalif bir umut sunar gibi olması, sonrasında eleştirdiği iktidarın diliyle kenetlenmesi de ayrıca mim konulması gereken bir husustu. Ahmedinejad’ın liderliğinin kan gölüne dönmesi tam da bunun kanıtıydı. Ve bu coğrafyadaki daha nicelerinin!
Oyum nerede?
Bu noktada halkın ‘Oyum nerede?’ sorusu çok önemliydi. Öyle ya bir halkın en doğal tepkisi olmalıydı bu. Seçiminizi yapıyorsunuz ama bir de bakıyorsunuz ki aynı tas aynı hamam... Daha beterinden, daha baskıcı bir çemberin içine alınmışsınız! Demokrasi umudunun tümden çöpe atıldığı yerdesiniz. Bir ülkenin temellerinden sallandığına tanıklık etmektesiniz. Dahası, aslında en fecisi ise bu kanlı rejimi hâlâ ateşli bir şekilde destekleyenlerin ablukası altındasınız. Polisiyle, sansürüyle her şey size karşı. Bir kez daha!
Gelelim Türkiye’ye. Türkiye’de kimilerinin kafa karışıklığı devam ederken, vahşi bir yanılgının içine doğru sürüklenmekteyiz. Oylarımızın resmen çöpe atılmak üzere olduğu bir döneme girmekteyiz. Oysa Türkiye seçimini yapmıştır. Kimilerinin bir türlü anlamak istemediği seçimini... Türkiye koalisyon istiyor. Türkiye başkanlık rejimini istemiyor. Türkiye çoğulluk ve barış istiyor. Sandıktan çıkan budur.
Buna karşın, bir takım nahoş durumların üstü kapatılsın diye ‘savaş borularının’ öttürüldüğü bir dönem bu. Savaşı kim ister sorusunun sümen altı edildiği ve gerçeklerin sürekli olarak gölgelendiği bir dönem. Milli irade dediklerinin sadece kendilerini ‘destekleyenlerin’ oyu biçiminde karşılık bulduğu bir dönem. Bir kum fırtınası ki sorma gitsin...
Ne diyeyim: Yazık bize!
***
‘Yazık bize.’ Bu sözü bana geçen gün bir bakkal söyledi. Daha ciddi bir şeyler söylememi bekliyordu cevap olarak. ‘Serinkanlı olalım, serinkanlı düşünelim’ dedim ona; ‘sen şimdilik muhtar olmamaya gayret et, o bile yeterli!’